erimek
Hayata bakışım hep böyle olmuştu sanırım…Biraz geyik, biraz saçma…Ama hayatta böyle şeyler görüyorum, elimizdekiler eriyip gidiyor… Hayat, zaman, para, mal, mülk… Kimsenin elinde kalmıyor… Aynı bu resimdeki gibi yani… Bir bakmışız lüks bir arabamız var, ama gerçekten bizim mi? Kaza yapsak, elimizden yitip gittiğine üzülürüz, hiç almasak daha kârlı çıkarız gibi geliyor duygusal olarak… Bunu tüm eşyalar için yorumlayabiliriz aslında.Fight Club filminde dediği gibi, sahip olduklarımız gün geliyor bize sahip oluyorlar aslında… Sonra da bir türlü sevinemiyoruz… Daha doğrusu sahip olduğumuz şeyleri cebimizde değil kalbimizde sakladığımızdan kaybediyoruz.Halbuki hayat da aynen böyle, yarın sahipliğimizi bırakacağız, o güne kadar hayatı yaşayayım demek ne kadar doğru?Tolstoy da ölümden bahsediyor ama o hep ardındaki nedeni aramaya çalışmış. Eriyip giden hayatının sonlarına doğru, bir rivayete göre İslam’ı seçmiş ve hatta son dönemlerde ortaya çıkan Hz Muhammed’le ilgili bir kitabından bahsediliyordu. Doğru olma ihtimali üzerinde yorum yapmaktan ziyade, bize anlattığı şeye bakmak lazım. Evet nedendir bu hayat ve neden bu ölüm.Sadece “yaşıyor ve ölüyoruz” eşitsizliğiyle açıklayamıyorum ben bunu kendime. Bana verilen bir şeyler var, kim vermiş? İnanmayan inanmıyor ama ben bir lokmayı ağzıma atıp çiğnedikten sonra, onu durduramıyorum, yani artık aciz kalıyorum, hiç bir şey yapamıyorum… Mideme dur diyemiyorum, kalbim yeter bugün çok attın desem durmuyor… Demek ki güçsüzüm. Buna rağmen tüm bu hayat benimmiş ve sonsuza dek benim kalacakmış gibi yaşayamam… Madem elimden akıp giden bir buz parçası gibi akıp gidiyor bu hayat, demek ki ben bu hayata sahip değilim, bundan muzdarip oluyorum, ızdırap çekiyorum. Ve bu düşünce beni yaralıyor.
Meşhur bir söz vardır; herkes cennete gitmek ister ama kimse ölmek istemez. Aynı ikilem bu da sanırım, sonsuza dek yaşama arzusu..ama ölmeden… ama ölmeden… Öldükten sonra yaşayacağını ne biliyorsun? sorusuna verilecek her cevap içimi ferahlandıracak aslında…
Necip Fazıl Kısakürk’in dediği gibi;
Sonum yokluk olsa bu varlık niye?
Bu çıkarımsama, bu tespit beni rahatlatmayacak da ne yapacak? Ama bu bakış poliyanna-misal bir iyilik düşüncesi değil. Gayet mantıklı yani… Arılar bal yapıyor, fakat biz yiyiyoruz o balı, acaba bizi sevdiklerinden mi yapıyorlar o kadar balı? Sevselerdi almaya gittiğimizde bizi sokmazlardı diyor bir amca, demek ki hayatın odağında biz varız, insan var. İneğin sütünü bir yavrusu içiyor bir de biz… Ağaçları odun yapıp yakan/kullanan yine insanoğlu… Hep merkezde, bu insanlık… Hep hayatın tam ortasında…Bu kadar ortasındayken hayatın, ölümden sonra yok olup gideceğime de inanamıyorum ben. İnanamam da… Hem inanmak istemediğimden, hem de beni hayata bağlayan bu kadar çok şey olduğundan…Öldükten sonrası için de yaşayacağıma kanaat getirebiliyorsam, bu yaşamı da verecek biri olmalı, daha önceden verdiği gibi…Ve günü gelince de alacak hiç şüphesiz… Elimizden akıp giden buz misali, hayatımız elimizden akıp gidiyor hızla. Buzun suya dönüşmesi gibi, hayatın ölüme dönüşmesini izliyoruz kısaca…İyi seyirler.
