http://xl-kadraj.blogspot.com/2010/04/siyahn-beyazla-dans.html
dans hakkında tüm yazılar
Helios’un Tehlikeli Okları
admin | 06 February 2010 14:27
Bir keman sesi, içimde. Sesin içinde kaybolduğun, yoğrulduğun. Dingin etkin. Helios’un okları her bir nota, her bir darbe.
Aşk bir girdap. Eğlenceli başlayan. Soruları kendine sorduğun önce, mızrakları kendine saplamaktan kaçındığın sonrasında. Her bir varoluş serüveninin, yokoluşa dönüştüğü yedi temel notanın tepelerinden çekilen çizgi.
Her çizgi her tende ve her yazgıda başka şekil bulandır. Bu da şaşırtandır kimi zaman. Her defasından ‘Tamam’ dediğin ve her defasında elinin boş eve döndüğün bir ilizyon oyunu aşk, dostum.
Sırlarını kalpten önce döktüğün, üzerine pastalar yaptığın lezzet diyarlarında gün gelir mahzenin dediğin o ten mezarın da olur; cennetin de güzelim.
Müzikal Filmler
cansualtas | 01 February 2010 12:03
Sinema ve müzik sanatının harmanlanmasıyla sunulan müzikal filmler, bazen öykünün şarkılarla bütünleştirilmesiyle bazen de sanatçının biyografik yaşamını konu almasıyla karşımıza çıkıyor.
’90’lı yıllar müzik/ müzikal filmlerin kilit noktasıydı.
’90 öncesinde çekilen filmler özgüven, aşk, sevgi, cesaret, sadakat, masumiyet, gurur temalarını yoğun şekilde işlerken, ’90’ sonrasındaki yapımlar daha modern bir çizgide ilerliyor. Gerek çekim teknikleri gerekse karakterlerin iç dünyaları, içinde bulunduğumuz teknoloji çağının birer kopyası olarak her yıl beyazperdedeki yerini alıyor.
The Phantom Of The Opera: İlk sahneye koyuluşundan yıllar sonra tekrar beyazperdeye uyarlanan film Andrew Lloyd Webber’in en ünlü müzikal eserlerinden birisi.
Amadeus: Wolfgang Amadeus Mozart’ın yaşamını anlatan biyografik film 8 dalda Oscar Ödülü kazanan iddialı yapımlardan birisi.
Wizard Of Oz: En iyi aile filmi olarak seçilen yapım, bizleri büyülü bir dünyaya götürürken masalımsı bir şekilde hayatın güzelliklerini sıralıyor.
Rumba: Aşkın en saf halini anlatan yapım aynı zamanda rumba dansını ekrana taşıyor.
Copying Beethoven: Beethoven’ı ve 9. senfoni dönemini anlatan film müziğin aşkını iliklerimize kadar hissettiriyor.
The Wall: Pink Floyd’un müziklerinin eksik olmadığı film Pink karakterinin yargılama, hesaplaşma ve tükenişe doğru giden hayatını konu ediyor.
Cabaret: Dramatik müzikal tadındaki film hala tiyatroyla ve oyunlarla tekrarlanan yapımlardan birisi.
Flashdance: Genç bir kadının dansa olan tutkusunu konu alan yapım aynı zamanda feragat, imkansızlık, kendine güven öğelerini işliyor.
Singin’in The Rain: Sessiz sinemadan sesli sinemaya geçişi anlatan romantik film klasikler arasında yer almaktadır.
Dirty Dancing: Dans ve müzik ağırlıklı film, toplumsal sınıf ayrılılıkları ve ilk aşk üzerine dikkat çekiyor.
Evita: Arjantin’in First Lady’si Eva Peron’un yaşamını anlatan filmde Madonna başrol oynuyor.
DreamGirls: Hırslı bir menajeri ve üç kadından oluşan müzik grubunu konu ediniyor.
