bildirgec.org

uncategorized hakkında tüm yazılar

Memurlar ve yaşam döngüsü

vatanda | 10 December 2010 12:03

Memurluk ve yaşam sorunları hakkında ne yazılsa aslında boştur. Özellikle de 700-800 tl ile yaşamaya çalışan kesimler düşünülünce gerçekten de çok saçma geliyor ama şu varki. Memur olduktan sonra insan değişiyor. Yaşam standartları ve sıkıntıları değişiyor. İster istemez bulunduğu ortamdaki yaşam standardına ayak uydurmaya çalışıyor. Hele bekar ve aile desteği alamıyorsa iş daha da zorlasıyor. Evet 1,500-2000 tl arası bir maaş alınıyor ama bu maaşlar cebe girerken nedense max 750-800 arası giriyor. Giderler ve bu giderlerin ötesinde ihtiyaçlar farklılaşıyor. Bulunduğunuz ortam insanlar ve değişik ihtiyaçlar oluşuyor. Kazanıyorum ama neden harcayamıyorum durumları oluşuyor ve sonuçta memur dediğimiz grup daima borçlu oluyor. Ha şuda var bir memur max 10 sene içinde rahat bir araba alabilir yada bi 10 senede orta halli bir ev sahibi olur ama daha da fazlası olamıyor. Ha diceksiniz e daha ne istiyorsun diye. Ama öyle diil işte yaşıyoruz yaşam geciyor memur olmak için birçok sorundan engelden geçmişiz daha birşeyler olsun istiyoruz. Kendimizi geliştirmek daha da birşeyler kazanıp daha iyi bir ortamda daha refah seviyesi yüksek bir sekilde yaşamak istiyoruz. Belkide insan ne kadar bulursa daha fazlasını ister durumuna düşüyoruz ama öyle oluyor. Birde saolsun bankaların tuzağına düştüğümüz yada birkaç defa hatalı kararlar verdi isek bu sefer tamamen dağılıyoruz. Kısaca sözün özü bir memur evet orta derece bir maaş alır ama bu alınan maaş öyle büyük bir getiri sağlamaz. Hatta zor durumlarda bile kalır. Yazımla sizleri sıktıysam affola.

Üniversite olayları ve Son dönemde yaşananlar üzerine.

vatanda | 10 December 2010 10:58

Son dönemde aynı 1980 dönemindekine benzer bir şekilde yönetime ve olaylara tepki gösterileri yapılmakta. Yanlız zamansal farklılıklar ve bazı degişik durumlardan olsa gerek hareketler çok daha değişik bir şekilde başlatıldı. Dikkat ederseniz bütün bu olaylar hep birbiri ardına yapılmakta. önce güneydoğudaki insanlar kışkırtıldı ve gösteriler yapıldı ardından hatay bölgesinde ülkücüler ve doğulular birbirine düşürüldü, son dönemde ise bu sefer devreye üniversiteler sokularak kışkırtmalar yapılmakta. Özellikle dikkat ederseniz bu üniversiteli öğrencilerin çoğunun üzerlerindeki kıyafetler aynı 1980 dönemindeki gibi yeşil ve askeri kıyafetleri andıran kıyafetler. Ve gösteriler sürekli sol görüşteki kişiler tarafından yapılmakta sürekli aynı düşünce anlatılmakta ve hep aynı tip kişileri görmekteyiz. Öğrenciden başka herşeye benzeyen ve okumak yerine tamamen belirli politikalar için orada bulundukları düşünülen insanlar. Bunların özellikle son dönemde düzelmekte olan ekonomi ve uluslararası güç dengelerinin bizden yana değişmesiyle artması ise işe oldukça farklı bir boyut kazandırmakta. Sürekli komplo teorileri yapmakla suçlanan halkın bakış açısında da aynı düşünceleri görmek mümkün. Belirli kesimler yapılanlardan rahatsız olduğundan sindirmeye yada devirmeye çalışmakta. Sürekli yapılan bu hareketler ve tepkiler pekte doğal yada normal görülmemekte. Halk arasında olmayan husumet sanki varmış gibi gösterilmeye çalışılmakta insanlara korku ve endişe empoze edilmeye çalışılmakta Sürekli insanlara eziksiniz susarak bir yere varamazsınız denilmekte ama aynı zamanda yöneticilere de sizler suskun kalarak böyle yapıyorsunuz denilmekte. Bence bu düşüncelerinde en tepesinde bu yapılanlar su anki yönetimi devirme çalışmaları hatta şunu da ekleyebiliriz ki yönetimi devirmek için çok ciddi bir çalışma da yapılmakta son dönemde ortaya çıkan siyasi partiler de aynı şekilde sırf bazı seyleri yöneticilerin elinden almaya ( Meclisteki çoğunluğu) yönelik adım olarak görülmekte. Ama bilmedikleri yada bildikleri ama değiştiremedikleri birşey var ki bizler aptal değiliz görüyoruz ve yapılanların genelinden memnunuz. Ne yaparlarsa yapsınlar bunlarla bizleri değiştiremezler.

