bildirgec.org

hikaye hakkında tüm yazılar

prens-es

morfik | 22 August 2011 12:28

Düşler çizgi oyunu oynarken -taş çizgiye düşerken- taşa takılıp oyuna küsen;
hikayeleri, şiirleri çok seven bir kız varmış.

Cehennem sıcağı bir ülkenin prensesiymiş. Yüreği ülkesinden sıcakmış. Gözleri can yeşili, lakin mavi olmasını dilermiş. Belki, çok güzel olmaktan da bıkıyordur insan, kim bilir… Çünkü saçlarını açtığında herkes büyülenirmiş.
Çoluk-çocuk tabirli karmaşalara düşünce ülkesini çıplak ayakla bir uçtan bir uca yalın ayak gezermiş. Ee aşk diye inandığımız; topuk kısmı aşınmış çorap olunca umutlarımız ayağa düşer, parmaklarımızı acıtırmış.

DERİN KARANLIK 5

nihansage | 19 August 2011 09:22

DERİN KARANLIK, Dünya atmosferini aşıpta uzaya çıktığı zaman, kaptan, rahatlamış olarak geminin idaresini, ikinci kaptan Yüzbaşı Rıza Aslan’a devretmişti. Rıza Aslan “tuttuğunu koparan” diye tabir edilen bir insandı. İki yıldır DERİN KARANLIK’ın ikinci kaptanlığını yapmaktaydı. Kendi uzay gemisininin kaptanlığını yapabilmesi için ise, henüz önünde iki yılı daha vardı. Yüz kilonun üzerinde iri bir vücudu vardı. Ama asla şişman değildi. Üniforması, iri kaslarını gizleyemiyordu. Yirmi sekiz yaşının vermiş olduğu genç ve dinamik havası, kaptan köşküne adeta hayat vermekteydi. Kaptan, yanında bulunmadığı zamanlarda, personel onun etkisi altında kalmaktaydı. Güçlü ve gür sesi, onu her ortamda görülür yapıyordu. Kısa kesilmiş sarı saçları ve baktığı zaman insanı etkileyen mavi gözleri vardı.
Albay Çelik, kaptan köşkünden çıktıktan sonra, ikinci kaptan Rıza Aslan, dümencinin yanına gitmiş ve ona gerekli emri vermişti.- Rotamız Satürn gezegeni. Uydusu olan Titanda kurulan uluslar arası uzay üssüne doğru gidiyoruz. Hemen rota verilerini bilgisayara girin.
– Başüstüne efendim. Titan’ın rota bilgileri bilgisayara verildi.Yüzbaşı Rıza Aslan, yerde oturmakta olan öğrencilere doğru döndü.
– Şu anda Satürn’ün uydusu olan Titan’a doğru yola çıkmış bulunmaktayız. Bildiğiniz gibi Titan, samanyolunda Dünyaya en çok benzeyen gök cismidir. Orada bulunan Uluslar Arası Uzay üssü olan KONAK-1 e gidiyoruz. Her biriniz, eğitmenlerinizin sizlere vermiş olduğu görevleri harfiyen yerine getireceksiniz. Unutmayın ki, bu görev sırasında ki yapmış olduğunuz hareketlerin her biri eğitmenleriniz tarafından üstlerimize rapor edilecektir. Ona göre davranın ve emirleri uygulayın. Geleceğiniz, bu gemide yapmış olduğunuz hareketlere bağlı. Sakın unutmayın.Öğrenciler, ikinci kaptanın kendilerine söylediği şeyleri büyük bir dikkatle dinlemişti. Başlarında ki eğitmenleriyle birlikte kaptan köşkünden çıktılar Her birinin heyecanı gözlerinden okunabiliyordu. Hayalleri gerçek olmuş ve Titanda kurulan uluslar arası uzay üssüne gidip, kendilerine verilen görevi gerçekleştireceklerdi.Albay Çelik revire gelmişti. Otomatik kapı kendiliğinden açılmış ve içeride Oktay’ı sakinleştirmeye çalışan Doktor Tülay Işık’ı görmüştü. Doktor sürekli olarak Oktayla konuşuyor, Oktay ise eliyle kulaklarını kapatmış bir şekilde Doktoru duymamaya çalışıyordu. Sinirleri iyice gerilmiş olan Doktor Işık, Albay’ı karşısında görünce daha fazla dayanamamıştı. Oktay’ın yanından ayrılıp, Albay’ın tam karşısında durdu.
