bildirgec.org

uncategorized hakkında tüm yazılar

Akhisar ‘ ın Yollarında Yanlız Bir Gezginin Notları…

firatocal | 14 July 2010 17:40

Şehirde işlerimi halledip son otobüsle köye dönüyorum… Biraz yorgun biraz dalgın aklım bir yerlere takılıyor dalıp gidiyorum… Gözümü açar açmaz köy çatımızı kaçırdığımı otobüsün inmem gereken yeri geçip gittiğini farkediyorum…

Şöföre olan kızgınlığım otobüsten inince yerini dinginliğe bırakıyor… Çünkü Akhisar – Gördes yolunun ıssızlığı içinde günbatımını renk cümbüşü pırlıtıları gözümü alıyor… Akşam yelinin tenime her değişi tüylerimi diken diken ederken , ıssızlığın ürpertisi kaplıyor içimi… Yürümeye başlıyorum… Rüzgarın yaramaz bir çocuk gibi salladığı yaspraklar sanki benim için güne veda danslarını sergiliyorlar… Hüşu içinde izliyorum…

Boydan boya uzanan boş yolun ıssızlığını ve sessizliğini virajı alan arabaların gürültüleri gürültüleri yırtıyor… Yolun kenarına dikilmiş yazlılara bağlanmış köpekler önlerinden geçerken biraz sinirli biraz korkak tanıma dıkları bu yabancıyı süzüyorlar … Rüzgar etkisini giderek arttırıyor… Üstüm ince , bir üşüme alıyor beni… Oğlum rüzgarı düşünerek içimi ısıtmaya çalışıyorum… Bir taraftan da dalgınlığım için kendime kızıyorum… Eeee nede olsa hep akılsız başın cezasını ayaklar çekiyor…

Nihayet yol çatısı ve köy tabelamız ufukta gözüküyor… Adımlarımı hızlandırıyorum… Karanlık çökmeye başlamış ve güneş etkisini iyiden iyiye kaybetmiş … Deklanşöre basıp gün batımının o son demlerini fotoğraflayarak güneşle vedalaşıyorum… İçeriye bir kilometre kadar yolum var… Güneşi arkamda bırakıp köy yoluna dönüyorum… Islık çala çala esen rüzgara ben de bildiğim güzel melodilerle eşlik ediyorum…

İlerlerken karşıma dikilen heybetli bir ağaç , gür dalları ve rüzgarda heyecanlı bir şeyler söyler gibi hararetli hararetli sallanan yaprak larıyla beni etkiliyor … Hemen onu da fotoğ raflayıp ölümsüz leştirip heybetinin hakkını vermeye çalışıyorum … Ne de olsa bu koca yolda tek başına bekçilik yapıyor… Yolun bu cesur şövalyesiyle vedalaşıp yoluma devam ediyorum…

Karşıma babamızın Milli Piyangodan çıkan parayla çaktırdığı 250 metre kadar derine giden bu kaynağın suyu döşenen tesisatla köyümüzdeki tüm hanelere dağıtılıyor… Babam bu hareketinin herkesin yapması gereken bir insanlık görevi olduğunu söylüyor.. Sanırım fazla söze gerek yok…

Köy yolunda ilerlemeye devam ediyorum… Artık evlerimiz bir bir görülmeye başlıyor… Köyümüzün en yüksek binası olan Merkez Cami ‘ mizi de notlarımın ve fotoğraf larımın arasına alıp evimizin hemen aşağısında yer alan beni haleti ruhiye siyle fazlasıyla etkileyen köy kahvemizin önünden saygıyla geçiyorum…

Sabah ki şehir koştur macamı köyü müzün yolunda dingin ve etkeliyici akşam yürüyüşü ile atmak bedenimi ve ruhumu dinlen diriyor … Huzur içinde evime , eşime ve oğlum Rüzgar ‘ ıma varıyorum…

