Suçluydu yine. Kaşlar kalkmıştı havaya, çocukluğundaki gibi çaresiz bırakmıştı onu yine. O iki çizgiye karşı duramaz mıydı bu kez? Birkaç saniye önce annesinin yüzünde her zamanki konumlarındayken, kendisi yine aynı insandı. Ne hoş akisler bırakıyordu sesi odanın her yerinde. Mutlu bir ses çoğalmak istiyordu gitgide, bu yüzden böyle yankılar yapıyor, sanki diğer odalara da duyurmak istiyordu kendini.Başka bir şehirde, başka sokaklardan geçip oralarda bir yerde denizin olduğunu bilerek sabahları ekmek almaya gideceği, gemileri, uzakları, martı çığlıklarını düşünerek her şeyi bir kıyıdan bakar gibi bir parça uzaktan izleyerek keyifle çayını yudumlayabileceği bir yaşamdan söz ediyordu az önce.Artık yetişkin bir kadındı. Küçüklüğündeki gibi isteklerinin ve özlemlerinin her seferinde annesinin yüzündeki sınır çizgilerine çarpmasından yorulmuştu. Onlar küçük bir kızın sınırlarıydı.Canını acıtabilecek şeylerden korunması için bekliyorlardı orada. Artık büyümüştü ama o çizgiler hala aynı yerdeydi. Küçük bir kız muamelesi yapıyorlardı ona.”Yapayalnız ne yapacaksın oralarda? Genç bir kadın, İstanbul gibi bir yerde… Olacak şey değil. Her gün ne haberler okuyoruz.””Anneciğim şimdiki yaşamımdan çok bir farkı olmayacak ki! Ankara’da da yalnız yaşıyorum. Sadece deniz olacak yaşadığım kentte. Çocukken geçtiğim sokaklardan geçeceğim.”Annesinin gözlerinde uzak bir şehri gördü. Uzun yıllar önce o da geçmişti o deniz kokan sokaklardan. Fırından elinde ekmekle dönerken o da o kokuyla sarhoş olmuş, varlığı kocaman bir tebessüme dönüşmüştü. Evden çıkarken olmayan bir şeyle dönmüştü her seferinde. Sonsuzluk ona bir şeyler fısıldamıştı.Deniz olan bir şehirde dışarıda kendi kendinle baş başa kalabildiğin birkaç dakika bile çok taze ve derin bir soluk demekti. Her bir hücren yenilenirdi sanki. Yepyeni ve yabancı bir insan haline gelirdin. Sanki sonsuzluğun içinden seyrederdin her şeyi. Martı çığlıkları seni her şeyden çok uzaklara götürür, oradan görmeni sağlardı her zamanki yaşantını. Ölümü hatırlardın, sonsuzluğa karıştığın o noktayı… Bunun tam olarak bilincine varamasan da ruhun derinden bilirdi. Ve seni nedenini anlayamadığın o dingin tebessüme boğardı. Ölümün kıyısından, gerçek anlamına kavuşmuş olarak seyretmeye başlardın hayatı.Ölenlere duyduğun şefkati yaşayanlara da duymaya başlar, her an elinden uçup gidecek sabun köpükleri gibi kaybetmekten korkardın onları. Bu yüzden de asla eskimezdi yüzleri. Bir gün kapıyı çekip bir daha asla dönmeyecekleri ihtimali her zaman taptaze bırakırdı onlara ait her şeyi. Eve döndüğünde onlara çok güzel bir kahvaltı hazırlamak isterdin. Asla kaybolmayacak muhteşem bir gün sunmak isterdin sonsuzluğa.Annesi de böyle kahvaltılar hazırlamıştı onlara. Belki de şimdi o günleri düşünüyordu. Gençliğinin sokaklarından geçiyor, taze ekmeğin deniz havasında kazandığı o emsalsiz lezzeti duyar gibi oluyordu. Kendisine bakarken o sokaklarda düşe kalka oynayan, dizleri hep yaralı o küçük kızı görüyor, onun gerisinden bakan kadının hangi ara bu kadar büyüdüğünü soruyordu kendine. Gerçekten görmüş müydü artık yetişkin bir kadın olduğunu? İstekleri ertelemek için çok da zaman kalmamış olabileceğini, bu mutsuz yüzü o küçük kızın yüzüne benzetecek tutkuyu yeniden ona kazandırmak için gitmesine izin vermesi gerektiğini..?Kaşları her zamanki konumlarına dönmüştü yine. Sınır çizgileri yok olmuş, engin bir deniz almıştı yerlerini. Pupa yelken gitmek için en küçük bir engel yoktu.