-Bu yaptığından memnun musun şimdi. Oktay bir türlü sakinleşmiyor. Ne yaptıysam olmadı. Okulda onca çocuk varken sen git… Yok illa bu çocuk olacak. Ya ben… Bana ne demeli. Nasıl oldu da bunu kabul edebildim. Kendime inana mıyorum.Albay, Doktoru kollarından tutup, kenara çekti. Şu anda ilgilenmesi gereken kişi o değildi. Oktay’ın yanına geldi. Oktay, elleriyle kulaklarını örtmüştü. Gözleri sımsıkı bir şekilde kapalıydı. Ne bir şey duymak, ne de görmek istiyordu. Oturduğu yerde ileri geri sallanıyordu.Albay Çelik, Oktay’ın ellerini tuttu ve kulaklarını açtı. Çocuk tüm direnmesine rağmen, Albay Çelik’in gücüne karşı gelemiyordu. Albay, Oktay’ın kulağına ağzını yaklaştırdı ve onun duyabileceği bir şekilde fısıldadı. Söylediği şeyler, Oktayda anında etkisini göstermişti. Çocuk, gözlerini açmış ve sallanmayı kesmişti. Kafasını kaldırıp, Albay Çelik’e baktı.
– Bunu sen nereden biliyorsun?
– Ben de oradaydım.Oktay şaşırmış bir haldeydi. Ne diyeceğini ne yapacağını bilemiyordu. Şaşkınlıktan gözlerini kocaman açmış bir halde Albay’a bakıyordu.
– Sen orada olamazsın. Senin söylediğin, sadece benim rüyalarımda görmüş olduğum bir olay. Bunu senin bilmen mümkün değil.Albay, Oktay’ın olayları karıştırdığını fark etmesi uzun sürmemişti.
– Senin rüya diye bildiğin şeyler gerçekten yaşandı. Ve ben de oradaydım. Tam olarak senin ve babanın yanında. O zamanlar çok küçüktün. Yanılmıyorsam altı yaşına yeni girmiştin. Yaşadığımız olayın benim tarafımdan kabul edilmesi ve anlaşılması dahi çok uzun sürmüştü. Senin bilinç altın ise olayları unutmanı sağladı. Ama yaşadığın olay o kadar büyüktü ki bunları unutmana izin vermedi ve rüyalarını etkilemeye başladı.Oktay iyice şaşırmıştı.
– Rüyamda gördüklerim inanılmaz şeyler ve siz bana bunların gerçek olduğunu ve bütün bunların yaşandığını mı söylüyorsunuz?- Evet, hepsi gerçekten yaşandı.Oktay ve Albay Çelik’in konuşmalarından hiç bir şey anlamayan Doktor Işık ve Doktor Canbey, soran gözlerle ikiliye bakıyordu. Doktor Işık daha fazla dayanamadı. Aklında ki soruyu Albay’a sordu.
– Yıllar önce ne oldu da sizleri bu kadar etkiledi? Sakıncası yok ise öğrenmek isterim. Hem çocuğun kulağına ne söylediniz de birdenbire korkusunu unutupta söylediğiniz söz ile ilğilenmeye başladı?Albay Çelik, Tülay’a baktı. Doktor Canbey’in de bir cevap istediği her halinden belliydi.
– Oktay’ın kulağına ne söylediğimi, eğer kendisi de isterse Oktay’ın açıklaması daha doğru olur.Oktay yere bakıyordu. Uzay korkusunun asıl nedeni olan, başlangıcı belirleyen ve babasının kendisine söylediği ve asla unutmadığı şey.
– Babamı rüyalarımda sürekli olarak görürüm. Ve onu her gördüğüm zaman bana mutlaka bir söz söyler. O bu sözü söylemeden rüyam bitmez. Bana söylediği şey ” Evren dediğimiz şey, aslında biziz. Biz evrenin içindeyiz, evren ise bizim içimizde.” Ben bunu hep rüyalarımda babamın bana söylemiş olduğu bir cümle olarak düşünmüştüm. Ama Kaptan Çelik’in bu sözü kelimesi kelimesine bana söylediğini duyunca bir tokat yemiş gibi sarsıldım. Çünkü ben bunu babamın bana sadece rüyalarımda söylediğini sanıyordum. Meğerse gerçekmiş. Bu cümle gerçek ise daha sonra yaşananlar da gerçektir.Kaptan Çelik, Oktay’ın kaldığı yerden olayları anlatmaya başladı.
