Hallac-ı Mansur 858 yılında Tur şehrinde doğmuş, 857-922 yılları arasında yaşamış, İran’lı, sufi bir yazardır. Çok fazla pamuğu çok kısa sürede atabildiğini gören kişilerce kendisine Hallac (pamuk atan) lakabı verildiği rivayet edilmektedir. Tam adı Ebu el-Muğiz el-Hüseyn ibn Mansur el-Hallac’tır. Halk arasında ona Hallac-ı Mansur veya Hasin (Hüseyin) Mansur Hallac denilmiştir.Genç yaşta Kur’an’ı ezberlemiş ve evlendikten sonra Hac ziyaretinde bulunmuştur. Abbasi hakimiyetinde olan Bağdat‘ta yaşamıştır. Hocası Cüneyd-i Bağdadi‘dir ve Hallac-ı Mansur‘un yaşantısında onun büyük etkileri olmuştur.

Hallac-ı Mansur, Al Hallaj - bir tasviri (resim)
Hallac-ı Mansur, Al Hallaj – bir tasviri (resim)

Tasavvuf bilginlerince şehit veli olarak nitelendirilen Hallac-ı Mansur, Kadı Ebu Yusuf‘un “Sen kimsin?” sorusuna cevap olarak Ene’l Hak yani “Ben Hak’ım” demiştir. Bunun üzerine Hallac-ı Mansur önce kamçılanıp, sonra bedeni dilim dilim kesilip, kellesi bedeninden ayrılarak yakılmıştır. Bu infaza tüm halk zorunlu katılmak ve taş atmak üzere çağrılmıştır.Peki Ene’l Hak sözünün temeli nedir? Bu bir inanç, dünya görüşü ya da felsefe midir?Bu görüşün bir tasavvufi görüş olduğunu söyleyebiliriz. Ahmet Fevzi Yüksel‘e (*) göre tarikattaki amaç tasavvuf, tasavvuftaki amaç ise Allah’a erişme yolunda el-Hallac’ı anlayabileceğimiz. Allah’a erişim için iki yol bulunmaktadır:* Fenâ Yolu (Allah’ta yok olma, Yoku yok etmek)* Vahdet-i Vücut YoluFenâ yolu, Abdulkadir Geylani Hazretlerinden başlayıp, Muhiddin-i Arabi‘ye kadar uzanan evliyanın yolunu kapsar. Temelinde “Allah’ın varlığı dışında varlıkların, kendine ait bir varlığı yoktur” düşüncesi yani Allah’ın dışında bir hiçliğin varlığı söz konusudur. En büyük sözcüsü Endülüs’te doğup büyüyen Muhyiddin İbn Arabi ile ortaya çıkan Vahdet-i Vücut ise varlığın birliğidir. Bu öğretiyi Anadolu’ya (Konya, Aksaray, Kayseri, Malatya, Sivas) taşımıştır. Anadoludaki en önemli temsilcilerinden birisi Yunus Emre‘dir. Bu görüşün temelinde ise hem Allah’ın varlığını hem O’nun yarattıklarının varlığını kabul etmek yatar. Çünkü Allah yaratandır ve O’nun yarattığı hiçlik değildir. Hem tanrının varlığı hem kulların yaratılmışlığı söz konusudur. Yunus Emre’nin “Yaradılanı severiz yaradandan ötürü” sözü de onun bir bakıma hem yaradanın varlığının hem yaradılanın varlığının görüşünü, yani vahdet-i vücut görüşünü göstermiyor mu? Varlığın birliği” ya da “varlıkların birliği” olarak geçen Vahdet-i Vücut bu noktada Tanrının varlığının paylaşılmışlığı gibi algılanmamalıdır. Panteizm‘deki (Tümtanrıcılık, doğatanrıcılık) gibi doğanın tüm varlıklarının, tanrının bir parçası olduğu görüşü nedeni ile tanrının parçalanması değildir bu. Her şeyin bütünlüğü, birliği yani tekliğidir. Vahdet-i vücut’a karşı da eleştiriler artmış ve