Bu ayki bant dergisinin sayfalarını karıştırırken hayatımızın müzikleri başlığıyla ilgi çekmeye çalışan, albüm tanıtımlarının yer aldığı bir yazıyla karşılaştım. Hızla giriş yazısını okudum. Çünkü heycanlandırmıştı beni başlık. Hayır, müzisyen değildim. Müzik eğitimi almayı aklımın bir ucundan asla ve asla geçirmemiştim. Bir dergiye yazı hazırlamam gerekseydi ya da mesela bir ödev yahut tez konusu olarak üzerime itilseydi böylesi bir başlık, neler yazardım, kimlere vurgu yapardım, diyerek irkildim. Büyük cümleler kurmayı sever ya insan. İster ki çoğu zaman söylediği en noktasını yakalasın. En iyi, en doğru, en mantıklı, en samimi, en…en.Müziksiz bir hayatı nasıl kabul edebilirdik. Zor olmaz mıydı. Yahut müziksiz bir hayat olabilir miydi ki?Geçtiğimiz senelerde yayınlanan babil adlı filmdeki Japon sağır genç kız karakteri geldi aklıma bu sorular ardından. Genç kız ve arkadaşları, gittikleri tekno müzikler çalan bar ve gençlerin kendilerinden geçerek dans ettikleri sahne. Hiç tereddütsüzdü dans anları kız karakterin. Diğer yandan, olayı daha iyi pekiştirelim diye filmdeki sesler susturulmuş koca bir sessizlik hakim olmuştu sinema salonuna. O ani sessizlik irkiltmiş düşündürtmüştü bazılarımızı.Müzik olmasa da insanın iç sesinin varlığını fark ettirtiyordu o sessizlik.Evet, herkesin yeteneği başka noktalarda başka alanlarda. Bu iç sesi dönüştürebilen insanlar müzisyenler. Bu içler ses bazen öylesi dolu dolu öylesi cıvıl cıvıl ve renkli oluyorlar ki. Bazense hüzünlü ve melankolik.Ve bir gün yaratıcısından çıkıp öylesi geliveriyor ve hayatımızı kuşatıyorlar işte. Hani o olmazsa hayat artık eskisi kadar kolay akmayacakmış, artık hiç birşey eski gibi olmayacakmış gibi. Anılarımız oluyorlar, anılarımıza yerleşiyorlar, anılarımızı hatırlatıyorlar.