Google Adwords hakkında Google tarafından tüketicilerin bilmesini istemediği gerçekler

webking | 14 July 2010 17:12

Google Adwords bilenlerin gayet iyi takip ettiği gibi, Amerika menşeili Google firmasına her yıl milyonlarca dolar sadece arama sonuçlarında aldığı reklamlardan kazanmaktadır. Google arama denince Türkiye ve dünyanın bir çok bölgesinde monopol durumunda olduğundan diğer arama motorları olan Yahoo, AOL, AltaVista veya Bing gibi alternatiflerine oranla en çok pasta payı ile parayı tabiri caizse “götürmektedir”. Adwords tıklama başına çalışan bir reklam şeklidir. Yani Google’da arama yaptığınızda ekranın sağında (en fazla 6 tane) ve üstünde (en fazla üç tane) çıkan arama sonuçları bu kategoridedir. Bu bağlantılar “Sponsorlu Bağlantı” şeklinde çıkar ve çoğu insan bu yazıyı görmesin ve diğer normal sonuçlarla karışsın diye bu gayet ufak yazılmıştır. Bir de üstüne sponsorlu bağlantı kutusunun rengi de en uçuk bir pembe seçilmiştir ki günümüz ekranlarında bunun farkını sağlıklı gözlerin bile ayırt etmesi zor. Aşağıda size bu reklamların olduğu bölgeleri “yurtdışı eğitim” kelimesi için yaptığım arama ile sunuyorum.

Merhaba..

pillibebekkuyuda | 14 July 2010 16:18

Kadın alışverişini tamamlamış, aldıklarını buzdolabına yerleştiriyordu.

Bir an arka bahçe kapısının açık olduğunu farketti..Rüzgarın açmış olduğunu düşünerek kapatmak üzere salondan geçerken, bir adamın koltukta oturmuş olduğunu farketti.

Adam bacak bacak üzerine atmış, gayet sakin bir şekilde ”Merhaba” dedi..
Kadın donmuş kalmış, daha önce hiç tanımadığı, görmediği bu kişinin evinin salonunda ne yaptığını anlamaya çalışıyordu, kafasını toplaması biraz zaman aldı..

HOŞ BİR NOSTALJİ: DEDENİN YERİ

firatocal | 14 July 2010 14:56

Mütevazi görünümlü Dedenin Yeri
Mütevazi görünümlü Dedenin Yeri

Akhisar gezimi , lezzet duraklarını bir bir takip ederek sürdü rüyorum … Benim için nostaljik bir tadı olan , ama bir o kadar da yedikle rinizden dolayı sizi asla pişman etme yecek lezzetleri barındıran Dedenin Yeri ‘ ni ziyaret ediyorum… Dışarıdan küçük , mütevazi bir dükkan gibi gözükse de , unutulmaz tatları ve hatıraları saklıyor…

Ustamın elleri pek maharetli
Ustamın elleri pek maharetli

Nostaljik oluşu ehliyet aldığımız dönemlere dayanıyor… Burayı ilk keşfedişimiz de tam bu döneme denk gelir… Sürüş derslerimizden her çıkışımızda eşimle birlikte soluğu Dedenin Yeri ‘ nde alırdık… Önce yorgunluklarımızı söylediği demli çaylarla atar… nefeslendikten sonra ekmeği kendi yağına bandırılmış , bol baharatlı sade kokoreçimizi yer , hiç bir zaman doyamadığımız için hemen ardından söylediğimiz ikinci partı kokoreçlerin içine parça dalak attırarak mideye götürürdük…
Ehliyetimizi ilk alışımızda da kutlamak için birbirimize küçük birer hediye aldıktan sonra Dedenin Yeri ‘ ne ziyafet çekmeye gelmiştik…

SAN FERMİN FESTİVALİ VE ŞAMPİYON MATADORLAR

firatocal | 14 July 2010 13:15

Muhteşem futbollarıyla Barcelona takımı
Muhteşem futbollarıyla Barcelona takımı

Yıllardır Avrupa ligleri içinde futbolundan en çok lezzet aldığım takım Barcelona ‘ dır.. O göze hoş gelen , makine mükemmeliğinde ve bir sanat icrasını andıran paslaşmaları , ulaşmak istedikleri tek şeyin güzel futbol olduğunu ortaya koyuyor… Aslında oyunlarındaki bu coşku , ruhlarındaki bu tutku kültürlerinin de ateşli bir yansıması …