EN BÜYÜK OYUN

mavilikler | 10 December 2010 08:56

Ne zaman vaz geçtin oynamaktan? Hani seni kabul etmemişlerdi o oyuna. “İyi oynayamıyorsun. Seni alırsak yeniliriz.” diye sırtlarını dönmüşlerdi sana.

“Yenilmek mi?!” demiştin.”Bu kadar önemli mi? Benim gözlerimdeki şeyden daha mı önemli mesela?”

Karşında dev bir ayna vardı sanki. İçinde de o şey… Bir duygu… Ki kendinden başka hiçbir şeye yer vermeyecek kadar büyük… İşte o vardı şimdi gözlerinin içinde. Onlar görmemişlerdi onu. Sırtlarını sana dönmüş, çoktan başlamışlardı oyuna.

Kahkahalar, sevinç çığlıkları arasında maharetlerini sergilemişlerdi bol bol. Oyuna kabul edilebilir olmanın gururuna böyle karşılık vermişlerdi.

BİRLİKTE KURTULACAĞIZ

takyon | 09 December 2010 17:17

Sabırsızlıkla beklediğim bir gün vardı; doğum günüm. O yıl özellikle çok heyecanlıydım. Onsekizimi bitirecek, reşit olacaktım. Mutlaka bir önemi vardı bunun, öyle olmasa büyükler hep şöyle der miydi:
“Sus, karışma sen, hele bir reşit ol, o zaman bakarız”
Bu “bakarız” kısmını pek anlamasam da reşit olmanın tam bağımsızlık anlamına gelmediğini anlatıyor gibiydi. Yine de reşit kelimesi bir mıknatıs gibi çekiyordu beni.
İşte o gün geliyordu. Birkaç gün sonra reşit olacaktım. Sanki bir sınırın öbür tarafına geçmek gibi… Aniden zengin olmak gibi…Uzaya çıkmak gibi…Evet evet çok önemli birşeydi o.
Üniversitede ilk yılım bitmek üzereydi. Lisenin katı disiplininden sonra başımı döndüren bir rahatlık vardı üniversitede. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Derse girmesem kimse kızmıyor, çıksam kimse kızmıyor, hiç uğramasam umurlarında değil. Bir keresinde beşyüz kişilik anfide ders başlayalı onbeş dakika olmuş; içeri girdim. Hocam olan profesör kadıncağız arkası dönük anlatmaya devam ediyordu. Aradan beş dakika geçti ki acıktığımı hissettim, kahvaltı da yapmamıştım. Çıkıp bir güzel sınıftan, simit aldım, girdim anfiye, yedim üstelik simidi. Sonradan kendime kızdım gerçi. “Yahu şartlar müsait olabilir sen niye fırsatçılık yapıyorsun”. Tabii anfinin iki kapısı olması da sağlıyordu bu rahatlığı, yani öyle her sınıfa gir çık yapmak zordu. Olsun elimizdekiyle de gayet mutluyduk biz yeni yetmeler. Hem sonra, sınav sonuçları panoya asılıyor, öyle bütün sınıf kaç aldığını duyup pis pis bakmıyor. Böyle bir rahatlığın tadını alınca üstüne bir de reşit olursam kimbilir ne özgürlükler beni bekliyor diye seviniyordum. Hani bir ilacı sık sık alınca eşiğin artar, dozu artırırsın ya, reşit olunca da evde bana kimse karışamayacaktı, yasalar öyle diyordu, ne istersem yapabilirdim. Hayır, bunları duysalar, zannedecekler ki inceden inceye plan yapmışım; onsekiz bitince yapacaklarımın listesi şudur diye.

