Her zaman kanla başlar. Kaostan düzen yaratma düşüncesiyle üretilen bütün yaradılış efsanelerinin karanlığa ait ve kaotik başlangıçları her zaman bir şekilde gotic bir festival, bir vampir mabeti, bir pagan ayini, daha da önemlisi erotikleştirilmiş dini bir şov olarak sunulur. Marduk, ejderha Tiamat’ı avlar ve cenneti yeryüzünden ayırır. Zeus, öz babası Kronos’u katleder ve Titanlar’ı sürgüne yollar. Eğer bazen çok vahşice gözükse bile, evet, ne bekliyorsunuz ki? Bazı değerli şeyler de azıcık acıyla kazanılabilir. Çünkü gördüğünüz gibi, kimse sonsuza kadar tepe aşağı tavana asılı kalamaz; ışık bile. Işığın bir çok tonu olduğu gibi, gölgeninde bir çok derecesi vardır.Ve Kabil kırılmış bir çocuktur, yüzünde ışığın izini bile taşımaz; buna rağmen Yukardakinin alnına açtığı yara izini taşır. Karanlığın izidir onunkisi; cinayettir. Onun gücü avlanmak değildir, kardeşinin yaptığı gibi. Ama öldürmektir, kutsal Kitaptaki Tanrı gibi. Kan emici vampirlerin hikayelerinde alkışlanan gotik-punk super-star’ın ilk modelidir kendisi; karanlığın parıldayan, şok eden sembolüdür ki içindeki acıyı vücuduna zarar vererek çıkartan ergenlik çağında ki gençlerle bir bağlantısı da kurulabilir. Acıyı çıkartmak yerine şeytan çıkartmak terimini de kullanabiliriz. Çünkü televizyon ve sinemada içine şeytan girenler genelde ergenliğe yeni ayak basmış çocuklardır. Bence Kabil’in vampir modasına uygun görünüşü ve bir depresyon idolü oluşu aslında onun anlamsızlığıdır; onun kırılgan ruhu ve yaralanmış kendini beğenmişliği, narsistik davranışlarıdır. “Neden benim sunumu kabul etmiyorsun” diye bağırır yukardakine, “Neden Habil’inkini kabul ediyorsun.” Aslında nasıl da büyük bir narsisttir. O, bir parça Edgar Allen Poe’dan şiirler okuyan Marianne Faithful’un sigaradan zarar görmüş sesi, bir parça Anna Kavan’ın eroinle buğulanmış bakışlarıyla Kafka’dan etkilenmiş sofistike yazı tarzı, En Güzel Pazar Günü Elbisesi içinde Courtney Love’ın çılgına dönmüş aklı, CK reklamlarında Kate Moss’un lanetlenmiş anoreksik güzelliği, ve son olarak bir parça da bir daha duymak bile istenmeyecek kadar korkunç olan biyografisinin karanlığı altında Tori Amos’ın dayanılmaz, tutunulmaz, dokunulmaz durgunluğudur. Eğer sonsuza kadar sürebilecek bir ünü ve başarıyı koruyabilen bu kadınların Kabil’le hiç bir ortak noktası olmadığını düşünseniz bile, o zaman kendine zarar vermenin çekiciliği, ergenliğe yeni girmiş modern bir çocuğun yaşadıklarıyla açıklanabilir. Birini öldürmenin verdiği dehşet yarı insan yarı canavar olmanın zorunlu bir kalıtımı, ahlak kurallarının “olmak ya da olmamak” üzerinden karar verildiği hiç bir geçerliliği olmayan bir dünyada kapalı kalmaktır. Sanırım bu konu, neden bazı gençler nedensiz yere intihara kalkışır, vücutlarını keser, kendilerini dövmeleriyle ya da piercingleriyle tanımlar, yeme bozuklukları çeker, siyahtan başka renkte kıyafet giymeyi reddeder ve hep aynı lanetlenmiş görüntülerini korumaya çalışırlar gibi soruları cevaplayarak uzayıp gider. Yüzeyde bir ergenin dünyası bir maskeli balo, kostüm partisi gibi görünür. Seyircisi olmayan hayaletlerin bastığı bir sahne şovudur. Ve daha güçlü, tehlikeli ve erotik bir seremoni halinde büyür, yükselir, tanrısallaşır. Gerçek denilebilecek