yorumlar
“One peciluar property of ice is that it floats on water” Budur
O da ayrı bir yaklaşım, doğru harbiden…
Nikos Kazancakis’in Zorba kitabının bir bölümünü hatırlattın bana. Gerçi sık sık hatırlmak için bahane aradığım bir bölümdür ya…Yaşı sekseni belki de çoktan geçmiş bir adam bahçesine kan ter içinde bir fidan dikmeye çalışır. O sırada yoldan en az onun kadar yaşlı (ki kendisi baş karakterdir) bir adam geçer. Tam cümleleri anımsayamayacağım ama “bu ağacın büyüdüğünü göremeyeceksin, neden dikiyorsun?” diye sorar. Yaşlı adam karşısında duran en az kendisi kadar yaşlı adama “ben hiç ölmeyecekmişim gibi yaşarım” der. Bunun üzerine bizim baş karakterse “peh, bense hep bugün sanki hayatımın son günüymüşüm gibi yaşarım” der.Öyle bir ikilemki bu? Belki iki buçuk yılı geçmiştir ben bu hikayeyi öğreneli. Ama sık sık sorarım kendime: Hangisi haklıydı? diye….Sanırım temelde ikisi de aynı şeyi söylüyorlar. Sonuç olarak ikisi de boş zaman geçirmiyorlar, çalışıyorlar. Görünürdeki felsefe farkı dışında yaptıkları, galiba aynı şey…Yazı çok güzel olmuş. Ellerine sağlık.
fight club filminde de dediği gibi “bizlere hep bir rock star ya da ünlü biri olacağımız öğretildi.” hep bir boka yarayacağımızı düşündük. anlaşılan sen hala düşünüyorsun. dediğin kadar merkezde değil insanlık. biz yakıştırıyoruz kendimizi oraya. hem de boş yere. kanuni’ye kalmayan dünya ya da ne bileyim büyük iskender’in gerçekleştirtemediği düşleri. nerdeyiz sence. ölüp gideceğiz bunu kabullenmek gerek.ama haklısın, kalbime her gün atma yeter artık diyorum. o ise ısrarla atmaya devam etmekte maalesef…
Güzel ve derin bir yazı.Nikos Kazancakis’in kitabındaki;
sözleri aslında Hz. Muhammed’in “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi de ahiret için çalışınız” telkinine ne kadar da benzemektedir. İnsanın yapısındaki aşırı uçları, kendinin fark edip dizginlemesini sağlamak murat edilen şeydir. Aşırı uçlarda gezen bir insan bir müddet sonra bu halinden de sıkılacak, bu hali de yeterli gelmeyecektir. Kendi kendini öldürecektir. Bir doz daha, bir daha, bir sonraki biraz daha …ve altın vuruş. Bir kelebeğin bir lambaya ne kadar ilgi duyduğunu ve sınırını bilmezse çarpıp öleceğini hepimiz biliriz. Ve hepimiz biliriz mumdan kanatlarla güneşe kavuşulamayacağını. Ama deneriz, yapamazsak ölürüz. yapabilirsek yapmış oluruz ve daha tehlikelisini deneme şansımız olur. Biz insanız tüm yıkıcılığımızla ve tüm yapıcılığımızla. Tüm gururumuzla ve tüm pişmanlığımızla. İnsanların her biri küçük tanrıcıklardır. Hepsinin idaresi altında küçük olaylar, kişiler vs vardır. Bazı şeyleri yaşatır bazılarını yok eder. Hayat acı bir deney bir deneyim. Ölüm bir meçhul, o yüzden hayat riske atılabilir yada hiç riske atılamaz. Yaşamanın, canlı olmanın tanımı; bu insanın içinden gelen soyut yada somut şeyleri isteme halidir. Bu istek bitince insan bir robottan farksız olur ve istediği tek şey ölmek olur. Çoğunlukla tersi gerçekleşir, insan bitmeyen isteklerini karşılamaya çalışırken hırsından ölür. Diyelim ki bir elbise, bir telefon, bir otomobil, gördünüz vitrinde gelip gidip ona baktınız. Almak için aylarca dişinizi sıktınız. Onu alınca neler yapacağınızı ve etrafınızdakilere nasıl hava atacağınızı düşünüp hayallere daldınız. Onunla hayatınızın değişeceğini düşündünüz. Ve onu yüceltmeye başladınız, eksizsizleşti sizin için. Vitrinden flört etmeye başladınız. O büyük an geldi onu satın aldınız, eve götürdünüz ve bir saat yada bir ay sonra onun varlığını bile unuttunuz. Tıpkı eski sevgiliniz gibi. Bir insanın yaşamının her devresinde hayattan zevk alması ve ölümü olgunlukla