Hiç olmadığından korkuyorum.İnsan gerçeği sahteden nasıl ayırabilir?Dikkatli bakmak gerek. Bunun çoktan beridir farkındayım. O yüzden ben uzun zamandır bakmıyor, görülmüyorum. Ama önceleri ben de bakıyor ve malesef görülüyordum. Ben önceleri daha da ileri giderek, hayal bile kuruyordum. Aslında herşeyin başlangıcında, herşey çok doğaldı. Gizlenmiyor, cesaretle tüm olan bitene dokunmadan bakıyordum. Herşey yabancı, ama fazlasıyla inandırıcıydı. Hatta sanki herşey iyiliğim içindi.Sonra büyüdüm.Büyüdüm ve hayatım prim yapmaya başladı sanki. Yani artık insanlar çok daha değerliymişim gibi bakıyorlardı bana. Sevilecek kadar büyüdüysen, sevecek kadar da büyümüşsün demektir. Ama… Ben ekmekle aramdaki farkları düşünürken, insanların ben’e bakamamasına bakıyor, ve ne yazık ki görülüyordum.Sonra hayal kırıklıkları başladı. Yani sonra, doğal olan herşey benim hatam oldu. Ve bu baskıdan kurtulma isteğim yok olma duygusuyla beslenen bir zevke dönüştü. O yüzden ben artık “hiç kimse” maskesi ile yaşıyorum. Artık yalanlar var. Ellerim terlemeye başladı. Benim ellerim terlemez ki… Öne eğilip ayaklarımın ucuna baktım demin, o dize geldi aklıma: “Ne yapmalı Lenin, ne etmeli?” Utandım.Düşünsene dedim kendime, tam da karşında oturuyor mesela. Dikkatli ol dedim, kendine oynuyorsun. Aptalsa akıllı bulursun onu, o seni aptal bulursa kendini akıllı sanır. Anlamsız konuşuyorsa onu çözemediğindendir, anlamlı konuşuyorsa ya anlamıyorsundur ya da yüzeyseldir. Tutarsız davranıyorsa karmaşık ve farklı olduğuna inandırırsın kendini, tutarlıysa da sen tutunamazsın. Ama tam da karşında oturuyor mesela. Alıştıkça baştan yaratmaya, daha iyi görmek için gözlerini kapatırsın. Artık gerçek olandan bütünüyle uzaktasındır, ama gerçek göz çıkartacak kadar ortadadır. İnsan gerçeği sahteden nasıl ayırabilir? Kendimize bile oynuyoruz. Daha utandım.Yüzüme verdiğim gülümseme en son doğallığına kavuştuğunda, geçen kış Cunda’da Ayışığı Manastırı’nda oturmuş yeryüzüne bakarak sigara içiyordum. O zaman yaşadığımdan emindim. Sonra?Sonra, insanların acıkmadan yemek yedikleri bir dünyada, ben kendimle hangi kutuda nefes alabileceğimi tartışıyordum. Elbette yanlış kutuyu seçtim.Artık zamanı geldi diye üzerime çullanıyor kalabalık. İnsanlar davet beklerken benden, midemin bulandığını bahane ederek kapatıyorum telefonları. Daha iyisi gelmiyor aklıma, gerçekten başka. İçimde taşıdığım tüm sevgilerimi onların dünyasında kabul gören bir kahramanın adında saklıyor ve onlara yabancı bir kelime öğretiyorum.Ertesi gün, verdiğim yanlış kararların öncelerine dönmenin hevesiyle içimi ve ayaklarımı mutlandırıyorum. Dışarı çıktığımda pencereden gördüğüm çocukların parkına gidiyorum. Aklıma takılan sözlerden birinde çocukluğun eşşiz saflığını buluyorum. Yanlış kararların önceleri devam ediyor. Onlarla konuşuyorum. Önümden hep geçmişler çocuklar. Oysa ben hiç geçmemiştim önlerinden.“Bir kızın bir erkeği sevebilmesi için onun sesini duyması gerek değil midir ? Gök gözlü kız ses duymayınca sevebilir mi ?” Nazım Hikmet’in İlk Keman diye bir masalı vardır, orada geçer bu sözler.Bir kitapta okudum, insanın doğumundan ölümüne kadar vücudunda değişmeyen tek yeri gözleriymiş. Ve zeki bir insan, sadece fotoğrafta gördüğü biriyle yıllar sonra bile karşılaşsa onu gözlerinden tanıyabilirmiş. Ben tanıyamazdım.Son günlerde çok fazla kitap okuyorum. Çok fotoğraf çektim. Yıllar sonra bakacağım ve kimsenin göremeyeceği çok fotoğraf.“Hayaletler bitti. Kilitli Oda yakında” demişim 99 da yazdığım bir yazımda. Çok önceleri Paul Auster okuduğumu hatırlıyorum. Çok önceleri çok üşüyordum. Vücudum titriyordu. Buna engel olamıyordum. Engel olmayı da istemiyordum zaten. Çünkü bu beni mutlu ediyordu. Çünkü sevdiğimi anlıyordum. Oysa ben daha güzel ölürdüm.Aslında genelde eskiden yazdıklarımı okuyunca kendi kedime gülüyorum. Alınan hediyelerin ardından okunan methiyelere benziyor sözlerim. Bin lafı ardarda dizmişim. Takındığı tavırlardan sıkılan her yüz gibi sözlerden de sıkılınca… Üç noktalarım, cümlenin sonunu getiremediğim cümlelerim olmazdı eskiden.Bu sabah öyle hızlı geldi ki sadece iki rüya görebildim.Birinde tam karşında oturuyordum. Nefis bir yürüyüş havasıydı hatta; bir hırkalık serinlik, sarı gökyüzü, yerli yerinde hüzün. Elimi tuttun. Ya da elim elini. Bana benden bahsettin, senden. Hayat geliyordu aklıma; kediler, kuşlar, ağaçlar, böcekler. Kendimi bir dekor gibi hissediyor, hareket edemiyordum. Nefesimi duydum, sonra bütün nefesleri. Dünyayı tekrar tanıyor, affediyor, tek avucumla hayatı kavrayabiliyor, arka bahçede ip atlıyordum.İkincisinde, hiç olmadığından korkuyordum.