bir şeye dokunmak için doğru zamandır, çünkü büyüdükçe, olgunlaştıkça insan küçülür, kendini bir hiç olarak hisseder. Bir ergenin dünyasındaysa hiçlik, tanrısallıkla aynı anlamda kullanılır. Kabil’in ilk yarası deşilir ve ölüm görselleştirilir, çevrelerinde ve içlerinde büyüyen hislere tapınılır.Liseden atılmış Sid Vicious, Sex Pistols’a katılıp 1977’de ki Punk Çağı’na öfkesiyle tüm İngiltere’yi titreten, depresif ve kendine zarar vermenin görüntüsünü enteresan bir hale sokan ünüyle imzasını attığında daha henüz 19 yaşındadır. Konserlerde kendi vücudunu kendi kanıyla boyar, uyuşturucu kullanır, ölümüne içer, asla normal bir ilişki yaşayamaz ve asla erken yaşta hayatına son vermek olan ayarını değiştirmez. Eroin ve Nancy’den başka her şey miğdesini bulandırır. Nancy konusunda çok obsesiftir ve o olmadan delirebilir. 12 Ekim günü polis Nancy’yi bir otel odasında karnına saplanan bir bıçak yarasından dolayı ölmüş bulur. Sid, Nacy’yi öldürmekten tutuklanır ve on gün sonra bir bıçakla kolunu keserek ve “Ben Nancy’mle olmak istiyorum. Ben yalnız bırakılmak istiyorum” diye bağırarak intihar eder. Ve evet, tahminimce öldüğünde hala çok güzeldir. “Yemin ederim ki pembe bir aura vücudunu çevrelemiş gibi görünüyordu” diye bir sonraki sabah Sid’e çay götürdüğü anı hatırlar annesi, “Orada tamamen huzur içinde yatıyordu. Onu, tamamiyle ölü ve tamamiyle soğuk olduğunu anlayana kadar sarstım.” Sid hala karanlık Punk görüntüsünün Kabil’in tarih öncesi yarasından sızan pembe aurasıyla sarmalanmış, paketlenmiş, marketlenebilir bir ürünü. Moda dünyasında ki ve Batı kültüründe ki imgelerin rolü genelde yediğin şeyden utanç hissetmeni sağlayacak şekilde üretililip sunuluyor, ama aynı zamanda daha fazla zevk için yalvarmanı sağlıyor. “Eğer eroini buraya enjekte etmezsem, kolumu parçalayacağım.” der Hary Goldfarb, Darren Aronofsky’nin ikinci uzun metrajlı filmi Requiem for a Dream filmindeki uyuşturucu bağımlısı genç adam. Eroini sadece kolundaki tek bir delikten vücuduna sokar; defalarca ve defalarca. Sonunda kolu zaten paramparça olmuştur. Deliğin etrafındaki bölge kan toplamış, yeşilimsi, iltihap kapmış bir alan kolunun yarısını kaplamıştır. Daha da kötüsü koyu kırmızı, ikinci bir et parçası gibi eline doğru uzanan derisi şişmiş ve koluna yapışmış bir ceset gibi onu zehirlemektedir. Medyanın filmler ve magazin fotoğraflarıyla romantikleştirmeye çalıştığı intihara meyilli ve uyuşturucu bağımlısı vücutlarının aslında güzel olması gerekirken aniden maskesi düşürülüvermiş, tedirgin edici bir ameliyathane ışığı altında tüm gerçekliğiyle seyircinin gözüne sokulmuş görüntüsüdür; tıpkı kasap bıçağıyla deşilmiş Nancy’nin cinsel organlarının aşk için öldürme romantikleştirmesinin ötesinde miğde bulandırıcı bir gerçekliğe oturması gibi. Hary’den kolunda ki aynı deliğe daha fazla iğne sokmamasını isteyemeyiz. Onun için üzgünüm ama eroini ancak kolunu kaybettiğinde bırakabilir. Normal bir eroinmanın yaptığı gibi kolunda başka bir delik açıp eroini oradan şırınga etmeyi bile düşünmez. Tekrar üzgünüm ama bu çok mantıksız; ve ne yazık ki gümüş ekran görüntüler ya da kuşe kağıda baskılar henüz mantıksızlığı sahnelemeyi beceremiyorlar. Sadece tekmeleyen ve çığlıklar atarak sokaklarda