bildirgec.org

uncategorized hakkında tüm yazılar

ciğerleri yerinden söktüm

scapegoat35 | 15 October 2010 12:38

“Kız evladını veren baba, göğsü açılıp ciğerleri yerinden sökülmüş gibi hissedermiş” dedi kayınpederim.

kızıyla dillere destan bir düğün yaptık. ancak daha 3 ay geçmeden dolandırıldım ve battım. o günden beri de zor günler yaşıyoruz.

bunca sıkıntı içinde yaşarken, katıldığı bir düğün davetindeki gelinin babasını bu şekilde örnek vermesi çok can sıkıcıydı. kendi hislerini yüzüme vuruyordu resmen. ama içimdeki asıl sıkıntıyı, derdi, kederi bilmiyor ki.

sene başında hayatımızı biraz olsun düzene koymamızla birlikte, eşimle çocuk sahibi olmaya karar vermiştik. eşim hamile kaldı. çok mutluyduk. ben de sanki kız çocuğum olacak gibi hissediyordum. ancak dereyi görmeden paçaları sıvamamak gerekiyormuş. eşim 8 haftalık hamileyken, düşük yaptı. o günlerde sadece eşimi düşünüyordum. yeter ki o iyi olsun diyordum.

KINALI NEFES

il mare | 15 October 2010 11:19

Birşeyler yazmalıyım artık buraya, kısa da olsa hafifi yaşatan nefeslere nefesimi eklemeliyim,izim olmalı şu sıralar, iz bırakmaya ihtiyacım var.

Vakit geç,biryerlerden daha erken ama gene de geç.
Kafamda henüz bitmiş yabancı bir sohbetin gölge oyunları…
Akşamları gölgeleri sevmem,güneşin dik geldiği vakitlerdir favori gölgelerim, realitenin soyut halini yücelten,boylarını uzatan vakitler yani.
Burda vakit gece,kafamda gölgeler;aldığım notlar elleri,kolları gölgelerin; en çok da farklı kafaları,usları…
Avuçlarımın içinde somut gölgelerin soyut realiteleri,henna derler adına, henna‘nın kendini somuta boyamasına ama,var daha…
Ne demek istiyorum, çok karmaşık,toparlayamam ki. Niye yazıyorum o zaman? Doğru ya, nefesim.

müzik ne yapar?

absynthe | 15 October 2010 10:31

İnsanları hiç dinlediği müziğe göre kategorize ettiğiniz oldu mu? Bazı insanlar için rock bir yaşam tarzıdır mesela- ben biraz modası geçmiş olduğum için buradan örnek veriyorum- örneğin yeni tanıştığım bir insanın led zeppelin’in bir şarkısından bahsetmesi ya da beatles’ı az çok bilmesi beni etkiler. Ortak bir değeri paylaşıyor olmak bir bağ kurar o insanla benim aramda. George Harrison dediğimde yüzüme mal mal bakmaması, hatta tutup solo albümlerinden birini bana getirmesi o kişiyi özel bir yere koyar gözümde. Bir yakınımın Cem Adrian dinleyen insanlara zaafı vardır mesela, ne yaparsa yapsın o insan Cem Adrian dinliyorsa güvenilir gibi gelir ona, hiç güvenmeyeceği, ilgilenmeyeceği insanlarla bunun etkisiyle ilgilendiğine şahit oldum.

http://fc03.deviantart.com/fs14/i/2007/086/1/8/no_music_no_life_by_rickydaskylinez.jpg
http://fc03.deviantart.com/fs14/i/2007/086/1/8/no_music_no_life_by_rickydaskylinez.jpg