Anneciğim,aynayla dans edebilirmiyim?
| 03 January 2010 14:44
Yeni yılda anneciğime bir itiraf,
yeni yıla girerken bol bol dans yaptım… Dans, yaşamı kucaklayan bir mutluluktur derler, hareketlerin estetiği duyguların bir ifade biçimidir… Romantizme giden en kestirme yollardan biridir dans… Bir senfonik müziğin akışına bırakarak kendini, yapayalnız sadece aynada kendini görerek yapılan dansı, sağlıksız olarak görenler hatta ruh sağlığının bozukluğuna bağlayanlar bile vardır… Ben böyle suçlanıyorum Annem ve babam tarafından… Çatışmalarımız hep benim onlara uygun gelmeyen tarzım yüzünden çıkıyor… Ben böyleyim diyorum onlara, beni huzura kavuşturan şey sizi neden huzursuz ediyor diye soruyorum. Yanıtları çok komik; Dans insana huzur vermeliymiş, huzursuzluk deyil!…
Anlaşamıyorum, anlatamıyorum kendimi ya da anlamamakta direnen insanlara boş gözlerle bakmaktan ziyade elimden birşey gelemiyor…
Ben seslerin ve ritmlerin ahengini vucut diline aktarmaya çalışıyorum bu da beni mutlu ediyor… Bunu yapmasam deliriyorum evet paramparça oluyorum, buda bir sağlıklı yol bulma çabası deyilmidir?
Aşıksan git normal kızlar gibi aşkını yaşa diyen anneme “ben normalim” desemde boşa çabalıyorum…
Düşünüyorum; Yaşıtlarım benim gibimi? Hayır..
O zaman bizimkiler haklı gibi geliyor, ya da herkes haklı bilemiyorum…
Zor olan bana kolay geliyor, aşkında zor olanını seçtim…kayaya çarptım adeta…Dersimi çok kötü aldım ve bunu kabullendim… Bana “maskaralık” etme dendi çocukluk etme dendi…
Tıpkı annemin babamın izahatları gibi…
Ben kolay olanı hiç seçmedim ki üstadım:)
Altı yaşında kemanı boynuma dayadılar, onu sevdim ona köle oldum, ağladım sızladım tepindim ama şimdi onunla bir bütünüm…
Anneciğim, bırak beni bak gene zırlıyorum,olmadık şeyler istiyorum bırak ne istersem yaşayim…
sonuçta olabilecek en kötü şey aynayla dans etmem olacaktır, bırakın bari bu özgürlüğümü yaşayayımm…
“göbekten”
massay | 14 December 2009 11:00
Jan Van Eyck- “EVA”
15. yüzyılda yaşayan efsane ressam Eyck, Adem ile Havva tablosunda, epey kavisli kadın göbeğini, cazibenin temel öğesi olarak betimler.
Cazibeden ziyade,
İNSAN VÜCUDUNUN “İKİ BEYNE” SAHİP OLDUĞU GERÇEĞİ ÇOK AZ KİŞİ TARAFINDAN BİLİNİR.
Daha doğru ifade ile, insan vücudu bünyesinde “İKİ SİNİR SİSTEMİ” barındırır.
BİRİNCİSİ, merkez üssü beyin olan sinir sistemi.
İKİNCİSİ, dış etkenlere aynı şekilde cevap veren, tek farkı merkez üssü “bağırsaklar” olan sinir sistemi.
Bu sinir sistemi nedeniyle mide, günlük yaşantıdaki tercihlerde ve duygusal yaşantıda aslında “karar alma organı” görünümündedir.
“Midenin ekşimesi”, “Öfkeden midenin yanması” gibi günlük konuşma diline yerleşen deyimler ise, karın boşluğunun dış dünyaya gösterdiği tepkilerin bir yansımasıdır.
“Göbekteki beynin” dışarıyla mesaj alışverişinde bulunduğu, deneyimleri hafızasına kaydeder ve “duygusal” bir organdır. Bu bölgenin, sindirim sistemi ile bağırsakların çalışmasını kontrol etmesinin yanı sıra, psikolojik sıkıntıları kolit, ülser, ishal ve gaz gibi tepkilerle dışa vurulur.
Karın, evrimini en hızlı tamamlayan vücut bölgelerinden biridir.
