işkenceden geliyorumacıyı umuda kattımuzatma sarılası boynunukollarımı askıda bıraktım
Ünlü Şafak Türküsü nün yazarı Nevzat Çelik öğrenciyken suçsuz yere tutuklanıp tam 7 yıl yattığı ve idamla yargılandığı günlerde yazmış “İşkenceden Geliyorum” u. Türkiye İnsan Hakları Vakfı nın belirttiğine göre 1980-1998 yılları arasında ülkemizde en az 546 kişi işkence görerek ölmüş, yine vakfa göre işkence görenlerin sayısını tahmin etmek zordur. İnsan Hakları Derneği ne göre işkence maalesef sistematik ve yaygın.İşkencenin tanımı şöyle yapılıyor; işkence, ister fiziksel olsun ister ruhsal, bir göz korkutma, caydırma, intikam alma, cezalandırma veya bilgi toplama aracı olarak bilinçli şekilde insanlara acı çektirmekte kullanılan her türden edimlerdir. İnsan Hakları Bildirgesi nde de belirtildiği gibi işkence bir insanlık suçudur, hiç bir suretle kabul görülemez. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 5. maddesi der ki; hiç kimse işkenceye maruz bırakılmamalı, kimseye zalimce, insanlık dışı ve aşağılayıcı muamele edilmemelidir. İşkence sanılanın aksine yalnızca fiziksel olarak değil, aynı zamanda psikolojik olarak da binyıllardır uygulanmaktadır. Yazılanlara göre ortaçağda işkenceyi yaygın olarak kullanan Katolik kiliseleri ve Roma İmparaorluğu döneminde bir kölenin ifadesi yalnızca işkence altında kabul edilirdi ki bu da kölelerin kendi istekleri ile gerçeği söyleyebileceklerine inanılmaması güvensizliğine dayandırılmaktaydı. İllk kez Fransa’da kurulan kiliselere bağlı Engisizyon Mahkemeleri Papa’nın işkenceyi yasallaştırması ile ortaçağın kabusu haline gelmişti. 1834’e kadar varolduğu belirtilen bu mahkemelerde alınan kararlar sonucu her türlü “sapkın davranış gösteren” insanlar canlı canlı yakılıyor, kurşuna diziliyor, giyotine gidiyor, akıl almaz işkenceler görüyorlardı. Tabi zamanla modernleşen insanın işkence yöntemleri de değişti. 12 Mart döneminde iki yıl hapis yatan Murat Belge Bir Hayat isimli kitabında gördüğü işkenceleri mizahi bir dille anlatmaya çalışmış, belki anlamamızı sağlamak için, yine de yetmiyor insanın gücü anlamaya yaratılan bu anlamsız şiddet ortamını, şöyle diyor kendisi işkence bahsi açıldığında;
İki günlük bir falaka ve elektirikten geçtim. Korkuyordum falan ama soğukkanlılığı da elden bırakmadım. Mesela falakaya yatırıyorlar; asistanım falan ya, iyi aile çocuğuyum da, onların gözünde muhallebi çocuğu gibi bir şey olduğum muhakkak, avaz avaz bağırıyorum bu yüzden. Daha acı falan duymadan işin başında bağırmaya başlıyorum. Derken farkına varıyorum ki kazık gibi yatmış bağırıyorum. Çünkü o aşamada fazla canım acımıyor. Bunu fark edince rol tamamlansı diye debelenmeye de başlıyorum. Ama iş ilerleyince zaten rol yapmana gerek kalmıyor. Bir süre sonra canın fena acıyor tabii. Falaka tanıdık bir acıydı. O açıdan ürkütücü bir şey değildi. Ama kötüydü, çünkü devam ettikçe kümülatif bir acı söz konusu oluyordu. Ama elektrik! İşte o bildiğin bir acı değil.