Pamplona şehrinden alışıldık bir San Fermin Festivali görüntüsü
Pamplona şehrinden alışıldık bir San Fermin Festivali görüntüsü

Bu yansıma gösteriyor ki , İspanyollar festivalleriyle her fırsatta yaşamdan nasıl tat alınacağını tüm dünyaya ispat ediyorlar… Şu sıralarda ( bu yazıyı 13 temmuz 2010 itibariyle yazarken festival 2. gününü yaşıyordu.. ) keşke orada bulunsaydım da eğlencenin bir parçası olabilseydim dedirten San Fermin Festivali tüm hızıyla devam ediyor… Bir de buna Dünya Şampiyonluğu ‘ nun kutlamalarını da ekleyin… Deymeyin İspanyolların keyfine…

Festivalin en can alıcı anlarından biri olan boğa koşusu
Festivalin en can alıcı anlarından biri olan boğa koşusu

Festivalin en tehlikeli ama bir o kadar da en eğlenceli ve en kaçırılmaması gereken boğalarla birlikte çılgınca koşma sekansı , şu sıralar yaşandı yaşanıyor eli kulağında… Festivali İspanyol televizyonlarında an be an izleyerek bu güzelliğin bir parçası olmaya çalışıyorum… Bir gün mutlaka canlı canlı içinde olacağım , biliyorum… Ama şimdilik tüm iştahımla kendimi adarcasına ekran başından tadını çıkarmaya çalışıyorum…

Kıbrıs’ta Neler Oluyor?-II

karuma76 | 14 July 2010 10:49

Bu aralar ada çok sıcak.Heryer, herşey, insanlar kavruluyor. Bu yüzden olsa gerek(!), insanlar burada 14.00-16.00 saatleri arası uyur. Hem de her yaştan, herkes…
Uyuyan bir devletin, uyulmayan kuralları! Avuç içi kadar bir adada, orana vurursak neredeyse Türkiye’de olandan fazla Trafik kazası oluyor. Neden araçların çokluğundan… Herkesin evinde en az iki, çoğunda da 3 araç var. İş arabası, Eş arabası, gezmek için araba, bayramlık araba falan. Burada herşey modadan ibaret. Düşünün ki yeni bir araba aldınız. Bir süre sonra yeni bi modeli geldi. Burada anında araba değiştirilir. Onun çocuğu şu okula gidiyor benimki de gitsin. Onun çocuğu keman dersi alıyor benimki de alsın. Bir sürü gereksiz moda ve gereksiz yarış. İki kardeş sırf bu yüzden birbirine giriyor. İki aile düğün günü nikahı iptal ediyor hem de ailelerden biri diğer aileden daha fazla çikolata yedi diye. Sanki çikolata kutusu suçluymuş gibi havuza fırlatılıyor. Ve en tirajı komik kısım. Bir sonraki gün adanın en tirajlı gazetesinde bir ilan: “Ben bilmem kimin oğlu bilmem kim, bilmem kimin kızı bilmem kimle hiçbir bağlantım kalmadığını tüm sevdiklerime duyururum.” Nokta…
Evet! Bu adada insanlar biraz garip. Neye inandıklarını, ne için yaşadıklarını bilmiyorlar. Ama kesinlikle kendileri için yaşıyorlar. Burada yaşayan herkes kendi cebine girecek paraya bakar ve öyle yaşar. KTHY niçin battı sanıyorsunuz? Eğitim nasıl böyle dibe vurdu? Neden Adanın marka olan ürünleri teker teker tarih oluyor?
Bu yazımda şu an gündemde yer eden KTHY konusunu ele alacağım. KTHY nasıl battı? Aslında “Battı mı batırıldı mı?” diye sorsak daha doğru olur.
İki-üç haftalık bir olay bu. Çok taze ve çok güncel. Tabii yine sade vatandaş gözüyle anlatacağım. Biri çıkıp itiraz ederse bunu dikkate alsın. Zira benim gözümde bu şekilde yer etmiş demektir. İki-üç hafta önce herşey dedikodularla başladı ki, bu adanın en ünlü eylemi dedikodudur. Anında haber yayılır. Kısa zamanda duymayan kalmaz adada. Hatta medya bile haber doğrulanmadan ilk baskıya verir. Sonra seyreyle gümbürtüyü. Hemen yer yerinden oynar, ortalık bir anda karışır. İlk olarak çalışanlar eylem yapmaya başlar. Batan bir geminin tabanına eylem yaparak bir delik de onlar açar. Sonra bu bir avuç insandan çıkan ses bir anda bütün adaya yayılır. Hemen toplu grevler, mitingler başlar. Çoluk çocuk herkes yollara dökülür. Çoğuna sorun orada niçin bulunduğunu bile bilmez. Ama hep bir kalabalık oluşur. Peki bu batış hikayesinin nedeni nedir? .Şimdi içi su ile dolu bir kova düşünün ve biraz yükseğe asılı. Altında da bir sürü insan. İçlerinde suya ihtiyacı olan da var olmayan da. Fakat herkes eline bir çivi alıp kovayı deliyor. İşte şimdi o kova (KTHY) bomboş. Firma çalışanlarının bazılarının ömür boyu ücretsiz bilet hakkı, bazılarının 5-6 bilet hakkı ve bazılarının da tek bilet hakkı olduğunu biliyor muydunuz? Aslında çalışanlar kendi kazdıkları kuyuya kendilerini ittiler. Şimdi gelin bakın meydanlarda “KTHY batmadı batmayacak.” naraları atıyorlar. Oysa çoktan infaz gerçekleşti ve artık KTHY diye bir havayolu şirketi, yavruvatanın bayrağını üzerinde taşıyan bir şirket yok. Devam edecek….

