bildirgec.org

yalnızlık hakkında tüm yazılar

Kedi ve Köpekleriniz artık daha MUTLU!!!

Beacool | 28 November 2010 16:00

Kedi ve Köpekleriniz artık daha MUTLU!!!

Frolicat DART
Frolicat DART

Kendi türünüzden başka diğer türlere de saygılısınız. Onları seviyor, besliyorsunuz. Birgün birini ev arkadaşı olmak için alıyorsunuz. Günler birbirini kovalayıp o küçük sevimli yaratık size her geçen gün daha çok bağlanırken hayat size daha çok yüklenmeye başlıyor. Giderek eve daha az uğramaya başlıyorsunuz. Derken o çok sevdiğiniz canlının siz yokken evde partiler verip etrafı dağıttığını fark ediyorsunuz. Ama bir dakika, o sadece bir kedi! (bkz yazı sonu notu)

UÇURTMANIN İPİ

mavilikler | 01 November 2010 11:01

Karanlık… Ama zifiri değil… Sokak lambasının ışığı eşyaların yok olmasını önlüyor.

Yatakta doğrulmuş, sessizliği dinleyen adam hiç de hoşnut değil bu durumdan.

O her şey yok olsun istiyor. Karanlığa gömülsün her yer… En küçük ışık kalmasın…

Tek bir kişi bile kalabalık demek şimdi. Hiç değilse bu saatte yalnız kalabilsin. Böylelikle de unutabilsin bir süreliğine de olsa insanları… Ki onların arasında en az var olanını, yani kendisini buraya çağırabilsin…

Yalnızlık Merasimi

HBOZTOPRAK | 26 October 2010 12:07

Hiç gülmez,
Hiç sevmez,
Hiç söz etmez,
Hiç gün görmez,
Hiç birşey istemezdi o adam…

Gayri meskun hayatın mekan-ı viranesi,
Metruk bir meskenin kiremit altı kesimi,
Nefse dair sadece bir-iki güvercin sesi,
Bu güzey hanede olmadı başka nedimi,

Ortada; bir ayağı kırık, pürüzlü, ahşab masa,
Etrafına dizili; iki minder, üç gazete yaprağı,
Dahası; bir iskembe, bir çömlek, bir maşrapa,
Ve de bir resim üzerinde mazinin toz toprağı,

Yüzünde olan silinir resmin lakin resimdekinin,
Yüzünden olanlara vebal harfiyat yığını yıllar,
Meftunu belki hala laçin gözlü o mahbubenin,
Üzerine çöken taş, toprak olsa da hatıralar,

Sen neymişsin be abla, pardon abi!?