karşılayabilmesi hep haddi aşmamasıyla, yetinebilmeyi öğrenmesiyle mümkündür. Bal eğer arılar tarafından korunmasaydı insanlar onu elde etmenin zevkine varamayacaktı. Bir arkadaşım sevgililerini tavlamaya çalışırken ki halini, onları elde etiği halindene yeğlediğini söylerdi. Dünya tümüyle ölümlüdür. Bazısı bunun geri dönüşebilen bir devir daim olduğunu düşünür. İnsan ölür ve başka bir şekilde vücuda gelir. Öldükten sonra gömüldüğünde yada yakılıp küllerin doğaya bırakıldığında. Organik olarak bir kara sinek larvasının bir bakterinin bir akbabanın vücudunun bir parçası oluyorsun. Bedenin geçirdiği süreç ekosistem içinde böyle gerçekleşiyor. Peki reenkarnatif olarak bir başka bedende bizi yaşatan ruh mu oluyor? Bedenler ölümlü ruh ölümsüz mü? Beden ölümsüz değise, ölümsüz olan ruh neden kendisini zaman algısına muhattap olmak durumunda bırakan bir bedene, tıkılıp kalmak durumunda bırakıyor? Bedenin dünyadaki ihtiyaçları bellidir. Ama biz bunun sınırlarını hayvanların yada bitkilerin yaptığı gibi çizemiyoruz. Bizim bedenimiz de hayvanlarınkinden farklı değil ve onlar bizle biz onlarla besleniyoruz. O zaman bizi hayvandan ayıran bir şey var ona ruh mu demeliyiz. Bu dünyanın merkezindemiyiz bilmiyorum ama diğer canlılardan farklı olduğumuz kesin. Eğer bir ruhum varsa ve kontrol bendeyse, ben ruhumla bedenimin bağlantısını kesemiyormuyum, kesebiliyor muyum? İnsan beden+ruh olmadan bildiğimiz insan olabilir mi? “Sonum yokluk olsa, bu varlık niye?” bir şiir mısrası için oldukça mantık yüklü felsefi bir soru-yanıt. Sanırım bu soru-yanıtlardan bir sürü üretmeliyiz, bu evvelden beri gelen sorulara, yanıtlar bulmak için. Bu yazıyı yazarken evimin yanından geçen caddede, iki araç çarpıştı birisinden, arabanın içinden birini çıkardılar ve olay anında öldüğünü farkedince, üzerine bir gazete örttüler. Biz olanları camdan izlerken, bir yandan artık hiç kimsenin, o insana yardım etmek istese de edemeyeceğini; bir yandan da, o çok aranılan, “öldükten sonra ne oluyor” sorusuna, yanıt bulmanın, belkide tek yolunun, bu olduğunu düşündüm.
“bildiğimiz son şey” in sözlerine katkıda bulunmak ve bir bilgiyi paylaşmak adına yazıyorum. Tolstoy, 1908 yılında, Abdullah EL-SÜHREVERDİ’nin Hindistan’da basılmış “Hz. Muhammed’in Hadisleri” kitabını okumuş. Okuduğu hadislerden bir risale (kitapçık) tertip etmiş, bunu Rusya’nın ‘Posrednik’ adlı yayınevinde bastırmış. Sözü edilen kitabı okudum içerisinde Tolstoy’un derlediği Hz. Muhammed’e ait sözler bulunuyor. Kitabın Rusça orjinalinin baskısı ve Vekilov ailesinin Tolstoy’la yaptığı yazışmaların kopyalarına da yer verilmiş. Tolstoy’un sözlerini okuyunca onun islamiyeti kabul ettiğini söylemeniz kesin değildir ama hıristiyanlığı, islamın temel inanış kriterleriyle, eleştirdiği kesin;
çok ilginç yorumlar çıkmış. ben bu yazıyı yazarken aslında acaba kimin yarasına basacağım, kimleri tartıştıracağım bakalım diye biraz korkmuştum. düşüncelerimizin bu kadar latif olduğunu bilmek ayrıca beni sevindirdi. teşekkürler.bu arada kitaptan alıntılar için de teşekkürler.bir de şu an ilginç bir şey farkettim. Tam bu yorumu yazdığım yerin altına ilgili yazılar kısmında şöyle geçiyor:- Ölmek nasıl bi şey– Msn’den fal baktırmak gibi bişiçok manidar oldu sanırım. bizim ölüme bakış açımız da gerçekte bundan daha fazla olamıyor bazen…
güzel bir yazı olmuş, teşekkürler.
bırgun hayatın butun guzellıklerınden vazgeçip ölümü düşünmek insanı gerçekten çok ürkütüyor ama bu gerçeği bu kadar guzel tasvir ettiğin için tesekkürler yazınızı cok beğendim
Bu Dünyadan geciyorum,tutunmadan,sarhos ve sirilsiklam.Sadece geciyorum hepimiz gibi.