saltanat kayığı

nazokiraze | 14 July 2010 09:07

Osmanlı döneminde yalnızca padişah ve ailesinin dolaşabildiği saltanat kayıklarında ihtişam ön planda olmuştur.

Genellikle otuz küsür metre uzunluğunda olan kayıklar pek çok törende de kullanılırdı. Malumunuz binecek kişi koskoca padişah, kayığın adı da saltanat kayığı olunca onu diğerlerinden ayıran belli başlı özellikleri olmalıydı.Gümüşlü,altınlı süslemeler, her padişahın zevkine göre değişen köşk bölümleri ,harem için yapılan kafesler,çiniler,sedef kakmalar ve daha neler neler.

Sultan Reşat'a ait
Sultan Reşat’a ait

Saltanat kayıkları ile dolaşan padişahların bulunduğu köşk kayığın kıç tarafındaydı ve bu kayıkların kürek çeken çalışanlarına hamlacı (yaklaşık seksen kişi olurdu) denirdi, ayrıca sandalya denilen kayıklar da saltanat kayığının önünden yol açarak ona rehberlik ederlerdi.

Tuileries Bahçıvanının Günlüğü

hayalicindegecti | 13 July 2010 17:57

Tuileries Bahçeleri
Tuileries Bahçeleri

Evet, Tuileries Bahçelerinin bahçıvanlarından biriyim. Aslen Moroccoluyum, eğitimim yok, Fransızcayı bir türlü sizlerin deyimiyle “bi hakkın” öğrenemedim. E, ne yapalım şu dünyaya gelmişiz bi kere. Biz de yaşıyacağız.
Tam 25 yıldır Paris sokaklarını caddelerini arşınlar dururum. Hafta içinde yolum hep aynıdır, Strasbourg Saint-Denis’den 9 nolu metro hattına biner, Concorde’da inerim, ver elini Tuileries. Paris yazları bile sabah hep serin olur. Üstümdekileri değiştirir bahçıvan ünformamı giyer işe koyulurum. Önceki yıllarda Tuileries bahçelerinin çöpünü toplamaktı işim. Ne ararsan vardı, yemek artıkları, sigara izmariti, pet şişe, şarap şişeleri, bardaklar, en çok da prezervatif. Hatta kadın külotu bile çok bulunanlardandı.
Neyse işte, şimdi beni bahçıvanlığa terfi ettirdiler de, ağaçları traş etme (bizim Paris‘te ağaçları öyle bildiğiniz gibi budamazlar, kübik hatta kutu gibi bir şekil verilir onlara ki caddenin bir ucundan bak, öbür ucunu gör diye. Mesela ta Concorde meydanından Etoil’e bakarsın, Arc de Triomphe karşında pırıl pırıl görünür.