hayalicindegecti | 11 October 2010 09:19

Onunla biiiin yıl kadar önce mahallemizde tanışmıştım, bizim sokağın en güzel, en beyaz hem de şömineli evinde otururlardı, ama annesi sokağa çıkmasına izin vermezdi. Balkona ya da salonun penceresine hapsolup, pencereden bizim oyunlarımızı seyrederdi. Biz ona gülümserdik, o bize asık yüzle bakar, nanik yapardı, sonra biz seslenirdik:
Faaazıl, pabucu yarıııım, çık dışarıyaa oynayalıııım.
Öfkelenir, annesini çağırırdı, annesi, “Çekilin bakayım sizi gidi arsızlar sizi, terbiyesini bozmasanıza benim prensimin” diye bizi kovalardı bakımlı bahçelerinden.
Sonraki yıllarda o da sokağa, bizlerin arasına karıştı, karıştı dediysem uzakta durup bizi seyretti sadece. En güzel bisiklet onundu, kimseyi bindirmez, zaten kendi de doğru dürüst binemezdi. Onun topu hep pırıl pırıldı. Hiçkimseyle oynamaz, zinhar oynatmaz, hep koltuğunun altında tutardı. Biz “sokak çocukları” ise çılgınca eğlenirdik o bize bakarken, yarım saati 1 liraya bisiklet kiralardık köşedeki tamirciden. Öbür köşedeki boş arsada yakantop ya da tek kale futbol oynarken yerlerde yuvarlanır, çamur içinde kalır, kahkahalarla gülerdik.Hepimiz üçbeş kuruştan ibaret harçlıklarımızı birleştirir, yavru kedilere kasaptan et alır, beslerdik. O bize uzaktan bakıp, “Hepiniz kuduz olacaksınız” tehdidini savururdu.
Sonra okula başladık, ödevlerimiz için gereken kaynakları Saadet Apartmanının 8 numarasında oturan hakim amcaların kitaplığındaki Hayat Ansikpoledisi ciltlerinde arardık, ona ise özel hocalar gelirdi ders vermek için. Komşular pişirdikleri özel yemekleri, tadımlık da olsa en güzel tabaklarda birbirlerine gönderirdi, o bu değişime hayret eder, aslında kıskanır ve bize gittikleri o lüks lokantaları ve hiçbirimizin hayatında hiç görmediğini söylediği o muhteşem yemekleri, tatlıları, pastaları anlatırdı. Oynamaktan terleyip susadığımızda biz mahalledeki inşaatın musluğuna ağzımızı dayayıp kana kana su içerdik. O evine gidip annesinin Taşdelen damacanasından bardağına koyduğu suyu yudumlardı. Gizlice sigara içtiğimizi gördüğünde bizi hemen annelerimize gammazlamıştı da nasıl cezalandırılmıştık. “Paramı çaldı, kalemimi yürüttü” diye kapıcımızın oğlunu yalan yere itham edip bir kaç kez babasına dövdürdüğünde ise hepimiz onunla konuşmama kararı almıştık.
Derken lise,üniversite yılları geldi. Zaman içinde hepimiz iyi kötü okuyup adam olduk, çeşitli mesleklerde tutunduk, evlendik, çoluk çocuğa karıştık. O ise hep yalnızdı, buralarda doğru düzgün bir okul kazanamadı, yurtdışında okutuldu, sonunda memlekete döndüğünü duyduk.
Haberlerini aldık. “Küçük dağları hep o yarattığı” için, soyadının yüzsuyu hürmetine girdiği her işyerinde başarısız olmuş. Buna rağmen herkesi küçük görür, herkesi alaya alırmış. En güzel araba, en manzaralı yalı dairesi, en parlak seyahatler, en nadide tablolar hep onunmuş. Beraber olduğu hiçkimseyle ilişkisinde dikiş tutturamamış, hepsinin mutlaka bir eksikliği, bir kusuru, bir kompleksi varmış, oysa kendisi, “örnek alınacak, mükemmel, herşeyi bilen, herşeye kadir, en en ama ennnn güzel insanmış…”
Geçenlerde o mükemmel arabasıyla kaza yapıp vefat etmiş, kocaman, sayfa sayfa ilanlar verilmiş gazetelere ama cenazesine katılanlar bir elin parmaklarını bile geçememiş. Birisi de demiş ki:
“Ne kendi etti rahat, ne aleme verdi huzur, yıkıldı gitti cihandan dayansın ehl-i kubur.”

