Hikayeye göre; eskiden şehirlere “şahsiyetlerine uygun” tılsımlar yapılırmış. Bu tılsımlar şehrin bir felakete maruz kalmaması ve ebediyen “yaşayabilmesi” için yapılırmış. Şehrin bu tılsımı ele geçirilirse ya da bir şekilde yok olursa, tabiat o şehri alır ve ebediyen ruhunu ortadan kaldırırmış. Otların kokusunu içime çekerken, nedense ilk bu hikaye geliyor aklıma. Şehirdeyken evimin camlarına çarpıp geri dönen rüzgar, şimdi üzerimden geçiyor.
Dağdayım. Yüksek bir dağ olduğu için ağaç yok. Önümde bir vadi uzanıyor. Vadi sanki yeryüzünün tüm yeşil tonlarını içeriyor ve ortasından geçirdiği dereyle denize ulaşıyor. Doğduğu ve büyüdüğü yeri görebiliyorum derenin. Bulunduğum yerden daha alçak tepelerin üzerlerinde bulut gibi görünen sis yoğunlukları var. Bunlar uzak yerlerde tepeleri adacıklar gibi gösteriyor. Yüksek yerlerde Karadeniz’in doğallığı ile ıslaklığı bir bütün. Ayakkabılarımın altında otlar yemyeşil ama ıslak. Rüzgar üzerimdekilerin ve çantamın kıvrımlı yerlerine çarpıp ses çıkartıyor. Biraz daha seyredip, yere uzanıyorum. Kollarımı iki yana açıyorum. Ellerim ve boynum ıslaklığı hissediyor. Doğrulup ayakkabılarımı çıkartıyor ve tekrar uzanıyorum. Gözlerimi kapatıyorum. Rüzgar üzerimden geçiyor.