Doğduğumuz andan itibaren üç artı bir dünyada buluyoruz kendimizi. Varlığımızın sıfıra en yakın noktasından itibaren bilinçsiz(!) edimlerle duyular işlemeye başlıyor. İlk göz açma, ilk dokunma, ilk duyma, ilk tatma…İlk önce fizyolojik ‘ben’liğin gereklerini karşılamaya çalışıyoruz. Bir anlamda, süt ile başlıyor dört boyutlu dünyadaki ilk nesneleştirmemiz. Aynı zamanda zihnimize de algısal kodlar yüklenmeye başlıyor ve zihinsel ‘ben’liğin gereklerine yöneliyoruz. Örneğin; sütün ne olduğu ile ilgili algısal kodlar oluşarak, tadı ile ilgili bir algıya ulaşıyor, içtiğimiz şeyin su olmadığını kavrayabiliyoruz. Daha sonra duygusal ‘ben’liğin gerekleri ile karşılaşıyoruz, ablamızı/abimizi kıskanıyoruz, arkadaşımıza darılıyoruz v.s. Sonrasında kapital ‘ben’liğin bizden beklentileri ile karşılaşamaya çalışıyoruz. Benim defterim, benim çantam ile başlayan bu süreç benim arabam, benim evim, benim param gibi kalıplarda ömür boyu devam ediyor. Büyüdükçe anlamlandırma ve nesneleştirme de devam ediyor. Dışımızdaki eşyaya ait algısal kodlar da bütünün parçaları olarak zihnimizdeki yerini almayı sürdürüyor.Duygusal benliğin dışında olan erekler hep bir nesneleştirmeyi ortaya çıkarıyır. Yediğimiz yemek, duyu yoluyla ulaştığımız bilgiye konu olan şey ve sahip olduğumuz bir mülkiyet nesneleşir. Peki insanın yaşama gayesi salt bu nesneleştirme midir?İnsanoğlu, mekanın döngüselliği içerisinde aynı yerde savrulup duruyor. Bazen herşeyin sadece kendisi için var olduğunu bile düşünüyor, sanki dünya onun çevresinde dönüyor gibi hissediyor. Ama uzam içerisinde duyumsadığımız her nesne, bizim sonsuzluğa giden yolumuzun üzerinde aşılmaz bir set oluyor.Zamanın doğrusallığı içinde ise; boşluğa adımlar savuruyor; hayaller üretiyoruz. Parçalara bölüyoruz duvara astığımız saati, şimdi çalış, şimdi gez, şimdi oku, şimdi izle, şimdi gül, şimdi ağla, şimdi uyu, şimdi sus, şimdi konuş, şimdi…Her bir milisaniyede öncekilerden ve sonrakilerden çok farklı olarak zaman denen sicimin üstünde bir noktada tutunmaya çalışıyoruz. Sanki görünmez birşey bizi, geçmiş ve geleceğin ortasındaki bu noktaya, yaşıyor olduğumuz anın en küçük parçasına bağlıyor ve ayaklarımızın altındaki sicim bilinmez bir hızda kayıp gidiyor. Geçmiş, bir yandan birşeyleri omzumuza yükleyerek, diğer yandan da bizden birşeyler (ç)alarak bizden kaçıyor. Gelecek ise; birşeyleri getirmek ve başka şeyleri de götürmek için bizi bekliyor. Ne kadar güçlü olsak da, zamana hükmümüz geçmiyor, akıp giden o sicimin üzerinde hareketsiz bir biçimde anın bir noktasına gömülüyoruz sadece.Duyumsadığımız yeni olan herşeye karşı bir süre sonra duyarsızlaşıyoruz. Bu duyarsızlaşma, karşımızdaki bir insan da olsa onun özne kimliğini görmezden gelerek, onu salt bir nesne gibi görmemize yol açabiliyor. Bu durum da bir anlamda; zamana ve mekana özgü bir unsur olan nesnenin insanoğlunun tek ereği olması ve kendi öz benliğindeki özne kimliğine yönelmemesinin bir sonucudur. ‘Ben’i tanımadan ‘benim’ ile tamladığımız nesneler aracılığı ile mutlu olmaya çalışıyoruz.Doğrudan ve dolaylı öğrenme süreci ömür boyu insanoğlunun zihnini yeniden şekillendiriyor. Yeniden çünkü, insanoğlu duyulara bağlı olarak edindiği bilginin unsuru olan nesne, nicel ve nitel açıdan değişerek; insanın zihinsel yapısında da değişime neden oluyor. Bugün, lüks olarak tanımladığımız arabayı gelecek zamanda hurda olarak tanımlayabilir ya da bir zaman çok çekici bulduğumuz birini daha sonra sıradan biri olarak algılayabiliriz. Bütün bunlar nesnenin fonksiyonuna ve bizim nesneye yönelik ereğimize bağlı olarak gerçekleşiyor. Hurda olan arabanın işlevsel değişimi ve bizim araba nesnesine olan duyusal ereğimiz, bizim araba ile ilgili algısal kodlarımızı şekillendiriyor.Sevinçlerin ve hüzünlerin kaynağı algısal bir yanılgı sanki; sonrasında hiç yaşamamışız gibi silinip gidiyor. Gülüyoruz ama sonrasında ağlıyoruz, üzülüyoruz ama sonrasında seviniyoruz… Herşey zihnimizde olup bitiyor; hacimler, ağırlıklar, boyutlar, renkler, adetler bir halüsinasyon; kazanmak, kaybetmek ise bir oyun. İşte, dört boyutla çepe çevre sarılmış nesneler dünyasında hayat bu! Aradığımız sonsuzluk ise; parçalara böldüğümüz saatin asılı durduğu duvarın çok arkasında sayamadığımız bir bilinmezde.