– O sıralar ben bu geminin ikinci kaptanıydım. Oktay’ın babası olan Kaptan Emin Doğaner ile birlikte bir görev için Dünyaya gönderilmiştik. Kaptan artık Dünyaya yerleşmeyi pilanladığı için ailesiyle birlikte seyahat ediyordu. Dünyaya yaklaştığımız zaman Kaptan Doğaner, kaptan köşkündeki büyük pencereyi açtırmış ve Oktay’a Dünyayı gösteriyordu. Gezegen bütün haşmetiyle tam karşımızda duruyordu. İşte o zaman kaptan, Oktay’a ” Evren dediğimiz şey aslında biziz. Biz evrenin içindeyiz, evren ise bizim içimizde,” sözünü söyledi. Bu söz benim de çok hoşuma gitmişti. Asla unutmadım.Her iki doktorunda gözlerinin içine baktı.
– M KANUNU diye bir yasa duydunuz mu hiç?Doktor Canbey, Kaptan’ın sorusuna cevap vermişti.
– Bildiğim kadarıyla bu evrensel kanun yeni ıspatlandı ve kabul edildi. Evrenin içinden yeni evrenler çıkması ve paralel dünyaların varlığı kabul edildi. Ama bunu bilsek bile enerji boyutuna geçip, onbirinci boyuta gidipte tekrardan anti evrene geçip ve yine maddesel hale gelmemiz çok zor. Hatta imkansız.Kaptan çelik Doktora gülümseyerek baktı.
– Anlattığınız şeyler doğru fakat eksik. M yasası bundan tam olarak on yıl önce kabul edildi. Bu yasanın kabul edilmesindeki asıl neden, on yıl önce bu gemide yaşanan bir olaydır. Kaptan Doğaner oğluyla konuştuğu sırada hepimizi etkileyen bir olay yaşandı. Özellikle bundan Oktay etkilendi. Ve etkilerini ömrü boyunca üzerinde hissetti. Hepimiz açık olan pencereden Dünyaya bakıyorduk. Harika bir görüntüydü. Birden çok güçlü bir işik belirdi. Ardından kulakları sağır eden ses duyduk. Daha ne olduğunu anlamadan kaptan köşkünde yabancı insanların bulunduğunu fark ettik. İnsan gibiydiler ama insan değillerdi. Farklı bir evrenden, farklı bir boyuttan bizim evrenimize gelmişlerdi. Bunu daha sonra, bilgisayar verilerini inceledikten sonra farket miştik. Silahları bize doğru çevrilmişti. Liderleri olduğu belli olan biri kaptana doğru yaklaştı. Bizim dilimizde konuşuyordu. Meğerse daha önce de boyutlar arası kapıdan geçmişler ve insanlarla temas kurmuşlar. Bu arada dillerimizide öğren mişler.Doktor Tülay anlatılanlardan dehşete düşmüştü.
– Ne istiyorlardı peki?Kaptan Çelik, Tülay’ın sorusuna cevap verdi.
– Gemiyi ve içindeki mürettebatı istiyorlardı. Bunu ne için istediklerini bilmiyorum ama onca yolu aşıpta geldiklerine göre önemli bir şey olmalı.
– Babam o zaman mı kayboldu?Kaptan Çelik, üzüntülü bir şekilde duran Oktay’ın yanına gitti. Eliyle onun omzunu tuttu.
– Evet. Bizim için ve senin için kendini feda etti. İstilacıların liderinin üzerinde boyutlar arası seyahati gerçekleştiren bir cihaz vardı. Baban istilacıya saldırdı ve nasıl yaptı bilmiyorum ama o cihazı çalıştırdı. İkisi birden büyük bir ışık ve sesin ardından kayboldular. Bizler ise geri kalan istilacıları etkisiz hale getirdik. Onları Dünyaya getirdiğimiz zaman, fizik kanunları tamamiyle değişti. Onlardan pek çok bilgi edindik. Diğer evrenler nasıl yerler, oralarda bulunan canlı potansiyeli nasıl, diğer evren kanunları nelerdir, işte bunun gibi şeyler öğrendik. Ama adamlar boyutlar arası kapının nasıl açıldığını ve maddenin enerjiye, enerjininde maddeye nasıl çevrildiğini bizlere anlatamadılar. Çünkü bilmiyorlardı. Onlar sadece öncü askerlerdi.Oktay çok üzgün görünüyordu. Gözleri yaşlarla dolmuştu ama ağlamıyordu.
– Babam öldü mü?
– Bilmiyorum. Ama ben yaşadığına inanıyorum. Yıllarca onu aradım ve aramaya devam ediyorum. Bu aramam sırasında senin de benim yanımda olmanı isterim.Oktay fazla beklemedi. Sadece başını sallayarak onayladığını belirtmişti.