TAHTA BAVUL

hayalicindegecti | 25 September 2010 14:40

O yıllarda başka bavul yoktu ki… Annesi günler öncesinden hazırlamaya başlamıştı bavulunu. İç çamaşırları, çoraplar, çarşıdan yeni alınmış beş kadar beyaz gömlek, kasabanın terzisine yünlü kumaştan diktirdikleri üç siyah pantolon… Başka ne mi vardı bavulda? Dört beş kalıp Hacı Şakir sabunu, iki küçük yüz havlusu, bir büyük hamam havlusu…
Neyse işte, 60’lı yıllarda Erzincan’ın Ilıç’ından (*) kalkıp Ankara’nın Maarif Kolejine (**) yatılı okumaya gidecek erkek çocuğun yanına başka ne verilirdi ki?
Annesi günlerce ağlamış ama sonunda kadere razı olmuştu:
Ne yapalım? Hasretlik olacak ama okuyup adam olacak oğlum. Buralarda doğru düzgün okul mu var. Yüce allahım korusun benim ilk göz ağrımı…
Sonunda delikanlı br kasabalıya emanet edilip başkent Ankara’ya giden Şark Ekspresine daha doğrusu “kara tren”e bindirilmişti. Kasabanın küçük garında tenbih üstüne tenbihle:
Bak sakın ola ki yabancılarla konuşmayasın.
Bavuluna sahip çık, gözünü sakın ayırma ondan tamam mı? Bütün kış giyeceğin herşey onun içinde.
Yengenlere telgraf çektik, gelip seni gardan alacaklar. İşte bak büyük amcanın adı, adresi, telefonu burada yazılı.
Sonra kulağına fısıldamıştı babası:
Paranı çok dikkatli harca, annen o elli lirayı dağıtıp çeşitli yerlerine diktiği ceplere koydu süveterinin. Aman ha… Sakın çarçur etme. Okulda bütün masrafların karşılanacak zaten. Unutma sen bizim bankanın yatılı burslu talebesisin.

Romantik

absynthe | 16 September 2010 09:27

<a href=… />

Etrafımdaki insanların- ben de dâhil olmak üzere- yalnızlaştıkça romantikleştiğini fark ettim. Aşktan uzaklaştıkça aşka olan inancımız daha da artıyor, fakat yarattığımız hayal dünyası bizi gerçek ilişkilerden her geçen gün daha da uzaklaştırıyor. Sevmeyi unutuyoruz, yerine hayal mahsulü bir ürün koyuyoruz. Filmlerde gördüklerimizle kitaplarda okuduğumuz aşka bir gün rastlamak umuduyla geçiyor günlerimiz. Unutuyoruz ki aşkı yaşayarak yazan azdır. Shakespeare’in nefret ettiği bir eşi vardı, birçok eleştirmen onun homoseksüel olduğunu düşünür. Ama heteroseksüel aşka dair hiçbir yazarın, şairin boy ölçüşemeyeceği güzellikle yapıtlar yarattı. 42 yaşında bekâr olarak hayata gözlerini yuman Jane Austen’ın kitaplarının sonunda istisnasız hep evlilik vardır –ki tahmin edersiniz ki 19. yüzyılda kırklarına gelip de hiç evlenmemiş kadın bulmak çok güçtü. Fakat o gerçek aşka- belki de hiç olmayan bir şeye- inandığı için kendini kimseye paylaşmadı.

Kör Tutmadı…

alfixdeniz | 18 August 2010 20:07

Beyaz bastonuyla merdivenleri ağır ağır indi adam, bir eliyle de korkuluklara tutunuyordu. Herzamanki oturduğu ağacın gölgesini bulmakta zorlanmadı. Boş gözlerle bir yerlere bakıyor, ama göremiyor…

Sadece, kuş sesleri sokakta oynayan çocuk seslerine karışıyordu. Ama adam bunları hayalinde canladrabildi, derin bir nefes aldı. Otuz beş – kırk yaşlarında, oldukça da yakışıklıydı. geniş omuzları, kuvvetli kasları yaşlı annesinin özenle temizleyip ütüleyerek giydirdiği kısa kollu gömleği ile daha bir canlı görünüyordu. Saçları özenle taranmış bakımlıydı.