Sanatın hiçbir dalı kişiliğimizi bu denli etkilememiştir herhalde, ne resim, ne tiyatro. Belki edebiyat ile sinema biraz yaklaşmıştır, ama hiçbiri müzik kadar kolay ulaşılabilir, hızlı ve defalarca tüketilebilir olmadı. Hiçbiri müzik kadar kitlelere hızla ve uzun süren bir etkiyle nüfuz etmedi. Müzik ayrıca diğer sanat dallarından farklı olarak tüm marjinal grupların da kendini ifade etmesine olanak sağladı. 70lerde başlayıp günümüze evrilen arabesk buna güzel bir örnek olabilir. Hala tartışmaları yapılan bu müzik türü-diğerleriyle beraber tabii- gerçekten de toplumda tabakalaşmaya yol açıyor olabilir. Örneğin annem bir dönem çalıştığı iş yerinde sürekli “damardan” dinleyen iş arkadaşlarından nefret ederdi. Onlar da annemin götürdüğü türküleri dinlemezlerdi. Ama zamanla annem de onların dinlediklerine alışmaya başladı, bu gruba uyum sağladığının da bir göstergesiydi.

Sigara Kokusu

Galanthus | 15 October 2010 09:22

Bilirsin içmem, sevmem bile kokusunu…

Ama hatırlar mısın senin ellerinin kokusunu ne kadar sevdiğimi, ellerini avuçlarımın arasına alıp alıp alıp kokladığımı…

Gülerdin di mi bana içten içe, belki de anlamazdın ne yapıyor derdin bu deli kız. O deli kız sana çok aşıktı be!

Bir gün paketi aldım elime bir yandan konuşup evirip çeviriyordum, aldın elimden paketi, eline bile yakışmıyor, sana zararı dokuanacak hiç bir şeyi istemem. Hiç düşünmedin mi senin bana nasıl da zararının dokunduğunu, nasıl da içimde bir yerleri kanattığını. O gün seni o hassas noktandan yakalamıştı o deli kız, kendine zarar vererek seni kendine bağlayacaktı…

Matefobimatik

karuma76 | 14 October 2010 16:19

Bu defa derdim Matematik. Çoğu sevmiyor bu kelimeyi, hatta nefret ediyor. Çoğu bilmiyor bu kelimeyi, hatta bilmek istemiyor. “Ne matematik mi! Hiç sevmem.” İlk tepki bu. Yolda gördüğünüz herhangi biri bile matematik dediğinizde bu tepkiyi gösteriyor. …ve öğrenci milleti…Sevemedi gitti bu illeti…Oysa ne tarafa dönse matematik var. Hayatının her kademesinde büyük yer ediyor. Okul hayatı onunla dolu. Her yeni döneme geçerken ondan sınav oluyor. Her yeni adımda onu geçmek zorunda kalıyor. Fiziğin içi matematik, kimyanın içi , biyoloji bir matematik, kalıtım bile matematik, erkekliğimiz, dişiliğimiz,…Peki bunları bile bile neden sevmiyoruz, neden korkuyoruz…
Devam edecek…

Orta Dünya

civil slave | 14 October 2010 14:57

Bir ağaç denizinin içinde ada gibi yükselen bir tepenin ortasında; bir adam boyu, mezar taşına benzeyen bi kayanın dibinde; oturuyordum sabahtan beri. Nasıl oldu, oraya nasıl geldim, hatırlamıyordum. En son dün gece Semih’le içiyorduk… Tamam bu Semih’in muzipliklerinden diyeceğim ama yol yok bişi yok o çiroz taşıyamaz ki beni oraya kadar. Üstelik hiç uzatamaz bi şakayı, nerdeyse öğlen olmuştu.“Artık bir karar vermem lazım. Burda beklemenin bir yararı yok. En yakın açıklık doğu tarafında ormanın. Yürüsem karanlık basmadan çıkıp medeniyete ulaşabilirim belki” diye düşündüm. Geceyi ormanda geçirmek istemezdim doğrusu. Tepeden aşağı inen patikaya ayak basınca aklıma sevdiğim bir kitapta ki bir karakter geldi. “ yola çıkmak çok tehlikelidir frodo bir kere ayağını yola attın mı seni nereye götüreceğini bilemezsin” diyordu. Gülümsedim ve ayağımı yola attım.Ama aşağıda akşam olmuştu çoktan. Ömrümde hiç böyle bir orman görmemiştim. Bir kere ağaçlar çok sıktı. Hiç güneş almıyordu orman. Ağır bir küf ve çürümüşlük kokusu vardı. Çok eski bir ormandı belliki. Hafızamı yokladım yaşadığım yerin yakınlarında hiç böyle bir orman yoktu. Endişem daha da arttı. Yürümeye başladım ama hızlı gitmenin hiç imkanı yoktu. Patika tepeyi iner inmez bitmişti ve şimdi sık çalılıkta yürümek çok zordu. Üstelik bir patikanın var olması insan varlığına delalettir. Olmaması ise korkuya, korkudan yavaşlamaya sebep olur.

