“Tamam kabul senide üzdüm departmanından”



Yazmam gerekiyordu. Damarlarım, tenim, kıl köklerim, dudaklarım kaşınıyordu… Evet, yazmam gerekiyordu, içim bu kadar doluyken ne yazacağımı daha doğrusu nasıl yazacağımı bilemezken, ekranın sağ alt köşesine takıldı gözüm. Eylül ayının 8. günü geçmek üzereyken en sevdiğim bu Eylül ayının turuncuya kaçkın kırmızı hissini hayatımdan kaçırmak üzereydim…Bugün Eylül’ün farkıvardım. Özür dilerim geç oldu ama sende hak ver bana n’olur. Süslendim ve geldim işte…Yılın bütün ayları ayıplasın beni, Kasım nefret etsin benden bende sevmiyorum onu ama Eylül; sen darılma bana… Şey oldu.. Ne bilim. Yaşam kof olur ya.. Hah işte ondan oldu. Bilirsin sende ne çok severim seni…

Son 2 haftadır bir çok şey yazdım. Herbirine heyecanla başlayamadığım için kısa sürdüler ve devam etmek üzere sadece kaydedildiler.Öylesine bir klasörde dokunulmayı bekliyorlar.Dokunamıyorum da sadece okuyor ve kapatıyorum hemde defalarca.Sonra bende soruyorum kendime; Zor zamanlar mı kahramanları, yoksa kahramanlar mı zor zamanları yaratır?



Sonra bende cevaplıyorum ve kendi cevaplarımın içinden bile sorular çıkarıyorum; “Ben zor zamanları çok gördüm ama kahramanlar yoktu ortada, öyleyse kahraman ben miydim?”diye…



Bana, “sen çok sessizsin, konuşmuyorsun” diyorlar… Ne diyebilirim ki onlara.-Hee konuşmuyorum desem yalan, hayır aslında ben konuşurum desem o da yalan…



Tavırlarımın sülalesini bilen biliyor. Nerde o benim tavırlarımın sülalesini bilen kızkardeş? Evde ders çalışıyordur kesin hatta bir de yine hayatla dalga geçiyodur ama olsun biliyor ya benim tavırlarımın sülalesini, helal olsun ona.


Bak Eylül,Bu sene bir anlaşma yapalım ve sessizce anlaşalım. Zaten her 2 şekilde de anlaşabilmiş olacağız. Hani o akşamüstlerinin kızıllığını vururdun ya yüzüme… İşte ben o zamanlarda koşar adım bir heyecanla yürümek istiyorum. Emin ol bunu çok özledim. Hani belki Beşiktaş’tan vapura binip deniz sefası yaparız seninle.



Kadıköy’de sen açık çay içersin ben şekersiz Nescafe. Sıkılırsak Beyoğlu’na geçeriz belki Pia’da filtre kahve içeriz, sokak kedilerini izleriz.Olmadı sert bir şeyler dinlemek ve kafa dağıtmak için alkolün en güzel içilebildiği bir yerlere gidip , insanları izlerken yazarız hikayelerimiz. Ama sonra eve dönüp kafamızda kurduklarımızı satırlara dökmeliyiz. Yoksa seninde içinde pimi çekilmemiş bombalar kalır. Kasım ayı geldiğinde o pimi çekilmemiş bombalar içerde kalınca acıyor burnum soğuktan…



Hadi Eylül, gel benimle ve en güzel hayallerini anlat sonrasında kurtlu kurtlu salınan geçmişini de unutacağız. Sen yatağa uzanacaksın ben kızıl saçlarını okşayıp hiçbir zaman benden duymayı hayal bile demediğin gerçek hikayeleri anlatacağım.


İpucu mu vereyim?Hadi! Bir kadının güven bağlarına ateş edildiğini düşün… Düşünebilirsin biliyorum..Booommm!



Düşlere bunca düşmüşlüğüm olmaz sanırdım..Her taraf kan revan…Bir rüyaydı herneyse geçer elbet.



Sen geldin ya Eylül!Ama sen! Ahhh küçük cinnet boşuna yalvarma çünkü biz Eylül’le aramızda anlaştık yok bildik seni…Tüm kartlarını gördüğümde bile bile blöftün…bile bile blöf..Hadi hayıflanma, bu ıska bilişlerden kime ders çıkmış ki?Her kaybedişte tekrara mahkum bir matsa oyun biz aramızda anlaştık ve seni hepten var bildik “Kader” seninde alacağın olsun!


Hadi gel eylül, kızıl akşamüstlerini vur suratıma yüyüyelim Bizans’ın yalnızlıktan grileşen sokaklarında. Belki tekrar resim yaparız. Belki ateş edilen güven bağlarımıza pansuman yaptırır, şarap içeriz Bizans serinliğinde…




Belki severiz yeniden…

Konuşmasakta olur…Uyuruz ellerimizin üstünde kırmızı çiçekler…







::her hakkı yalnızlıkların kertenkelesine aittir::