Redlight District

Bir süre önce birkaç iş için Avrupa’daydım. Daha önce görmediğim ve görmek istediğim yerlere uğrayacak zamanlar yaratmaya çalıştım. Uğrayacak diyorum zira gerçekten gezecek kadar zamanım hiç olmadı. O şehirden bu şehre savruldum durdum. Tabii, asli savrulmak istediğim kent Amsterdam’dı. Avrupa günlerimin sonları yaklaşırken, Almanya Ulm’den hareket edip 4 tren değiştirerek 7 saatlik bir yolculukla Köln’e vardım. Köln’de yağmur vardı.İkinci dünya savaşı sırasında Almanya’nın en çok bombalanan şehri olan Köln’ü görmek gibi bir inadım hiç yoktu. Köln hakkında daha önce duyduklarım zaten büyük kilisesi hariç görülecek pek de bir tarafının olmadığı üzerineydi. O kilise de tren istasyonundan çıkar çıkmaz yağmurun altında tam karşımda duruyordu… Velhasıl benim için Köln geldiğim anda bitmişti. Köln’e gelişimin asıl nedeni, beş yıldır Belçika’da Gent yakınlarında yaşayan çocukluk arkadaşımla yaptığımız plandı.Ben Köln’e trenle gidecektim ve o da arabasıyla Belçika’dan Köln’e gelecek, beni istasyondan alacak ve hiç durmadan mappy.com’dan öğrendiğimiz kadarıyla 2 buçuk saat kadar uzaklıktaki Amsterdam’a devam edecektik. Köln sadece buluşma noktasıydı yani ve günlerden cumaydı.Kapatılan bir Köln caddesini GPS algılamadığı için dostum buluşma noktamıza 1 saat kadar geç geldi. Olsundu, buluşmuştuk, biraz hasret giderdik ve artık Amsterdam’a yollanabilirdik. Daha önce netten bulduğumuz uygun fiyatlı bir Amsterdam otelinin adresini GPS’e yazdık, GPS’de bize 2 saat 45 dakikada gidersiniz buradan dedi… Aferin GPS dedik, düştük yola.Yağmur bir çiseliyordu, bir sağanak yağıyordu, bir dolu yağıyordu, sonra yine çiseliyordu. Amsterdam’da yağmur yoktur umuduyla, eski güzel günlerimizi konuşa konuşa Amsterdam’a vardık. GPS bizi eliyle koymuş gibi otelin önüne getirdi. Getirdi ama otele girip bakmadık bile zira Amsterdam 12 km. yazıyordu hala GPS’te. Zaten sadece 2 gün kalabilecektik ve mutlaka geceleri içecektik, şehir merkezine yakın, arabasız gezebileceğimiz bir otel aramaya karar verdik. Gece 21:00 sularıydı, Amsterdam’da yağan yağmur değil sel sularıydı…Şehir merkezine geldiğimizde Amsterdam’a arabayla gelmenin hiç de hoş bir fikir olmadığını hemen anladık. Oralarda kalabileceğimiz ortalama bir otel kişi başı 30-40 Euro iken araba parkı en ucuz 40 Euro idi. Otoparkı olan bir otel de yoktu. Daha fazla dolaşmak istemediğimizden, arabayı parka kendimizi en uygun otele attık. En uygun otelin lobisinde sigara içmek yasak olduğundan kapısında birkaç genç ot içiyorlardı… Amsterdam bize merhaba dedi…Odada alelacele yağan yağmura karşı en yağmur geçirmezlerimizle donanıp, vurduk kendimizi Amsterdam gecesine. Van Gogh müzesi yarın gidilecekler listesindeydi…Saat 22:00 civarı Amsterdam’ın yıllardır en çok kulaklarımızı doldurmuş muhiti Redlight District’teydik. Ortada kanallar, kanal kenarının iki yanı sex shoplar, bölgenin adını aldığı kırmızı ışıklı kadın vitrinleri, coffe shoplar ve barlar… Duvarda asılı bir tabela karşıladı bizi “Hoş geldiniz, buraya neden geldiğinizi biliyoruz, lütfen rahat olun. Bir derdiniz olduğunda bizi arayın. Amsterdam Polis