Türküm, doğruyum, çalışkanım

hayalicindegecti | 14 October 2010 14:26

“Türküm, doğruyum, çalışkanım,
Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.

Ey Büyük Atatürk!

Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.

Varlığım Türk varlığına armağan olsun.

Ne mutlu Türküm diyene!!!”

-Şimdi bunu da nereden çıkardın?diyeceksiniz. Yıllarca okulun ilk Pazartesileri anlamını hiç düşünmeden bu sözleri papagan gibi tekrarlamadık mı hepimiz? Dün uzunca bir sure bir kuyrukta beklerken kafamda çınladı durdu. O zaman bu tekerlemeyi sözcük sözcük ezberlediğimi ve de anlamını hiç irdelemediğimi farkettim.
Farkettim de ne oldu sanki…
Ne kuyruğu? diyeceksiniz, anlatayım. Avrupa ve İngiltere vizelerinden daha beter Amerikan Büyükelçilinden vize almak. Önce telefonla iş yapan bir firmadan kredi kartınızla ödeme yapıp randevu alıyorsunuz. Diyelim ki size Pazartesi günü, saat 09.00 randevusunu verdiler. Ondan sonra internette bir formu online doldurmanız gerekiyor. O formun 20 dakikada doldurulması gerekiyor, aksi taktirde cebelleşip duruyorsunuz formla. Hele kullandığınız programla uyuşum yoksa hele hele klavyeniz değiştirilmişse (I ve i lere dikkat!) uğraş babam uğraş…
Aslında bunlar işin en kolayı, sonrası yağmur altında elçilik önünde sıraya girip saatlerce beklemek. (Randevu almış bile olsanız-zaten aksi mümkün değil- dışarıda epey bekliyorsunuz, sonra içeri alınıyorsunuz. Koltuğunuzun altında bir klasör evrakla (çalıştığınız yerden yazılar, bordro kopyaları,kredi kartı, banka hesabı dökümleri, sosyal güvenlik kayıtları, sağlık sigortası poliçeleri, tapular, korkunç göründüğünüz biyometrik fotoğraflar vs. vs.) Bu kez içeride bir bariyerden geçiyorsunuz, birisi alıyor evraklarınızı inceliyor ve lutfederse nihayet bir salona alınıyorsunuz. 100 kişi filan bekliyor orada. Herkeste bir gerginlik, karşınızdaki levhada elektronik sıra numaraları. Bir saat filan bekledikten sonra numaranız yanıyor, bir görevlinin önüne geçiyorsunuz. Parmak izleriniz alınıyor. Neyse ki görevli kırıcı değil, hatta sempatik denebilir, bu işlemden snra tekrar yerinize geçiyorsunuz. Orada bir saat daha bekliyorsunuz. (Bu durumu hesaplayamadığınızdan randevlarınız kaçıyor, telefonunuza el konulduğundan kimseyi arayamıyorsunuz, bu arada affedersiniz gerginlikten tuvaletiniz bile geliyor ama sık dişini ve bekle!)
Nihayet sıra size geliyor, bir başka bankonun önündesiniz. Şimdi gelsin ahiret soruları. Eski vizeleriniz niçin farklı? Şimdi neden gideceksiniz? New York u çok mu seviyorsunuz? Size kim eşlik edecek? Evli misiniz? Çocuğunuz gelecek mi? Gelmeyecek mi? Neden? Çalıştığınız yerdeki pozisyonunuz nedir? Sizin yaptığınız işleri hiç izledik mi? Ufffff. Daha saymayayım… Benden beter durumda olanlar da vardı aslında. Saatler süren bekleme sırasına kulak misafir oldum. Bir İranlıya sorulan sorular akıl alacak gibi değildi. Bence görevli tamamen kendi merakını tatmin etmek için adamı sorduğu sorularla neredeyse sırat köprüsünden geçirmiş gibi oldu… Bu arada bir başka arkadaşım da birisinin mülakatına kulak misafiri olmuş,hocaya mı gidiyorsun? diye tek bir soru sorup, “iyi öyleyse aldın vizeyi demişler adamın birine. Tabii hocadan kasıt, Fethullah Hoca
Orada kaldığım iki saat boyunca gerildim de gerildim. Bizim politikacıların, “Türkiye’yi nerelerdeeeeen nereye getirdik” söylemleri aklımdan geçip durdu. Çıkışta yine aynı tekerleme dolaşıyordu dilimde:
Türküm, doğruyum, çalışkanım…”

