Her sabah yaptığım gibi uyanarak başladım güne. Ne kadar ilginç değil mi? Uyandım. Sonra her sabah uyandıktan sonra yaptığım şeyi yaptım. Saate baktım. 07.36. Daha fazla zaman kaybetmemem gerekirken yaklaşık 20 saniye donakaldım ve durumu algılamaya çalıştım. Pek kolay olmadı ama başardım. Saat artık muhtemelen 07.37 idi. Bir önceki gece 01.25te eve girip ancak 01.36da yatağıma girebilmiştim. Kaçta uyumayı başardığımdan emin değilim ama en az yarım saat yatakta debelenmiştim. Saat 06.10 ve 06.15e iki farklı alarm kurmanın verdiği rahatlıkla yatıyordum, gerçi o saatte kalkacak olmaz bir huzursuzluk veriyordu ama keşke gerçekten o saatte kalkabilsem de bu berbat günü yaşamak zorunda kalmasaydım diyorum şuan. Zamanında kalksam bu garip tecrübeyi yaşayamamış olacaktım ve bunu okuyor olmayacaktınız, bunu da biliyorum ama gerçekten çok zor bir sabahtı. Tek söylemek istediğim bu.20 saniyelik zorlu algılama sürecinden sonra, artık bir şeyleri algılamaya veya düşünmeme gerek hatta lüzum yoktu. Odadan fırladığım gibi kirli panjurlu büyük balkona koştum, çamaşır askısından formalarımı çantama teptim ve ayakkabılarımı da aynı şekilde çantanın içine tepiştirdim. Sebepsizce tekrar odama koşarken annemin yeni uyanmış olduğunu gördüm ve hemen çorap ve don tahsis etmesini rica ettim, çok kibarımdır. Dolabı açıp ilk gördüğüm kıyafetleri üstüme yalap şalap şekilde geçirdim. Tam o anda annem istediğim don ve çorapları çantama bıraktı. Yanımda akşamdan hazırladığım, aslında tost yapılmak üzere beklenen salamlı kaşarlı sandviçi de çantamın diğer gözüne attı. Tam odamdan çıkarken gözüme bir şey ilişti ama ona uzanıp almaya yetecek zamanım yok gibi hissettim ve anneme 8de okulda olmam gerektiğini çünkü o saatte okuldan Yakacık’a, okullar arası basketbol turnuvası maçına yetişmem gerektiğini anlatarak evden full deparla çıktım. Artık sadece koşuyordum.Hiç bir şey unutmadan evden çıktığımı düşünmek şaşırtıcıydı. Yüzünü yıkamadan, sabah henüz boşaltım sistemini kullanmamış, 4-5 saatlik uykuyla, kıpkırmızı gözlerle, ne zaman eline aldığını bilmediği mont ve belinden sürekli olarak düşen orta kısmı yırtık pantolon ile koşan bir genç rolünü oynayan 19 yaşında bir gençtim artık. Zaten bu uzun cümleyi kurana kadar, nefes nefese ve korkmuş bir şekilde Bakırköy-Taksim dolmuş durağına varmıştım. Aklıma taksi dışında gelen en hızlı araç sarı dolmuştu, ta ki 30-35 kişilik sırayı görene kadar. Yine de sıranın en başına kadar koştum ve en öndeki sarışın, orta yaşlı bayana muavinin nerde olduğunu sordum. Kendime rolüme iyice kaptırmıştım ve bana sorarsanız harika oynuyordum. Ağlamak üzere olan ve annesi ölüm pençesinde olan genci oynuyordum artık. Annem muhtemelen trafik kazası geçirmişti ama bunu eğer muavin sorarsa boylu boyunca düşünecektim. Hemen kirli sakallı adamın yanına koşarak gittim ve rolümün doruklarına ulaştım:-Ağabey benim acilen Unkapanı’ndaki evime gitmem lazım. Lütfen beni… Lütfen beni gelen ilk dolmuşa alır mısın?-Tamam, ağabeycim sen geç otur şöyle, ben halledeceğim koçum merak etme. Bu kadar kolay olacağını düşünmemiştim ama bu zor durumda bile mutlu olmasını bildim. Kaldırıma oturdum ve yine yaklaşık 20 saniye içinde bir dolmuş geldi. Hemen bindim ve tekrar teşekkür ettim sakallı abiye. Cidden adam gibi adammış. Sonra saate baktım; 07.49. daha servisin kalkmasına 11 dakika vardı ve 5-10 dakika geç kalsam en fazla birazcık azarlanırdım. Artık tek yapmam gereken dolmuş şoförünün olabildiğince hızlı gidip gerekirse, genelde yaptığı gibi ters yoldan gitmesini beklemekti. İyi de gidiyorduk. Sahilde arabalar vardı ama hızımız fena değildi ta ki Kazlıçeşme yakınlarında trafik başlayana kadar. Tam da o sıralarda 08.01de hocamdan beklediğim telefon geldi. Hatta sırf bu muhtemel arama için telefonumu elimde tutuyordum. Telefonu açtım ve hiç bir şey olmamış, sadece trafik yüzünden geç kalmış gibi konuştum. Hoca da 5-10 dakika sonra orda olacağımı düşündüğü için tama sorun değil gibi şeyler söyledi. 2. arama geldi. Sonra 3… ve 4. Telefondaki ses sürekli nerede olduğumu soruyor ben de ona olduğumdan 3-4 kilometre daha ileride mevkiler söyleyip, bu yol farkı da indikten sonra atmaya hazırlandığım depar ile kapatmayı düşünüyordum. Çok akıllıca bir plan değil mi? Çaresizlik insanlara neler yaptırıyor. 5 ve 6. aramalarda güzel birer papara yedikten sonra dolmuştan inmiş ve okuluma koşmaya başlamıştım. Henüz 25 dakika önce yaşadığım zor dakikalar geri gelmişti, ölesiye koşuyordum ama yolda kuru kuruya yediğim sandviç biraz da olsa bir güç vermişti bana. Gerçi susuzluktan daha çok yakınmaya başlamıştım ama her iyinin bir kusuru olsa gerek.Okulun tam önüne vardığımda 40 kişilik taraftar grubumuzun otobüsünü gördüm. Geç kaldığımı anlayan taraftarlardan biri eliyle takım otobüsünün yerini gösterdi. Hemen o tarafa koştum. Bir otobüs gördüm ama lenslerimi aceleden takamadığımdan mütevellit, otobüs dolu mu boş mu, dibine girene kadar emin olamadım. Boş olduğundan emin olduktan sonra hemen okul kantinine koştum. Aslında ilk buluşma noktamızın orası olduğunu hatırladım ama nafileydi. Orada da yoktular. Telefonum son kez çaldığında koşarak garajda arkadan gördüğüm otobüse doğru hızla ilerliyordum. Otobüsün yanına geldiğimde aradığımı, geç de olsa bulduğumu anladım. Otobüse adımımı attığım anda cırtlak bir kadın sesi kulaklarımı çınlattı. Bu basketbol antrenörümüz sesiydi. “Nerede kaldın, bu kabul edilemez senin yüzünden 8.30da yola çıkıyoruz” gibilerinden şeyler söyledi. Ben de haklısınız diyerek gerçek düşüncelerimi ona söyledim. Otobüs yolunun yarısına kadar durumu atlatamadım ve kimseyle konuşmadım dahi. Hayatımın açık ara en kötü sabahıydı ve bu sabahın, uyandığım dakika içinde böyle olacağını anlamıştım sanki. Neyse, en azından maçı kazandık… Günün tek olumlu yanı olsa da…