Departmanı”. E, biz de koca departman niye geldiğimizi biliyor ve rahat etmemizi buyuruyorsa rahat edelim dedik…Artık birkaç kadeh içkiyle vücutları ve kafaları geceye hazırlama zamanıydı, ilk bar gibi gördüğümüz yerden içeri daldık. Tahta masalarda üçer beşer oturmuş envai otlar saran ve envai otun karışımından yayılan gayet ağır bir duman perdesinin içinde oturanların olduğu bir yerdi girdiğimiz. Alkol yokmuş orada, sadece meyve suyu ve hafif uyuşturucular varmış. “Eyvallah biz bira içeceğiz” dedik çıktık. Eyvallah’ı Türkçe, bira içeceğiz’i İngilizce söyledik.İkinci girdiğimiz yerde de durum aynıydı, kahve ve portakal suyu ve hafif uyuşturucu. Elektronik tabelasında “Only soft Drugs” yazan o yerden de çıktık. Tabelaya güle güle alkol olan bir yer ararken, bir market bulduk ve birer kutu bira alıp sokağı gezerken içmeye karar verdik. Kanal boyunca an be an gördüklerimize şaşırarak, gülerek, yorumlar yaparak yürüyorduk ki iki adet bisikletli, yakışıklı, atkuyruğu saçlı polis önümüzü kesti ve gayet buyurgan bir tonla İngilizce “Dökün o biraları yere!” dediler bize. Lan ne diye döküyoruz diye anlamamış bakarken ben, arkadaşım açıklama istedi. Yasakmış Amsterdam’da yolda içki içmek. “Abi bilmiyorduk valla” filan dedik. Abi’yi ve valla’yı Türkçe, bilmiyorduk’u İngilizce söyledik. “Bilmemek mazeret değil” dedi biri. “Ellişer Euro ceza keseceğim size” dedi, pasaportlarımızı aldı, numaralarını omzunda asılı telsizden merkeze bildirdi. Merkezden sorunlu muyuz değil miyiz diye haber beklerken pasaportumun İstanbul’dan alınmış olduğunu gördüğünden olsa gerek yakışıklı polis abi “İstanbul’da serbest mi yolda bira içmek?” dedi. Kendi ülkenizde yapamıyorsunuz gelip buralarda saçmalıyorsunuz havası vardı bunu derken. “Serbeeeeest!” dedim. Hiç bozuntuya vermeden “Burada değil” dedi. O ne kadar vermese de bozulduğunu anladım ben. “Anladık biz onu az önce ve şaşkınlık içerisindeyiz” dedim. İşte tam o anda şaşkınlığımın doruğuna daha ulaşmadığımı anladım. Yoldan geçen muhtemelen İngiliz iki genç, ellerinde serçe parmak ve yüzük parmağı arasına sıkıştırılmış Bob Marley’i bile “Oha!” dedirtecek büyüklükte sarılmış marihuana ya da her ne ise olduğu halde yanımıza yanaştı. Polis ağabeylere bir adres sordular. Polis ağabeyler de gayet kibarca adresi tarif etti ve iyiakşamlarlaşıp uzaklaştılar. Onlar ellerinde otlarla polisle meşk ederken biz suç aleti biralarımız ayaklarımızın dibinde onları izledik. “İşte” dedim, şaşkınlığımı atar atmaz “Biz ilk defa geliyoruz, kafamız karışık, yolda uyuşturucu serbest, bira yasak, anlamak zor.” Pasaportlarımız temiz çıktı, biz de temiz davrandık sanırım… “Bu kez sizi affediyoruz ama her yerde kamera var gözümüz üzerinizde” gibi bir şeyler dediler, “İyi tatiller, hoş geldiniz” diye ekleyip pedallarına basıp gittiler… Suç aleti biralarımızı çöpe atıp, legal bira aramaya yola koyulduk.Biz legal bira ararken siz sıkılmayın, hem de yazı “keşif”i hak etsin diye birkaç Redlight District linki vereyim, biz yasal birayı bulunca devam edelim.Redlight’ın meşhur Penis Çeşmesi. (+18). Gerçi genç kız rüyası diye bir tatlı olan ülkemiz insanı için çok da