Kocaman Bir Nefes

mavilikler | 12 August 2011 16:13

Sarmaşıkların gölgesinde uykuyla uyanıklık arası… İçimde tüm sesler susmuş… Annem balkonun kapısında belirip bir tepsi uzatıyor. Üzerinde buz gibi limonata… Şimdi burada, bu koltukların, sehpaların ortasında hiç duyamadığım bir serinliği veriyor bana.

Gözerimi kapayınca o balkona gidebiliyorum. Yalnızlık ve sessizlik bir tür sihir yaratır. Gerçek olan şeylerle istediğin gibi oynayabilirsin. Kah kilometrelerce uzaktaki bir sahildesindir, kah küçücük, sevimli mi sevimli bir odada… Bu zihinsel yolculuklara kimse tanıklık etmediğinden elinde bez, büfenin tozunu alırken, gözlerini sımsıkı kapayabilirsin birden. Dalgaların okşayışını hissedersin ayaklarında. Bezi ve bu odadaki her şeyi çok ötelerde bırakarak…

Adı Aşk Olmazdı

mavilikler | 08 August 2011 13:27

Sonuna dek tüketeceğim bu sefer. En küçük bir özlem duymayacak kadar bildik bir şeye dönüştüreceğim onu…

Yoksa hep içimde kalıyor bir şeyler. İnce bir sızı almış başını götürüyor beni de kendiyle birlikte bulunduğum yerden çok uzakta, gölgelerle dolu bir yere.

Hep aklımda aynı görüntüler ve seslerle o loş köşeden bedenimin bulunduğu yeri görmeye çalışıyorum. “Şimdi nerde?” diyorum. “O çekici gülümsemesi hangi yüzde dolanıyor şimdi kimbilir? Bir okşayış gibi usul usul…”

YARINIM UMUT DOLU

nihansage | 03 August 2011 13:48

Sabah güneşi bütün ihtişamıyla gök yüzünde belirdiği zaman, geçen günün vermiş olduğu sıkıntı halinden ancak kurtulmuştu. Yeni günün doğması gibi, insan için de yeni bir başlangıç yapma ihtimali doğmaktaydı. Büyük mutasavvıf ve düşünür olan Mevlana Celalettin Rumi’nin sözleri aklına geldi; ne demişti Mevlana “Düne ait ne var ise dünle beraber gitti can cağızım. Bu gün yeni şeyler söylemek gerek.” Bu gün yeni bir başlangıç yapacaktı. Öncelikle bunu kendisine söyledi. Şimdi sıra ailesine ve hayatına girdiğinden beri kendisini hem dıştan hem de içten yıpratan kişiye söylemesi gerekiyordu.

Laleler

mavilikler | 31 July 2011 11:36

Şu çok gelişmiş ülkelerden birinden gelmişti. Medeniyet, refah, adil gelir dağılımı kavramlarının havalarda uçuştuğu bir masal ülkesi… Peki neden yüzü yalanlıyordu geldiği yeri? Bir hayalet gibi varlıksız, en küçük bir boşluğu doldurmaktan korkarcasına süzülüp duruyordu aramızda.