Arc de Triomphe-Zafer Takı
Arc de Triomphe-Zafer Takı

Neyse işte, şimdiki işim çimenlerin biçilmesi, yabani otların ayıklanması, havuzların temizlenmesi filan.
Okul okuyamadım dedimse de elime hiç kitap almadım değil. Bir zamanlar çocukluğum ve ilk delikanlılığımda Michel Zevaco’ya merak sarmıştım (*) romanlarını okur da okurdum, daha doğrusu yutardım. Metroda, otobüste, dinlenirken, yemeğimi yerken… Hep Pasavan (**) olma, kılıcımla, atımla Parisin altını üstüne getirme, bütün kadınları, hatta Kraliçe İzabo’yu (**) bile kendime aşık etme hayalleri kurardım. Onlarla aşk yaşayacak, yaşatacak, hepsini deli divaneye çevirecek ama sonunda asıl aşkım Berthie ile evlenecektim.
Neyse işte, o romanlar 17. Yüzyılda Paris’te geçer ya, Pasavan atıyla dörtnala Tuileries bahçelerine vurur kendini, oradan da bilmem nereye, bizim bahçeler bunca yüzyıl sonra bile aynı, o bahçeler işte.
Zevaco’ları okudum okudum sonra başka kitaplara merak sardım. Tabi bunda komşumuz yaşlı Monsieur Claude Bernard’ın katkısı büyüktü. Onun toz içindeki darmadağın kitaplığına tüneyip, Paris‘te yaşamış pek çok ünlü romancının şairin, ressamın hayatlarını yıllarca okudum da okudum. O kadar iyi öğrendim ki nerede nasıl yaşamışlar? Neler yapmışlar? Neleri sevmişler, nelerden nefret etmişler.
Ben de onlar gibi yaşamanın hayalini kurdum hep.
Mesela bir sabah kalkacağım. Bana çok yakışan o lavicert daracık blucinimi giyeceğim, üstüne beyaz gömlek ve siyah keten ceketimi çekeceğim, ceketin kolları hafiften sıvanmış olacak. Sonra ver elini Marais. Orada, La Perle’de oturup, sabah aldığım Figaro’mu açacağım önüme, Alexandre Adler’in yazısına takılacağım. Garson kız gelecek, ona :
Bir sütlü kahve, bir kruvasan
Deyip, siparişimi vereceğim. Gazetemi okur gibi yaparken (çok sevmem gazete okumayı, benim için varsa yoksa romandır) etrafı keseceğim. Uzak masadaki sarışın kız bana gülümseyecek (son yıllarda siyahiler ve melezler, Fransız kadınları arasında çok moda, çıldırıyorlar bizim için, hatta bizi yanlarında Louis Vuitton çanta taşır gibi taşımaya ve bizimle böbürlenmeye bayılıyorlar… E, bizim performansımız hiç düşmez, herhalde ondan.)
Sonra ikimiz aynı anda kalkacağız masadan, yanıma gelecek:
Salut, coment voiture?(***)
Dediğim anda elimi tutacak. Onun kırmızı Micrasına bineceğiz, müzik setinin butonuna basacak , “She said” başlayacak Plan B’den. Sonra ben yere düşmüş CD’yi , (Camelia Jordana) alıp, “Non non non”u koyacağım ve tekrar tekrar belki on, belki yüz defa onu dinleyeceğiz.
Küçük araba periferique’de (****) ilerlerken, elimle onun dizlerini okşayacağım, bir saatte Champs Elysees’ye varacağız, arabayı Concorde taraflarına, yerin altına park edecek, çıkıp yürüyeceğiz, Franklin Roosevelt metro istasyonuna varacağız, hemen karşısındaki GAP’a gireceğiz, ona sevimli bir tişört alacağım, üstünde “Non non non” yazılı olacak. Ardından Virgin’e girip üst kata koşarak çıkacağız. Ona sevdiğim bütün CD’leri dinleteceğim, o da bana kendi sevdiklerini.
Sonra Virgin’den bıkıp yine Champs Elysees’ye ineceğiz, güvercinler ayağımızın dibinde kırıntıları yiyip oynaşacaklar. Üst geçitten koşarak karşıya geçeceğiz. Chez Leon ’a girip, bahçesinde oturacağız. O midye isteyecek, ben escargot (salyangoz) yiyeceğim. Buz gibi soğutulmuş beyaz şarabımız gelecek önce, tuzlu tereyağ ve baton ekmeğimiz de… Deliler gibi gülüp atıştıracağız, onu ikide birde öpeceğim. Dudakları ve nefesi çilek, yok yok benim bahçelerdeki yabani mersinler gibi kokacak.
Oradan kalkacağız, yarı sarhoş yürüyüp Louis de Vuitton’un vitrinine bakıp alay edeceğiz, Fouqet’deki turistler o tatsız tuzsuz yemeklerini yerken bize gülümseyecekler. Sonra tekrar geri dönüp tam La Duree’nin önünden geçerken canımız macaron (*****) yemek isteyecek. Japon turistlerin ardından biz de o uzun kuyruğa gireceğiz, sıramız gelince o 10 euro verip, 10 çeşit macaron alacak. Ben ilk ısırıkta damağıma yayılan gül kokusuna bayılacağım, hele vaniyalı ve karamelli macaronlar inanılmaz bir tad bırakacak ağzımda.