Leyla

astral | 14 October 2010 12:58

-Ne okuyorsunuz bu ara?

-İskender Pala, Katre- i Matem.

– Okudunuz mu?

– Okumadım, İskender Pala’yı çok severim.
Okunmalı. Siz beğendiğinize göre hemen alır, okurum. Zaten Pala yazmışsa güzeldir.

– Orada, bir hikaye var: Leyla’ya soruyorlar. Senin mi aşkın daha büyük yoksa Mecnun’un mu? Fikrin nedir? Leyla benim diyor. ‘Neden ama Leyla? Bizce Mecnun’un aşkı daha büyük daha kudretli. Sen ne yaptın? O dağlara aşkını yazdı, kuşlarla konuştu, senin için diyar diyar gezer oldu, dillere aktı; olmaz deneni yaptı, gönüllere düştü.’ Leyla şöyle yanıt verir: ‘İyi de bir aşkı hiç söylemeden içte saklayan benim. O benim zorluğumu yaşamadı. Dağa, bayıra yazdı, kuşlarla, insanlarla konuştu; aşkını anlattı. Aşkı anlatmadan içte tutmaktır zor olan.’

Gösteri

Galanthus | 14 October 2010 11:37

Çağırdı beni “N’olur davetlim ol” dedi.

Ben de geldim. Kıramadım onu ki kırmayı da hiç istemem ama o kırdı beni. Davetlim ol dediğinde bana hiç değilse sırf ona daha yakın olayım diye ön koltuklardan bir yer ayarlayacağını düşünmüştüm sırf onu daha yakından görebileyim diye. Hiç hayal ettiğim gibi olmadı, değil ona yakın olmamı benim geleceğimi bile düşünmemişti, beni tamamen aklından çıkarmıştı, beni unutmuştu. Geldiğimi gördüğünde şaşırdı, peki mutlu oldu mu? Daha çok şaşırdı sanırım ve mahcup oldu, diğer arkadaşları ön sıralara kurulmuştu. Bir tek ben, bir tek benim nerede oturacağım belli değildi. Ben ise yolda gelirken orkidemi almış beni görünce hem orkideye hem de oynayacağı ilk oyuna geldiğimi görmenin sevinciyle boynuma atlayacağını düşünmüştüm. Yanılmışım. Hoş geldin demeyi bile unuttu, çok heyecanlıydı, ondandır. Şaşırmıştı, mahcup olmuştu, kesin ondandır.

devre anahtarı

astral | 14 October 2010 10:05

Gittiği bir doktor yaralarını incelemiş ve ölüme sebebiyet verecek kadar ciddi olmadığında ısrar etmiş ve tüm hikaye bundan sonra başlamış…

Bu yazı çok ıssız. Ne kadar yakın ne kadar uzağımdasın? Sığınaksızlar penceresi çoktan dolmuşken; var oluş psikozlarını yazarken, sen geri dönenlerdenken, tütsülenmiş gerçek şişeye konulmuş, bekliyor…

Söylesene sesindeki kimsesizlik, kime? Adres veriyorum: Çalınmış ruhlar pazarı yerine batık ruhlar kenti. Ayrıksı otlar birlikteliği, kendi içinde bütünlük yaratıyor; öyle mi? ‘Söz söyleme süreçleri henüz bitmedi,’ diyemeyeceğim.