“Neden oturmuyorsun?” dedim. Oturup da varlığını hatırlatmaktan mı korkuyordu yoksa? Kahvaltı soframızın neşeli havasına uymayan bir şeyler olduğunu düşünüyordu belki de kendinde. “Lütfen otur!” dedim itiraza meydan vermeyen bir kesinlikle.

Yanımdaki sandalyeye yaklaştı, her adımda uçuruma bir adım daha yaklaşmışçasına yavaşlayarak… Nihayet kendisini bekleyen değiştirilemez kaderle yüz yüze gelmişçesine sandalyenin yanına ulaştı ve kendisine çekerek hala son anda onu bu zulümden kurtaracak bir mucize beklercesine bir kaç saniye daha oyalandı. Nihayet oturduğundaysa onun kadar biz de inanamıyorduk, nasıl olup da son anda kaçmadığına.

ÇAKAL ÇATAR

super hero | 28 July 2011 16:31

Suadiye’de çalıştığı butikte boynundan bağlamalı sırtı açık bluzla duran ama Sultanbeyli’deki evine gitmeden önce bütün düğmelerini boğazına kadar iliklediği yelek giyen Serap ile tatil için İstanbul’a dayısıgile gelmeden önce on günlüğüne iPhone kiralayan Ömer, o gün giydiği yüksek topuklu ayakkabı ayağını çok fena vurduğu için o sıcakta bir türlü bitmek bilmeyen yolu topallayarak yürümek zorunda kalan Ebru’ya çarpmamak için ani fren yapan minibüste yanyana oturuyordu.

Ben o sırada evde, yazarın beni yazmasını bekliyordum. Çok susamıştım; ama yazar su içmeme izin vermiyordu.

Büyülü Gülüş

mavilikler | 23 July 2011 12:45

Bu kıpırtı… bir hoş ediyordu içini. Bir an rahat vermiyordu ona. Şu karpuzu yerken, sular ağzından akıyordu ya, öylesi bir iştahla saldırmak istiyordu bu yaşam denen zengin sofraya. Öyle çok çeşit vardı ki üzerinde, birine uzansan uzanamadıkların uzak bir rüya gibi sızlatıp duruyordu içini.

Her şey bu kadar dokunacak kadar yakınken sahip olamadıkların yaşamında kendilerine koca boşluklar açıyor, yerlerini başka bir şeyin doldurmasına izin vermiyordu. Keşke bu kadar güçlü olmasaydı! Hayatın kimi yanlarını görmezden gelmesini sağlayacak eksiklikler, imkansızlıklar kendisinde de var olabilseydi keşke!

Ambalaj

mavilikler | 16 July 2011 10:04

Bir şeyler çelişiyor birbiriyle. Ama bir arada yaşamalılar ille de. Bu yüzden bir uzlaşma gerek… Tarafların elden geldiğince az ödün vererek ortak paydada buluşması, ara ara yan yollara sapsalar da ana yoldan çok da uzaklaşmaması…

“Birkaç gün kalacağım yalnızca. Kız berbat halde… Biraz yanında olayım. Yine önceki haline dönmesinden korkuyorum.”

Uçurum

mavilikler | 14 July 2011 09:24

Bir insan o noktaya nasıl gelebilirdi ki?! Oradan kendini boşluğa bırakırken en son düşündüğü neydi kimbilir? Gazetelerde yazdığına göre herhangi bir madde bulunmamıştı kanında. Ölümün ta gözlerine bakmıştı yani. Bulutlarda uçmadan, her şeyin biteceğinin tam olarak bilincinde bırakmıştı kendini.

Hayat bu kadar üşütebilir miydi? Kimi zaman o ürpertiyi hisseder gibi olmuştu kendi de… Bir düğme olsa ve basınca her şey bitse basardım diye düşünmüştü hatta bir keresinde. Ölüm acı çekmekten bağımsız bir hale girince çok da korkunç görünmüyordu aslında. Peki o adam nasıl becermişti bunu? O kadar yüksekten acısız bir şekilde hiçliğe gitmek çok düşük bir ihtimal olmalıydı. Kayalıklar vardı… Bir sürü sert köşeler… Nasıl göze alabilmişti bunu? Hayatın sert köşelerinden kaçmamış mıydı oradan atlarken? Finali daha yumuşak bir şekilde yapabilirdi pekala.