gece…

firatocal | 17 August 2010 11:08

üşüyen düşlerimi şefkat dolu elleriyle örten sırdaş dostumdur gece… gözlerimi kapatıp tüm savunmasızlığımla kendimi bıraksam bile , bilirim bana ihanet etmeyeceğini…

bazen özlem dolu aşk kokan bir sevgili olur , bazense koruyup gözeten , başını güvenle yasladığın bir anne … dalıp gidersin düşler diyarına mehtap kokan , yakamozun ışıl ışıl aydınlattığı elleriyle…

yaşam yorgunu bedenimi , ayrılık bitkini ruhumu dinlendiren kendinden emin , yalnızlar rıhtımıdır kadim dostum gece… dobradır , dostların en harbisi… kimsenin söylemeye cesaret edemeyeceği gerçekleri düşlerime fısıldayan acı gün dostumdur…

sırtını hiç dönmez bana… gün boyu aklıma gelmese bile adı , güneşle veda
laşma anımda tüm affedi
ciliğini giyinip , güler yüzüyle karşılar onca karanlığın arasın dan … ayrılığın şiirini yazdırır kalp kırıklıkları üstüne… elimi kesse de kırıntıları , acıtmaz gün boyu canımı acıttığı kadar herşey onunla…

” … beni benle yalnız bırak… ”

firatocal | 13 August 2010 14:54

” Yalnız kalmak istemiyor muydun.. bak çekip gidiyorum işte , mutlu ol ” dedi kadın… ” Beni terk etmeni istemedim ki hiçbir zaman , beni benle yanlız bırakmanı istedim sadece.. ” dedi erkek…

Kadın , narin elli ve ince belli , kumral esmer karışımı güzelliğiyle meydan okuyordu iri kaslı vücudu ve omuzlarından akan dalga dalga uzun saçlarıyla grek heykellerini andıran partnerine…

erkek ise terk edilmişliğin boşluğunda asılı bekleyen birbaşına kalışın soğuk luğunu ensesinde hisseder cesine titrek ama kadınının merak duygusunu ihmal etmeyecek bir gizem içerisinde kendisinden emin cümlelerle savunuyordu yalnızlık hakkını…

çok değil , bir hafta olmuştu tanışalı… aslında ikisi de birbirine hala yabancı sayılırdı.. gürül gürül akan Alaçatı sokaklarının ışıltılı , masalımsı atmosferi bir çırpıda aşık etmişti ikisinide…

GİTMEK

il mare | 02 August 2010 21:14

Büyük sandıklarını küçülterek,kendini büyütmektir gitmek
Büyük sandıklarını küçülterek,kendini büyütmektir gitmek

melodi

Maziden kalma hazımsızlıkların, fesatlıkların, erdemsizliğe dair ne varsa rengi soluk bayatlamış hissiyatların kulaklarımın zarlarına çarptığı bir öğle vaktindeyim.Alnım, durduğum yerde salgıladığım ter damlacıklarını, kapılarını aralayıp tüm vücuduma buyur ediyor, bunalıyorum,sıkılıyorum,yazmak istiyorum,olmuyor.
Ben yazınca ılık rüzgarlar eserdi ensemden taraf;
Arka arkaya dizilmiş söğüt ağaçları şarkılar söylerdi kulaklarıma;
Nadasa bırakılmış topraklar yalnızlıklarından dert yanarlardı toprağa hasret ruhuma,
Ben dinlerdim oturup onları üstüme saldıkları kokularını içime içime çekerek,
Kokladıkça severdim yalnızlıkları,dert yanmaları dinlemeyi,
Çıplak ayakla bir yaylanın kutsal bir noktasına ayak basarak sanki, kendi bayrağımı dikerdim tepede bir yere,
Avaz avaz bağırırdım özgürlük diye kollarımı iki yana açıp etrafımda dönerek.
Yazınca ben,uçar giderdim işte, her harf kurtuluşum olurdu, tutunup üstlerine ayaklarımı sallandırırdım,şöyle bir bakardım aşağıya, minyatür bir ben görürdüm orada,gülerdim sonra,büyümeye doğru kapardım gözlerimi,dinlemeye koyulurdum söğütlerin şarkılarını, toprakların yalnızlıklarını,toprakların kokularını…