bildirgec.org

benlik hakkında tüm yazılar

BEN HANGİ BENİM

ibrahimg | 30 April 2011 14:06

Bir futbol maçını izlerken çocuk gibi sevinen ben. Samimi bir arkadaşla muhabbet ederken kelimeleri gelişigüzel seçen ben. Kültür düzeyi yüksek bir yerde bir konu tartışılırken söyleyeceği kelimeyi özenle seçen ben.
Bütün bunlar tek bana ait benler. Peki ama bu doğrumu, sanki bu benlerin her biri ayrı ayrı vadilerde. Birbirlerine çok uzak görünüyor bu benler. Eğer ortada tek bir ben varsa bütün olaylarda ve yaşamın her alanında insanın bir birine yakın tavır ve davranışlar sergilemesi gerekmez mi?
İyi ya da kötü bir olay kurgulayalım kafamızda. Örneğin cep telefonunuzun çalındığını düşünün. Bu durum karşısında ilk verdiğiniz tepki mi asıl benliğinizi gösterir yoksa olay biraz soğuduğunda takındığınız tavır mı sizin gerçek kişiliğinizi gösterir.
Şimdi cep telefonunuz çalınmadı sadece öyle varsaydık ve bu varsayım üzerine bir düşünce yapısı kurguladık. Ancak insanın kurguladığı düşünce yapısı onun olmak istediği düşünce yapısını ifade eder, olduğu düşünce yapısını değil.

İçimden gelen..

peuplier[pilli_silinen_hesap] | 23 December 2010 09:27

Zamanın sayfaları doldurması, geçmişte bıraktığımız izlerle birebir sayılabilir. Yıpranmak da hayatın bir döngüsü. Tıpkı doldurulan ve zamana bırakılan sayfalar gibi. Bu bir ateşleyiciyi olabilir aslında. İçimizdeki bulanık suyun kuruma evresi elimizden kayıp gidenler. Özümüzde yatan şey hiç de aşağılık olamaz. O bize özel, bize sunulan kutsal bir hediye . Bizi bizden başka küçük görmez kimse biz kendimizi küçük görmedikçe. Yalnızca biraz olsun yükseliş istiyor insan. Biraz olsun kaybettiklerimizi geri kazanmak. Bizim yükselmemiz için yanmamız gerekiyor. Bir kandil bile olabilir bu.. Güç bela yitirdiklerimizi sığınaklarından çıkarmalıyız. Güç bela bizi esir alan saçmalıkları uzaklaştırmalıyız o kutsallıktan. ‘Ya gerçekten iyi muhafaza edememiş-sem içimdekileri’ demeyi bırakmalıyız. Ne olursak olalım gitmeliyiz peşinden.. Ne olursak olalım bizi çağırmıştı zaten, kucak açmıştı. Yonttuğumuz şey aslında ahlakımızdan çok kendimiz idik. O kadar yonttuk ki geriye bizden eser kalmadı. Biz kendimizi kaybettik. Ve bütün kendimize olan uzaklığımız, içimize çöken hüzünler, suçluluk duygularımız, yapaylığımız, yapmacıklığımız, arayışlarımız, kendimizi güvende hissetmememiz, bir sığınak aramamız, aşkın yakıcılığını dindirme isteğimiz, ısmarlama lafları kendimize yakıştırmamız bu yüzden.. Neden hayatta olduğunu ve hayattaki amacını, bu soluğu alıp vermenin anlamını tanıyıp bilseydi insan ne çok üzülürdü haline.. Birkaç boş sayfa arardı kendine doğru düzgün bir şeyler karalamak için. Senin içindeki parıltıdan başka daha değerli başka neyin olabilir ki? İçindeki seni tanırsan seni sen yapan Hakikate işte o zaman yaklaşabilirsin öyle değil mi ?