Yine 12 Mart döneminde içeride olan bir yazar, Fazilet Çulha, şöyle bir anısını anlatıyor Şimdi Sırası Değil isimli kitabında;
Polis, öğretmen bir arkadaşı almış faili meçhul cinayetleri sıralıyor, ‘Hangisini sen öldürdün?’ Bir zaman sonra işkencenin dozu artıyor, ‘tamam’ diyor, ‘Sizin söylediklerinizi tanımıyorum ama falanı ben öldürdüm’. Hemen tutanaklar, araştırma gereği bile duymuyorlar. Sonra arkadaş duruşmaya çıkıyor, hakim ‘öldürdüğünü itiraf etmişsin’ diyor, ‘hayir’ diyor, ‘bir isim vermek zorundaydım ben de verdim, o benim babamır ve üç sene önce ölmüştür. Beraatine…
İşkence görenlerin yaşadıklarının etkilerini üzerlerinden atmaları çok zor bir süreç. Bunun için dünya çapına kurulan İşkence Kurbanları için Uluslararası Rehabilitasyon Konseyi elinden gelen çabayı sarfediyor. Cezayir kökenli Fransız yazar Henri Alleg Cezayir’in bağımsızlığını savunduğu için 1957 de cezaevine konulduğunda yaşadıklarını inanılmaz derecede sade ve basit bir dille Türkçe’ye de çevrilen Sorgu isimli kitabında anlatmıştır. Hapis günlerinin ilk zamanlarında şu notu düşmüş;
Üç aydan fazladır tutukluyum. Bu süre içinde düşünebileceğiniz her acıdan daha fazla acı çektim, alçaklıklara dayandım. Aslında bunları dünyada anlatmak istemezdim, ama bu gerçeğin bilinmesiyle ateş kesilmesi ve barış yapılması davasına biraz olsun katkıda bulunacağıma inanıyorum.
Belki hatırlayanınız olacaktır, Henri Alleg’in Sorgu isimli kitabınının tiyatro uyarlaması Avam Tiyatro tarafından 2004 yılında Türkiye’de sahnelendi. Oyunda Henri Alleg’i canlandıran Deniz Zengin’in rolü gereği gerçekten işkence görmesi medyada yankı uyandırmıştı.Peki ya işkenceciler? Suçu işleyenler? Jean Paul Sarte “Önce işkence edenlere bakalım, kim bunlar” diyor, “Sadist mi? Yeryüzüne inmiş azrail mi? Korkunç amaçları olan savaş tanrısı mı? Kendilerine kalırsa bütün bunların karışımıdırlar.” Ve ekliyor, “Bütün bunlar delilerin oynaığı komediden başka bir şey değildir, faşizmin o korkunç maskesiyle oynanan bir komedi.” Can Dündar da bir yazısında iki işkenceciyle bir söyleşi gerçekleştirmiş, işkencecilerden biri soğukkanlılıkla anlatıyor;
7-8 şık fiziki işkence vardır. Mesela falaka… Yere yatarsın, bağlayıp, ayak altlarına vurursun. Ne kadar, kaç tane vuracağın, ondan alacağın bilgiye, suç şekline bağlıdır.Fax dediğimiz bir yöntem var. Adam duvara asılır ve belli bir noktada parmak uçlarında durur. Yukarı asılı olduğu için vücut durmadan aşağı sarkar, iki gün öyle dayanamaz, çok güçtür. Sonra ‘tazyikli su…’ Çok inceltilmiş hortumla erkeğin penisine su sıkarsın. Bunu kaldırması mümkün değildir. Çok büyük bir acı verir. ‘Askı’da adamı, isa’nın çarmıha gerilmesi gibi bir kalasa sıkıca bağlayıp T şeklinde asarsın, iz bırakmaması için de kalası battaniyeyle sararsın.”
Alev Alatlı da İşkenceci isimli kitabında Mazlum ile zalim arasındaki ince ayrıma dikkat çeker, ona göre mazlumla zalim her zaman yer değiştirebilir.Elimde bir kitap daha varİşkence odasının penceresinden vapurlar küçücük görünüyor. diye başlıyor. Çetin Altan, Büyük Gözaltı. Bir şiddet / zalim / mazlum / anlayışsızlık / akılalmazlık öyküsü daha. Saman kağıdından sayfaları, arka kapakta fiyatı yazıyor, 200 lira.