Macaron
Macaron

O:
Ama bunun yanında bir kadeh şampanya olmalıydı
Deyip, kıkır kıkır gülecek. Ben kahkahalar atıp onu bir kez daha öpeceğim. O elini pantalonumda gezdirecek:
Hadi koşalım, Concorde’a gidelim, Tuileries’nin çimenlerine uzanırızdiyecek.
Yürümeye, öpüşmeye, koşmaya devam edeceğiz… Tuileries’de o dev çınarın altındaki kopkoyu gölgeye uzanacağız. O beni dokunuşlarıyla çıldırtacak, kalbim çarpacak çarpacak, nefesim tutulacak ve birden uyanacağım.
Tepemdeki masmavi gökyüzü ve bulutlar beni şaşırtacak. Ayağımın dibinde duran yemek kutusunu fark edip bir tekme savuracağım, öğlen yemeğimden arta kalan kuskus taneleri ve yarısı yenmiş tavuk budu çimenlere saçılacak…
——————————————————-
(*) Michel Zevaco: 1860 Korsika doğumlu Fransız yazar. Pardayanlar serisi ile ünlenmiştir.
(**) Pasavan ve Kraliçe İzabo: Zevaco romanlarının önemli karakterleri.
(***) N’aber? Fr.
(****) Paris çevre yolu.
(*****) Badem tozuyla yapılmış bezeler.

Kıbrıs’ta Neler Oluyor?