Zaman ve Mekanla Sarılmış Benlik

HBOZTOPRAK | 19 October 2010 17:18

Doğduğumuz andan itibaren üç artı bir dünyada buluyoruz kendimizi. Varlığımızın sıfıra en yakın noktasından itibaren bilinçsiz(!) edimlerle duyular işlemeye başlıyor. İlk göz açma, ilk dokunma, ilk duyma, ilk tatma…İlk önce fizyolojik ‘ben’liğin gereklerini karşılamaya çalışıyoruz. Bir anlamda, süt ile başlıyor dört boyutlu dünyadaki ilk nesneleştirmemiz. Aynı zamanda zihnimize de algısal kodlar yüklenmeye başlıyor ve zihinsel ‘ben’liğin gereklerine yöneliyoruz. Örneğin; sütün ne olduğu ile ilgili algısal kodlar oluşarak, tadı ile ilgili bir algıya ulaşıyor, içtiğimiz şeyin su olmadığını kavrayabiliyoruz. Daha sonra duygusal ‘ben’liğin gerekleri ile karşılaşıyoruz, ablamızı/abimizi kıskanıyoruz, arkadaşımıza darılıyoruz v.s. Sonrasında kapital ‘ben’liğin bizden beklentileri ile karşılaşamaya çalışıyoruz. Benim defterim, benim çantam ile başlayan bu süreç benim arabam, benim evim, benim param gibi kalıplarda ömür boyu devam ediyor. Büyüdükçe anlamlandırma ve nesneleştirme de devam ediyor. Dışımızdaki eşyaya ait algısal kodlar da bütünün parçaları olarak zihnimizdeki yerini almayı sürdürüyor.

Sinir Krizleri ve Kendimizi Cezalandırmamız Üzerine Mazoşistçe Bir Yazı…

firatocal | 09 August 2010 16:33

Sinir halleri , kızgınlıklar , insanın kendini cezalandırma yolları gibi… Yaptığımız hataların intikamını alırcasına farklı karakterlere bürünüyor ve yabancılaşarak kendimizi cezalandırıyoruz… Normal hayatımızda sahip olduğumuz benliğimizin gerektirdiği davranışlardan uzaklaşıp tam tersi davranışlar sergiler hale geliyoruz…

Biraz mazoşitstçe bir tutum… Sanki hatalarımızın kefaretini ödemek için acı çekmek ve bundan da manevi bir haz almak çok insansı ve bizden bir davranış biçimi…

Kendime biraz yakından biraz da dışarıdan bakma fırsatı bulduğum anlarda , yaptığım aptallıkların üstüne türlü bahanelerle sinir krizlerine girdiğimi görüyorum…

AŞK,İNSANIN KENDİ TADINA BAKMASIDIR

il mare | 27 April 2010 15:00

“Bana iyi gelmiyorsun,sinirlerimi bozuyorsun”
Dediğinde hayatının en emin ,doğru cümlesini söylediğini biliyordu.
Eve döndü, cümleyi kurarkenki yüz ifadesinin acaba nasıl olduğunu aynanın karşısına geçip,cümleyi defalarca tekrarlayarak prova etti.
“Bana iyi gelmiyorsun” dan hemen sonra mı “sinirlerimi bozuyorsun” u eklemişti yoksa araya bir es koyup, ilk cümlenin asabiyetini biraz olsun yüzünden silkmiş,belki söyledikten hemen sonra pişman olup vicdanının sesini duyarak yumuşak merhametli bir ifade takınarak mı eklemişti. Önemli ayrıntılardı bunlar, ayrıntılardan nefret ederdi,ayrıntılara takılan insanlardan nefret ederdi,ama konu kendi sarfettiği bir cümle yüzünden empati yapmaya gelince, gizlemeye çalıştığı hassasiyetini koruyamıyordu işte, ille de saklandığı yerden çıkarıyor, üzerindeki tozları siliyor ve binbir çeşit ihtimalleriyle, cilalayarak onu bir dahaki cümlelerinde de kullanılabilir hale getiriyordu.

LADES

il mare | 19 April 2010 15:07

Ya “içimizdeki şeytan” ın satırları arasına dalarak geçirecekti bu sönme vakti çoktan gelmiş ışıkların aydınlattığı zamanı, ya da içindeki şeytanı satırlarla dışarı çıkararak.

Mail kutusunu açtı, bugün şeytan gibi bir şeye benzettiği birinin maillerini okudu son kez. Kapadı sayfayı sonra,masaüstündeki belgelerimi,bayatlamış birkaç parçayı,indirip de kullanmadığı programların logolarını , bir farenin ayak izleriyle çevreledi bileğinin yardımıyla, taradı taradı, bıraktı. Birkaç kez sağa tıkladı,ardından sola, tam bu aptal oyunu bırakmış kitabına yönelecekti ki son bir sağ tıklamayla yeni bir belge açtı,ardından da çok sevdiği bir müziğiçalıştırarak,yazmaya başladı.