Birincil amacı beslenmek ve sindirmek olan yeryüzünün ilk canlılarının sinir sistemleri karın bölgesindedir.
Fiziksel fonksiyonlarını yerine getirebilmek için beyin merkezli bir sinir sistemine gereksinim duyan canlılar ise çok daha sonra ortaya çıkar.
Rumba (2008)
queennothing | 09 December 2009 10:01
Üç dansçı/ yazar/ yönetmen/ oyuncu Dominique Abel, Fiona Gordon ve Bruno Romy‘nin yazıp, yönettiği 2008 çıkışlı “Rumba“, ‘bir tutam diyalog, bol miktar dans, az biraz hüzün ve alabildiğine sevgi’ olarak tanımlayabileceğimiz, sihirli tarifiyle güldüren, ağlatan, gerçek anlamda büyüleyen muhteşem bir tat. Adını Latin Amerika’dan çıkma bir dans türünden alan film, iki yetişkin çocukla mutluluğu yeniden tanımlıyor.
Dom ve Fiona, evli bir çifttir. Lakin, normal bir ilişki hakkında bildiğimiz her şeyden uzak kalan bu ikili, inanılmaz derecede kendi hallerindedir. Fiona ile birlikte yaşayan Dom, genç kadınla evli olduğunun farkında bile olmadan hayatını sürdürmekte, sevgi ve dans tutkusuyla geçen günlerinde ‘mutluluğu’ gerçek anlamda hissetmektedir.
Okulda öğretmenlik yapan Fiona ise, Dom’un aksine sorumluluk sahibi bir kadındır. Dom’la evli olduğunu hiç unutmayan ve genç adamı tarifsiz bir yoğunlukla seven Fiona, hem kendini hem de Dom’u bir süre sonra gerçekleşecek olan dans yarışmasına hazırlanmaktadır.
Ayda Yürüyen Çocuk
pilli pati | 26 November 2009 11:24
çocuk Michael Jackson
Şarkılarını nasıl yazdığını sorduklarında “Şarkıyı yazmam, şarkının kendisini yazmasına vesile olurum” demişti yüzünde mütevazı bir gülümsemeyle… Kendi özgün figürlerini oluştururken en çok ilham aldığı James Brown bile O’nun ne kadar yetenekli birisi olduğunu ifade etmişti. Dansı hakkında nasıl düşünüp hangi figüre ne zaman karar verdiğini soran bir gazeteciye ise “Dans için düşünmek en büyük hatadır, sadece hissetmelisiniz” karşılığını vermişti. Zaten bu sorunun tabiatı biraz tuhaftı. O’na bu soruyu sorması gereken bir müzisyen ya da bir sanatçı olsaydı eminim sorunun tuhaflığına bakıp es geçerdi.
Prova yaparken a capella‘lar çalışırdı ve parçalarının büyük çoğunluğunda kulağımıza enstrüman sesi gibi gelen o tınılar aslında kendi sesi ile oluşturduğu a capella‘lardı. Muhakkak şarkılarını canlı okurdu. Provalarda bile… Provanın sadece fiziksel sahne performansı olmadığını, aynı zamanda ses tellerinin esnekliğinin ve nefes kontrolünün nabız hızlandığında da gerekli olduğunun bilincindeydi. Bu özelliği ile bütün diğer sahne sanatlarında yer alan ve sanatına gerekli özeni gösteren kişilerdendi.
Michael Jackson olmak zor işti. Kimse kapılar ardındaki özel bir hayatı kurcalamaktan ve O’na bir yetişkin gibi davranmaktan geri durmadığı için O hep, büyürken yetişkinliğe adım attığını fark edememiş bir çocuk kadar kırılgan kaldı. Kimse bunu anlayamasa da Michael Jackson‘ın yetişkin kimliğinde dahi o çocuk hep bir yerlerde karşımıza çıktı.
Cheetos Sweetos Dans Yarışması
zymo | 18 November 2009 14:14
İlk Tatlı Cheetos; Cheetos Sweetos.
IDEA interactive, Lider cips üreticisi Frito Lay için hazırladığı Cheetos Sweetos sitesini yayına aldı.