karuma76 | 13 July 2010 16:35

Adada yaşamak nasıldır bilen var mı? Tabii ki bilir herkes ya da tahmin eder az çok. Ama bu adanın adı Kıbrıs olunca işler değişir değil mi? Diğer adalardan çok farklı, yavruvatan deriz hep. Merak edip dururuz neler oluyor orada diye. Bazılarımız iyi şeyler bilir hakkında, bazılarımız da hiç iyi konuşmaz ada ve orada yaşayanlar hakkında. Neden? Bileniniz var mı? Yok elbette! Ama ben biliyorum ya da öğrendim demeliyim. Temmuz 1999 du adaya geldiğimde. Kavurucu bir sıcağın içine indim. Pistin üzerinde menemen pişerdi herhalde. Eyvah! dedim ve ilk uçakla geri dönmeyi düşündüm. Sonra uçağa arkamı döndüm ve yürüdüm. Neye yürüyordum, beni neler bekliyordu hiçbir fikrim yoktu. Çünkü ilkleri yaşıyordum bu adada. İlk defa uçağa bindim ve ilk defa adaya indim. Bu arada evliyim ve iki tane çocuğum var. Anlayacağınız üzere ev, iş ,bebiş hepsi burada. Evet doğru, burada bulunma sebebim eşimdi. Kıbrıslı biriyle evleneceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Neyse asıl hikaye ben değilim. Asıl olan benim burada görüp de sizin göremedikleriniz. Gazeteleri okusanız, haberleri dinleseniz bu anlatacaklarımı hayatta bulamazsınız. Çünkü bunları anlamak için önce Türkiye’de yaşamak, sonra da burada bir müddet kalmak gerekiyor. Haa.. Bir de sade bir vatandaş olmak şart. Mesela çarpıcı birkaç cümleyle başlayayım. Ben bu adaya sonradan gelmiş olmama rağmen buradaki birçok vatandaştan daha milliyetçiyim ve bu vatanı (yavruvatan) birçok vataşdaştan daha fazla savunuyorum.Kıbrıs’ta Rumlarla yapılmaya çalışılan anlaşmayı nlatırken bu bölümü daha iyi anlayacaksınız. Emin olun ki, birçok vatandaştan daha çok resmi daire biliyorum.
Burada akşam saat 7′ de sanki adanın şalteri indirilmiş gibi sokaklarda kimse kalmıyor. Hele kış aylarında bu saat daha da erkenlere çekiliyor. Yani burada yaşam sıfır. İnsanlar birbirine yatılı kalmaya gitmez. Misafirlikleri de bir saatten fazla sürmez. Tabii bunlar yaşantılarla ilgili. Esas gündem bu aralar değişti. Neden mi çünkü hükümet yeni değişti. Böylelikle neredeyse herşey tekrar ve kökten değişti. Esas anlatacaklarım işte bu son durum ve bu duruma nasıl gelindiği. Fakat benden bürokratik şeyler duymayacaksınız. Halk dilinde, halkın ağzından kendi yorum ve çift taraflı kültürümü de katarak size olanları tüm açıklığıyla anlatacağım.
Herşey bu adayı kurtarmak için verilen binlerce şehitle başladı ama o şehitlerin kardeşleri yani şu an burada olup vatani görevini yapan Türkiye’den gelen askerler burada yaşayanlar tarafından sevilmiyor. Hatta adayı terketmeleri isteniyor. Neden? Çünkü olası bir anlaşmaya engel oldukları için. Onlar olmasaydı aslında anlaşmaya hiç gerek kalmayacaktı. Çünkü o zaman KKTC diye dir devlet hiç varolmayacaktı! Şimdi gelin görün bir tanesi bile o şehitlikleri ziyaret etmiyor. Bu işin en trajik bölümü benim için. Ayrıca vatandaş olarak da sevmiyorlar Türkiye’den gelenleri. Oysa burada yapılan işlerin büyük bir çoğunluğunu Türkiye’den gelen işçiler yapıyor. Burada herkes Devlet işi dediğimiz kamu görevlisi olma derdinde. Devlet işine girmedikçe diğerlerini işten saymıyorlar. Örneğin burada KKTC vatandaşı bir amele (çok afedersiniz) bulmak zor. Tabii ben hariç. Çünkü 2004 yılından beri ben de vatandaşım. Aslında daha anlatılacak o kadar mesele var. Ama sırayla…
KTHY battı. Neden?Eğitim burada dibe vurdu. Neden? 34 tane sendika tek vücut olup greve gitti. Ama neden? Yoksa ters giden birşeyler mi var? Son bir aydır herşey altüst. Bunun sebebi kötü yönetim mi yoksa vatandaştan yöneticiye herkes mi suçlu? Daha bilmediğiniz ve merak ettiğiniz birçok konu için kalemi elime klavyeyi önüme aldım. Yazımın ikinci bölümü için bekleyin.