Hayatı Kazanmak Gerek: Değerleri KurumsallaştırmalıKurum ve değer kavramları yan yana geldiğinde itici duruyor. Sanki biri maddi bir şeyi, diğeri daha içsel bir şeyi temsil ediyor gibi görünüyor. Biri iç dünyamıza, diğeri dış dünyaya ait gibi.

Yaşanan hayat bize ikisini birbirine karıştırmamayı daha çocukluğumuzdan itibaren öğretiyor. İşin, başka bir yerde, dostluğun, başka bir yerde durması gerektiği fikri kafalarımıza bir hayat tecrübesi olarak kazınıyor. İş, bazen bir sosyal teşkilat olur, bazen bir fabrika; kural değişmez, değerler ve duygular subjektiftir, profesyonelliği engeller. İnsanların kafasında yaşam parçalanmıştır, ve iş “kirliliğin serbest olabileceği” bir şey olarak bir yerde durur ve piyasanın kurallarıyla yürütülürken, dostluk daha özel bir alan olarak başka bir yerde durur. Çünkü değer denen şey, kişiseldir ve iş yaşamının vahşiliği ve acımasızlığı karşısında bir zemin, bir duruş noktası olmasının sözü bile edilemez. İkisinin birbirini tamamlayarak sahici bir bütünsel yaşama erişilebileceği düşünülmez. İnsani olan bütün değerleri, bir perspektif düzeyinde kurup, özel alan, kamusal alan ayrımı yapmaksızın, topyekün bir yaşamın toprağı haline getirmeden, örneğin, dayanışmadan nasıl söz edebiliriz. Dayanışmayı, bir özel alana, kişisel bir tercihe ve iradeye indirgersek, hayat bizi hep aynı yere çıkartır. Kişisel iyi niyetlerimiz, hep aynı çıkışsızlıkla, bize yeni hayat dersleri olarak geri döner: “İnsanlara güvenmeyeceksin, acımayacaksın, hak ettiğinden fazlasını vermeyeceksin” Bunlar anlaşılır ama kabul edilemez hayal kırıklıklarının tezahürleridir. Kişisel iyi niyetler değişime uğramadığı takdirde, değerlerimiz bu sistemlerin vahşiliği karşısında kaybetmeye mahkum olur (mu).