ilginç olmayabilir.Bir adet, Redlight’a düşmüş turistler neler diyor videosu. Dikkat edin mikrofon uzatılan herkes bizim alkol bulamadığımız o masum kafelerden çıkmış şekilde konuşuyor.Redlight adını tüm caddeler boyunca sağlı sollu görünen bu vitrinlerden alıyormuş. Böyle dizi dizi sıralanmış vitrinler. İşaretle pazarlık yapılıyor, anlaşma sağlanırsa müşteri içeri giriyor, vitrinin perdesi çekiliyor ve hemen oradaki yatakta artık adına sevişme mi dersiniz ne derseniz ifa ediliyor. Müşteri çıkıyor perde açılıp gösteri yeniden başlıyor. Pazaryeri gibi bir yer, bir tek tezgâhtar yok…Yasal birayı yanımızdan geçen ve fısıltıyla “Koko, koko” diyen siyahî insanların yöresinden seğirterek geçerken bulduk. Oturduk afiyetle biralarımızı içtik. Çıktık bir iki tur daha attık, oturduk biraz daha içtik. Şehirle ilgili ilk intibalarımızı konuştuk ve bizi en çok meraklandıran şeyin “Porno Tiyatro” olduğuna karar verdik. Gördüğümüz birkaç porno tiyatro arasında seçim yapmak için yeniden, biraz da çakır keyif koko fısıltılı yola döküldük. Görebildiğimiz 3 tane vardı. Fiyatları hemen hemen aynıydı. Sanatçılar değişikti. 40 Euro’ya tiyatro ve 4 adet içecek dâhil. Tiyatrolardan birinin önünde 8 tane nereli olduklarını anlamadığımız kız “Biz grubuz, grup indirimi yapın” diye pazarlık ediyorlardı. Görevli kaç kişisiniz diye sorunca arkadaşım arkadan “10 kişi” dedi birden. Kızlar şaşkınlıkla dönüp baktılar ama rakam çoğaldı grup gücü arttı diye ses çıkarmadılar. 30 Euro’ya anlaşıldı ve grup olarak sanatsal etkinliğe duhul ettik.Bildiğiniz tiyatro salonu. Çok önemli bir sanatsal etkinliği seyreder pozlarda bir seyirci güruhu. Arada teşrifatçı gibi dolanıp içkileri tazeleyen garsonlar. Seyirciler arasında kadın, erkek sayısı neredeyse eşit. Başladık seyretmeye. Bildiğiniz porno filmin canlı olanı, tiyatro demek ayıp bir şey! Konusuz porno anlayacağınız. Arada oyuncular değişiyor, alt alta üst üste çıkıyorlar, altlarındaki platform dönüyor ki seyirci pozisyonları kaçırmasın, açıları rahat yakalasın. Adam işini iyi yapınca seyirci alkışlıyor. İlk birkaç alkışta sırıtarak kalakaldıktan sonra biz de alışıp avuç içlerimizi patlatırcasına alkışımızı esirgemedik sanatçılardan. Arkadaşım yanımıza gelip oturan bir Güney Afrikalı kızla muhabbet etmeye başladı, ne konuşuyorlar diye kulak kabarttım, kız daha önce şehirdeki tüm tiyatrolara gitmiş, başka bir yer öneriyor ve seyrettiğimiz pozisyonlar hakkında yorum yapıyordu. Arkadaşım da kendini sanatsal etkinliğe kaptırmış bir entelektüel edasıyla muhabbeti sürdürüyordu. 1 saat kadar sonra sıkılıp çıkmaya karar verdik. Sanatçıların bir kısmı sevişmeye devam ediyorlardı. Tiyatronun barında son bir kadeh kalan içki hakkımızı tüketmeye oturduk, sanatçılardan ikisinin de orada olduğunu gördük. Arkadaşım çok iyiydiniz, çok beğendik filan dedi ve imzalarını istedi. Hiç yadırgamadan imza verişleri ise tüm bunlara şaşırdığım için sorunun bende olduğunu düşündürdü bana… Gece 3:00 olmuştu… Ot kokuları arasında en uygun otelimize doğru yol aldık. Bir geceye bu kadar şaşkınlık yeterdi. Otele yürürken çişimizi yol ortasında duran şöyle bir şeye yaptık.