Sokrates’in Son Gecesi ve ötesi…

il mare | 07 January 2010 10:57

-Ne kadar aptalsın ki bir kitap bile yazmadın düşüncelerini belgelemek için;şu baldıran zehrini içip öldükten sonra sen,yokolacaksın”

-Ben kitap yazmadığım için aptal değilim;çünkü kitaplar yakılabilir.Ama beni dinleyen insanların tümünü yakamazsınız.Beni dinleyen insanlar,ben öldükten sonra benim düşüncelerimi taşıyacak ve benim söylediklerimi yorumlayacaklardır.Ve ben onların ekledikleri yorumlarla sonsuza dek yaşayacağım.Beni öldürerek ölümsüzleştirmek istiyorsunuz!!!

Zehri içirmek için üçüncü horozun ötmesini bekleyen gardiyanın karşıt bir görüşü üzerine devam eder Sokrates:

sana doğru

Alperun | 06 October 2009 18:14

gözlerin’de yaşıyordu
bir yalandı belki,
fakat;
özlemi’nde taşıyordu
tüm gerçekliği
ve geleceği,
sana dair
bir kalbi,
kaderi,
ve seninle doğacak
ve hiç batmayacak
bir günün hayalini
düşünüyor,
düşlüyordu
senden arta kalan
bir ben.
sözleriyle aşıyordu
aşkın hudutlarını,
açmıştı kanatlarını
sana doğru
uçuyordu.

Benlik Olgusu

liquidlightening | 28 May 2009 15:41

gördüklerim , duyduklarm , yaşadıklarım … hayata – yaşamaya dair ne varsa. herşeyiyle insanın kendisini bir bütün olarak görmesi. ait hissetmesi. Unutulan duygular. unutuluyor çünkü unutturuluyor. yapaylık kol gezerken bize ait olmayan duyguları yaşamaya özeniyoruz benimsiyoruz sanki bizimmiş gibi. Gerçek olmayan mutluluklar , gerçek olmayan üzüntüler , gerçek olmayan sevgiler. İşte tek sorun değinmek istediğim. Duygular yozlaşıyor hangisi gerçek hangisi değil ayırt edemez hale geliniyor. Koca bir boşluğa düşülüyor zamanla. Kimse anlamıyor nedenini suçlayacak basitlikler seçiyor kendine farkında olmadan bir yalanı yaşıyor… yalana alışıyor gerçekler acıtır oluyor. Çoğu zaman alışmak sorgulamaktan daha kolay geliyor. Bize sunulanı kullanmak külfet olarak görülürken bizim olmayan düşünceleri ezberliyor tüketene kadar yaşıyor ve ardında yenileri ediniliyor. Bundandır kişinin kendiyle çelişmesi , değerlerini kaybetmesi işte tamda bundandır ki yalanı doğal kabul etmesi … özeleştiri nedir bilinmiyor. Halbuki ne kadar da çabuk eleştirilir kişi değil mi? Önyargı edinmek , insanları kolayca silmek kendi eksikliklerini onlara yüklemek hiç olmadıkları şeylerin bedelini ödettirmek … kendine de baktığını söyler tamamlanmış olduğunu hisseden , hiçbir zaman olmadığı şeyi anlatmaktan çekinmez , kendide inanmak ister inanırda… maskesiyle mutludur o , tekerleme gibi ağzından eksik etmediği “ ben” ler … benlikleri kelimelerden ibaret. Sadece anlatılır asla yaşanmaz…

şizoid dünyalar

neceff | 30 October 2008 15:47

Evimde rahatsızım. Dağınıklıktan aradıklarımı bulamıyorum. Kalemlerim çalınmış, neden acaba? Yazamayayım diye mi? Benim rahatsızlığım, rakip benliklerle karşılaştığım zaman kendimi pasifize ederek yok etmek. Şöyle anlatayım; bu eve giren kişiyle ben karşılaşmadım ama kalemlerimi çalarak benim yazma yeteneğime sahip olacağını sanan, fala büyüye inanan birisi. Defterin içinden beşinci kitabımın taslağını da cildi kopararak almış. Bu arada giysilerimde azalıyor. Hangisinin kaybolduğunu, çok giysim olduğu için anlamıyorum.

Kabe’de Hubel adındaki putu Hz. Muhammed kırdırtıyor. Tanrının adlarından biri Hu’dur. Kıble kelimesi de bence Kibelede’den geliyor. Hubel de Kibele’nin ta kendisi. Bence Kibele gerçekten tuhaf biri. Büyük ihtimalle gerçekten ölümsüz ve bir takım kerametler gösteriyor ama çok mutsuz. Bir erkeği yok. Hz. Muhammed’e ölemediğini, tanrıça olduğu için çok mutsuz olduğunu anlatıyor. Onu yaratan biri olması gerektiğini, bir annes, bir babası olmasını istediğini, yalnızlktan ve tanrıçalıktan bıktığını…