vahdet-i şuhud görüşü ileri sürülmüştür. Bu konuya girmeyeceğim.Biraz kafamız karışıyor da olabilir. Ama şöyle özetleyebiliriz. Birinci öğreti Allah’ın varlığı ve onun dışında hiçbir şeyin var olmadığı bu nedenle bireyin kendi başına hiçliği ve bu nedenle de varlığını tanrı olarak açıklaması, ikinci öğreti ise Allah’ın varlığı ve onun yarattıklarının varlığı, bunların birliğidir.Hallac-ı Mansur’un Allah’a ulaşma yolu birinci yoldur. Onun “Ben yokum (hiçim)”, “Ben Hak’ım (Tanrıyım)” sözü bu sebepledir.O’nun bazı sözleri:* Ene’l Hak.* “Evladım, insanlar dinlerini kendileri seçmezler, kaldı ki hem Musevilik hem Hıristiyanlık hem de İslam, Hak dinidir. Amaçları aynıdır, araçları farklıdır.“* “Allah’a kavuşmak için iki rekat namaz da yeter. Ancak, böyle bir namaz için abdesti, insanın kendi kanı ile almış olması gerekir.“* “Dünyanın taşları yağsa üstüme ille dostun gülü öldürür beni.“O’nla ilgili bazı rivayetler:* “Sizin taptıklarınız (Sizin taptığınız Allah) benim ayaklarımın altındadır.” sözünün Hallac-ı Mansur’a veya Muhyiddin-i Arabi’ye ait olduğu noktasında bir bilinmezlik vardır. Rivayete göre bunu söyleyen zat öldürüldükten sonra bir merakla sözü söylediği yerde dediği yer kazılır (ya da bakılır), bahsedilen yerden altın çıktığı söylenir. Bana göre bu rivayet gerçek ise bu sözün Hallac-ı Mansur’a ait olma ihtimali daha fazladır. Çünkü bu olay da Ene’l Hak görüşü olarak yorumlanabilir. Oysa Muhyiddin-i Arabi (Muhiddin-i Arabi) fenâ yolu değil vahdet-i vücut yolunu benimsemiştir.* Bir diğer rivayet de şudur: onu darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve; “bir ene (ben) sen dedin, bir ene de ben. (sen ene`l-hak dedin, ben: “ene hayrun minhü= ben ondan hayırlıyım.” dedim) nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime lânet yağdırıyor?” diye sordu. hallâc-ı mansûr şu cevâbı verdi: “sebep şudur. sen “ene” dedin, kendini ortaya koydun, ben ene dedim, kendimi ortadan kovdum. benliği ortaya getirmenin iyi olmadığını, benliği ortadan kaldırmanın ise gâyet iyi olduğunu bilesin, diye bana rahmet, sana lânet etti.”* Yine burada geçen bir rivayet de şudur: “Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü dicle`ye atacaklar. korkarım ki, nehir taşıp bağdât`ı basacak. o zaman hırkamı nehrin kenarına götürüp, sulara at” diye arkadaşına söyler ve bahsedilen olay o öldükten sonra gerçekleşir.O’nun bazı eserleri:* Tavasin-ül Kur’an* Ta Sin Al Azal(*) Bu yazının hazırlanmasında Ahmet Fevzi Yüksel’e ait şu (veya şu‘na bakılabilir) yazıdan yararlanılmıştır. Kaynaklar, referanslar dışındaki yazı veya görüşler bana aittir. Not olarak şunu da ekleyeyim ki benim yaklaşımım ve araştırdıklarımdan anladıklarımı yazışım olduğu gibi kabul edilmemeli, araştırılmalı ve tartışılmalıdır. Bu ön yaklaşım ile okunmalıdır.