Zaman geçiyor, yaşananlar değişmiyor. Zaman değişiyor, insan değişmiyor. Bu yazı bile yetmiyor anlatmaya yaşananları, kaynaklar bitmiyor, örneklerin, fotoğrafların, kayıtların sonu gelmiyor. Sorun ülkeler, toplumlar, politika değil, sorun başlı başına biz insanlar. En büyük derdimiz hala kendimizle. Hala özgür değiliz. Birileri bir yerlerde acı çekmeye devam ettiği sürece de tutsak kalacağız yeryüzünde, özlemle barışın gelmesini umarak.kapandı üstüme geceyarılarıpolisler sürüklüyordu benikent boydanboya susuyordubulvarda bir ağaçgürültüyle kusuyordu (N. Çelik, Anımsamak Kuşları)
yorumlar
* Three Kings filmdeki bir işkence sahnesinde Amerikan askerine (Matt Damon) ham petrol içirmeleri çok orijinal bir yöntemdi.* Bahadır Boysal da ecdadı canavar gibi gösteren Osmanlı İşkenceleri çizer, anlatırdı.* Syriana filminde de Clooney’in tırnaklarını çekmişlerdi.
yakın dostum ve bir zamanlar iş ortağım da olan, militanmemet namlı kişinin anlatımıyla, işkence ve tâhammül edilişi konusunda çok şey öğrenmiştim. 12 eylül peşi sıra tezgâha yatırılanlardandı. şu yapıldı bu yapıldı diye anlatmaya gerek yok. vikvikleme de diyor tuzu kuru olanlar bunlara neticede.bu memet arkadaşımın onca işkenceden içine işleyen tek şey; başkalarının adını vermemek için bir hafta boyunca zihninde “küçük kurbaa, küçük kurbaa kuyruğun nerede” şarkısını söylemesi ve adı sorulduğunda hatırlıyamamasıymış…ben de sistemli kaba dayağa maruz kalmıştım bir vakit. üniversitem tecil bilgilerimi geç gönderdiği için asker kaçağı durumuna düşmüş ve sabaha kadar karakolda tutulup gelen geçen asabi gece vardiyası tiksintili polislerimizin kum torbası da olmuştum. sabaha telefon edip mevkî sahibi bir siyâsi tanıdığımızın yardımı ve muhteremlerin çay ikrâmı, gönül almalarıyla olayı kişiselleştiremedim :)en pis açılımı muş ilinde takılırken yaşadım. komlarda yaşıyan kürdi vatandaşların un, şeker çuvallarının ve yağ tenekelerinin kara boşaltılıp, “destek veremeyeceksiniz lan” nidalarıyla, çoluk çocuk dağa çıkmaya nasıl palazlandırıldıklarını görünce gündüzlerim karardı. geçti bunlar şimdilik. vikvikliyorum tabii :)pkkya karşı hizbullahı da desteklediler doksanlı yılların başında zevatlar. onlar da bi cesaret bulduğunu düğüm yaptı, kansız şekilde hizya getirdi (portakal dolu çuvalla dövmek de geçer akçedir erenlerce).asker ültümatom veriyor yine. yeni işkence tezgâhlarını kurma heyecanında masaya silah koyup, yemin edenler.ooolm hafif yönetimi “ip”mi bana bildirmeden kendince yetkili kurumlara verirseniz iki yakanız bir araya gelmesin 🙂
iskence goren bi iki insanla konusmuslugum vardir, dehset verici..
Cok acidir ki halen ulkemizde, 12 Eylul zihniyetini, kurtlanmis militarist beyinlerinde tursu yapanlarin, meydanlarda gordugu sayginlik ve bu sayginligin, mazlum dusunceler uzerinde kalan simetrik yansimalarinin, bagrimizda kanattigi yaralar…
yazı çok güzeldi neandertal.lakin şu cümlede bir anlatım bozukluğu olmuş. düzeltirseniz sevinirim:
bu arada penise tazyikli su hadisesini hayal edemedim bile, içim bir garip oldu.
@woofwoof, farkettim ben de, en kısa zamanda düzelteceğim, teşekkürler.
Konu hakkında söyleyebilecek pek bir şeyim yok. Pilli’de tuttuğum ilk yazı olduğunu belirtmek istedim sadece. Bir de önemsiz de olsa şafak türküsü’nün orjinal halini not düşmek istiyorum…
Ne zaman elektrik verilsebedenimin tek hucresineaydinlaniyor yurdumunlambaiz butun evleriSUNAY AKIN