koşan insanların görüntülerini gösterip “bakın ne kadar mantıksız, ne kadar özgür,” diyerek bize klinik akıl hastalarının aslında ne kadar çekici ve vurdum duymaz olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Ama bu büyü kitaplarının önünde Latince konuşmak kadar tehlikeli aslında. Neler olacağını asla tahmin edemezsin. Belki de bu yüzden Kabil, “Beni bulan kişi beni öldürecektir” dediğinde Yukardaki, onu gören öldürmesin diye uyarmak için alnına bir işaret yerleştirmiştir. Ve Kabil uzak bir diyara doğru yoluna devam etmiş ve Cennetin Doğusu denilen yerde yaşamıştır –akıl hastaları için bir rehabilitasyon merkezi. İşte buradan çıkartılacak sonuç: asla ve asla sahne ışıklarını, sonsuz işkencenin cazibeli bir tarafı olduğunu göstermek uğruna tarihöncesi bu yaranın üzerine çevirmeyin, ondan yararlanmayın. Bir olayı, bir cismi sahnelemek, mağara duvarlarına resmini yapmak daima içinde o görüntü üstünde gücünü kanıtlamak arzusu içerir. Virginia Woolf’u sahnelediğinizde gerçeğini öldürürsünüz ve yenisini yaratırsınız. Tarih öncesinde yaşamış insanlar doğayı mağara duvarlarına resmettiklerinde doğayla savaşabileceklerini anlamışlardı; mamutlarla, yılanlarla, başa çıkılması imkansız fırtınalarla. Resimlerini yaptılar, belki bu simgeleri büyü olarak adlandırdılar, belki sadece altlarına imzalarını atıp kendilerini tanrısallaştırdılar: Tanrı’nın Eli. Şimdi de aynı şey devam ediyor. Aklın uzak derinliklerinde sonsuz bir savaş, vahşice devam etmekte. Bu savaşı durduramayacağımızı bilmiyormuyuz, onun hastalığını Prozaclar’la Ritalinler’le iyileştiremeyeceğimizin farkında değilmiyiz. Bu ilaçların sadece görüntümüzü değiştirdiğini, suratımıza ufacık, yapay bir gülücük yerleştirmekten daha fazlasına yaramadığının farkına vardığımızda ne yapacağız? Aynaları kırmak ne kadar aptalca! Aklımız hala bir kabile savaşını sürdürmekteyken görüntüler New York’da bir gökdelenin tepesinde şampanya patlatan insanların pırıltılı yaşamlarına fokuslanmış. Buna rağmen arka planda insanların kollarından bandajlar sarkmakta, şakaklarında elektro-şok izleri belirginleşmekte, doktorlar koridorlarda koşuşturmakta, haplar, çığlıklar, yatağa bağlanmış titreyen hastalar, sanki içimizde ki bir acı, açlığını doyurmaya çalışmakta, geriye kalan tek hissimizin bu olduğunu sadistçe ve mazoşitçe acıya ulaşmamız gerektiğini anlatmaya çalışmaktalar. Anlamıyor muyuz, yeterince acı çekmiyoruz. Boşuna acı çekiyoruz. Bu gün savaşta ölen çocukları seyrederken 15 dakika sonra başlayacak olan futbol karşılaşmasını düşünebiliyoruz. Aptalca mı? Size bir şey söyleyeceğim: aptal olmaktansa o kadar çok dehşet var ki aptal olmayı ve saçma sapan sayıklamayı tercih ederim. Bundan böyle kimse, yaralanıp bir sokakta ölüme terkedilmiş bir bebeğin acısını televizyonda görüp onun için ağlayamaz. Televizyonla seyirci arasında süregelen tek bir özdeşleşme vardır, o da acı veren suçluyla seyircinin özdeşliğidir. Her şeyi en sansürsüz haliyle görmek isteriz, her şeyi, her şeyi isteriz. En sonunda gördüklerimiz için utanç içinde ağlayan da biz oluruz. Çünkü akıl hastanelerinde Angelina Jolie’ler ve Winona Ryder’lar (hapishanelerde olabilir) yatmaz. Onlar umutsuzluk vericidir; Umut Vaateden Sanatçı ödülünü alamazlar asla.