Uzun zamandır karşılaşmadığımız, ve yine uzun zaman önce o sabah vapurda karşılaşıp da gerçekleştirdiğimiz yaklaşık 20 dakikalık sohbet kısaca şöyleydi:– Cunda’ya yerleştim, yaklaşık 6 sene oldu.– Cunda çok güzeldir, her yaz giderim.– Bir de kışın görmelisin.– Soğuk kışları seviyorum. Orası ılık oluyor.– Kışın gittin mi?– Hayır, gitmedim. Ama öyle oluyor diye biliyorum. Daha doğrusu tahmin ediyorum.– Diye bilme, diye tahmin etme. Bir de kışın görmelisin.– Tamam, bir de kışın görmeliyim. Ama konu bu değil.– Konu ne?– Herkes gidiyor. Yakında bizden kimse kalmayacak burada.– Siz kimsiniz?– Biz, buralılar. İstanbullular yani. Yakında hani o “Eskiden şuradan tramvay geçerdi, burada top sahası vardı, bilmem nerede sadece yazlıklar vardı” diyen amcalar teyzeler bitecekler, o anıları taşıdıkları insanlar da bambaşka yerlerde domates yetiştirecekler.– İyi fikir.– Hayır, iyi fikir değil.– Neden değil? Hormonsuz domateslerim olacak.– Şehir bitiyor, farkında değil misin? Başka yerlerin, zamanların insanları işgal ediyor burayı.– İşgal mi? Ne kötü kelime.– İşgal ama bu.– O zaman ben Cunda’yı işgal mi ettim?– O durum farklı.– Peki Kastamonu olsaydı?– Kastamonu mu?– Bilmem aklıma geldi.– Hiç görmedim orayı.– Görünce mi karar vereceksin?– Öyle demek istemedim.– Öyle dedin.– Ama demek istemedim. Demek istediğim, nasıl bırakabiliyorsunuz burayı? Ben 1 hafta uzak kalınca bile özlüyorum.– Nereyi?– İstanbul’u işte!– Çünkü, İstanbul’da yaşıyorsun ama derinlerinde değil.Yabancısı olduğumuz o kadar çok dünya var ki.Yaklaşık 2 sene önce, cehennem sıcağında, Beşiktaş ve sonra Taksim’de, ellerimizde “Savaşa Hayır” temalı çıkartmalar, yaka iğneleri ve kağıt parçalarıyla savaşı durdurmaya çalışıyorduk. O çok sevdiğim insanın sözleri kulaklarımdaydı: “Bu savaş ve işgal, ben ona karşı sesimi yükseltmezsem durmaz. Bu hep böyle oldu. Bütün savaşlar ve alçaklıklar bir yerlerde birileri ona karşı çıktığı ve sesini yükselttiği için durdu”. Kendisi de önlerde bir yerlerdeydi. Havanın o denli sıcak olması beni mutlu ediyordu, çünkü sıcakta nefes alamayan biri olarak kendi dünyamda bir şekilde acı çekiyordum. İyi hissetmek istememem ve iyi hissetmiyor olmam, onların acısını dindirmese de, kendi acımı hafifletiyordu.İki üniversite öğrencisi kız geldi yanıma. Biraz konuştuk, bilgi aldılar, hoşuma gitti. Yaka iğnelerinden aldılar birer tane, sonra başka birileri ile konuşmaya başladım. Hemen yanımda duran iki kızın sesi, karşımdakini algılamama engel oluyordu. “Olmadı,” dedi biri, “yakışmadı, üzerimdeki t-shirt yeşil. Sende güzel durdu ama.” Kafamı çevirip birkaç saniye kızın t-shirtüne baktım. Sonra diğerine kaydı gözlerim. Diğerininki siyahtı. Evet, üzerinde siyah yazılar olan magenta rengi iğnemiz onun t-shirtüne yakışmıştı. “Ama sen takmayacaksan ben de takmam” dedi diğeri. Gözlerimi kırpıştırdım. Refleks olarak başımı öne eğip üzerimdeki renklere baktım. Ama görmedim, zaten bambaşka renklerdeydi zihnim.Dünyanın neresinde bir kötülük olsa, orada insanlar yalnızdırlar. Diğerleri için sadece haber niteliği taşırlar. Muhabirler iyi bir haber peşinde oldukları için yanlarındadır. Köşe yazarlarının tek kaygısı, daha dokunaklı bir yazı yazabilip haber olmaktır. İktidardaki hükümetler göz boyayan demeçleriyle (ki bence skeçleriyle) gazetelere, televizyonda izlediğimiz haber bültenlerine haber olurlar. İşinden, okulundan, dışarıdaki hayatından evine dönen insanlar bu haberleri izleyip sohbet eder ve çeşitli neticelere varırlar. Sonra bu neticeler, neticede akşam sofralarında yediklerinin yanına meze olur. Yani, dünyanın neresinde bir kötülük olsa, orada insanlar yalnızdırlar.Yabancısı olduğumuz o kadar çok dünya var ki. Hayata o dünyalarda doğarak başlamış olan insanlara borçluyuz biz. Bu ister işgal altında bir ülke olsun, ister çocuk esirgeme kurumları olsun, ister İstanbul’un ya da sayısız şehrin derinleri olsun. Her dakikalarını hüznün en “gerçek” tanımıyla yaşayan bu insanlar uyuyamıyorsa geceleri, biz de en azından sıcak yatağımızdan kalktığımızda onlara umut olacak birşeyler yapmalıyız.