Cheetos Sweetos sitesi, İngiltere’den yetenek yarışmasında ünlenen Aidan Davis’in çikolata platformun üstünde yaptığı danslarıyla renkleniyor.
Ayrıca sitede “Dans Et” yarışması düzenleniyor.
Çocuklar danslarını web kameralarıyla kaydedip yarışmaya katılabiliyor.
İnsanın Boşluğa İhtiyacı
absynthe | 12 November 2009 09:12
İnsanı ve kendimi daha iyi tanıyabilmek için mümkün oldukça farklı ortamlara girip çıkmak, sadece kendi dar çevremizle sınırlı kalmayıp kendimizden tamamen farklı insanları tanımak, anlayabilmek çok önemli bir gayret bence. Şu K dergisinin kapağında yer alan Goethe’nin sözü gibi: “İnsan kendini yalnızca insanda tanır.”
Ben de normalde yapmayacağım şeyleri yapmaya çalışıyorum bu aralar. Kendim gibi düşünmeyen insanların nasıl olduğunu anlamaya çalışıyorum. Uzakdoğu felsefesini öğrenmek istiyordum uzun zamandır, çok sakin gelir bana hep, dinginlikle ve sessizlikle dünyayı anlama çabası. Hatta bazı Budistler hiç günah işlememek, Nirvana’ya daha çabuk ulaşmak için mümkün olduğunca az hareket eder, az konuşurlar. Neyse lafı uzatmayayım, yogaya yazıldım. İlk iki üç dersine katıldım henüz, fakat çok sevdim. En çok da her seansın son 10 dakikasında yaptığımız meditasyon kısmını sevdim. Bir objeye odaklanıp, ya da gözlerimizi kapatıp dakikalarca boşluğu düşünmek gibi bir şey. Aklında ne olursa olsun, o an kenara koyuyorsun ve boşluğa odaklanıyorsun. İçindeki düşünceler, duygular bir sıvıymış ve üzerinden dökülüyormuş gibi hissediyorsun. Bu benim için oldukça rahatlatıcıydı, demek ki insanın rahatlaması için boşluğa ihtiyacı varmış diye düşündüm. Hiçbir şeyin üzerine gitmeden, öylece bırakacaksın… Huzur bu anlama gelebilirmiş benim için.
Yüreğinin Götürdüğü Yere Gitmek
viyalord | 03 November 2009 15:09
Billy Elliot (2000)
*****
Hikaye 1984 – 1985 yıllarında İngiltere’nin kuzeydoğu sahilindeki bir maden kasabasında geçer (Maden kasanbası mı madenci kasabası mı? Kasaba mı maden için maden mi kasaba için?). Kahramanımız Billy Elliot, 11 yaşındadır. Maden işçileri olan babası ve ağabeyiyle, yaşlılık nedeniyle gelgit akıllı olmuş büyükannesi ile birlikte yaşamaktadır. Annesi bir yıl önce vefat etmiştir ve onun yokluğunda aile bağları gevşemiş, mayhoşlaşmıştır. Babası tarafından boks kursuna gönderilmektedir. Ama Billy’nin içinde, boksör olma isteği değil, bir ortaya çıktı mı artık gem almaz olan bir dans etme tutkusu vardır. Billy’nin kaderinde, babası ve ağabeyi gibi maden işçisi olmak yazılı değildir.
Filmin voltajı yer yer düşüyor. Özellikle babanın önce büyük sonra küçük oğluna vurduğu sahneler yerine oturmamış gibi duruyor. Ama film insanın ne ise o olması gerektiği temasını (dansı seviyorsan dans et, eşcinselsen kendinden utanma vb.), Çaykovski’nin haşmetli “Kuğu Gölü” müziği eşliğindeki muhteşem bir finalle öyle güzel taçlandırıyor ki hiçbir pürüzü görmez oluyor göz. Kimileri yerin yedi kat dibindeki madene inerken, kimileri de hayallerini gerçekleştirip sahnede kanatlanıyor. Ama maden işçileri de bale izleyebilir, değil mi?