DEPREM SABAHINDA UYANMAK…

nihansage | 09 December 2010 13:07

Çok güçlü bir şey beni uykumdan korkuyla uyandırmıştı. “La ilahe illallah” tevhidini söylerken, tam karşimda duran duvar üzerime doğru geliyor ve aynı hızla da geri çekiliyordu.
Uyku sersemi ne olduğunu anlamamıştım.Ama iyi birşeyler olmadığı kesindi.
Yanımda uyuyan kardeşim Elif’e seslendim.”Elif kalk.” dedim.İkimiz de yataktan zorlukla indik.Dönüp duran odanın içinde ayakta durmaya çalışıyorduk. “Hemen dışarı çık.” diye kardeşime söyledim.Ben ise odanın içinde eteğimi ve tülbentimi bulmaya çalışıyordum.
Ne olduğunu anlamadığım bir kumaşın içinden bacaklarımı geçırerek belime çektim.Ve yine elime gelen ince kumaşi da başıma örttüm.
Erkek kardeşimin telaşlı sesini duydum.”Dışarıya…” diye korkuyla bagırıyordu.
Biz kapının önüne gelene kadar sallantı durmuştu.”Üstünüze bir şey alın.” diye kardeşim uyardı.Kapının yanında duran askılıkta, asılmış olan pardösemi giydim. Apartmanda oturan diğer komşularımızla birlikte merdivenlerden aşağıya indik.
Dışarı çıktığımızda herkes korkuyla birbirlerine bakıyordu.
Ne olmuştu? Sorunun cevabı çok açıktı.DEPREM.
Etrafımızı saran sis hepimizin dikkatini çekmişti.Her yer sis altındaydı.Şaşkın gözlerle bakınırken, sislerin içinde, beyaz geceliğiyle koşarak gelen bir kadın gördük.Kadın panik içindeydi.Yardım istiyordu.İçinde oturduğu bina tıkılmıştı.Kendisi de enkazın altından çıkmıştı.Bizim sis diye sandıgımız şey aslında yıkılan binaların tozlarıymış.Bunu dehşetle farketmiştik.Hepimiz şok olmuştuk.
Komşumuzun evi tek katlıydı.Onun bahçesınde oturuyorduk.Eşime ne olduğunu öğrenmek zorundaydım.Arkadaşıma telefonunu kullanmak istediğimi söyledim.Birlikte eve girdik.Ev telefonunun ahizesini elime aldım.Kendi evimin telefon numarasını çevirdim.Gerçi karşıdan “alo” sesi duymayı beklemiyordum,ama duyduğum uzun zil sesi beni umutlandırmıştı.”Karşı tarafta telefon çalıyordu.Telefon çalıyorsa evim yıkılmamıştır.”diye düşünmüştüm.O zaman ki bilgimle mantığım bana öyle söylemişti.Sonradan öğrendim ki, telefon bozuk olsa dahi karşı taraf uzun zil sesini duyuyormuş.
Babamın bisikleti vardı.”Ben bir abimlere bakayım.” diye yanımızdan ayrıldı.
Biz bahçede oturmuş günün agarmasını bekliyorduk.Bir süre sonra abim, koşarak yanımıza geldi.Belden üstü çıplaktı.Bize gölcüğün yıkılmış olduğunu söyledi.Kendilerinin iyi olduğunu ve bizi merak ettiği için yanımıza geldigini anlattı.
Abimden sonra eşim de bizim olduğumuz yere geldi.O da benim akibetimden korkmuştu.Hepimizi sağ salim görünce rahatlamıştı. “Ben bir de ablama bakayım.” diyerek yanımızdan ayrıldı.
Çok geçmeden babam yanımıza gelmişti.Onun da getirdigi haberler içler acısıydı.Akrabalarımızdan bazıları enkaz altında kalmıştı ve onlara şu anda ulaşılamıyordu.
gün doğmak üzereydi.Annem, babam ve kardeşlerimle birlikte, evimin olduğu yere doğru yürümeye başladık.Manzara korkunçtu.Ancak enkazların üstünden geçebiliyorduk.Binaların çoğu yola doğru yıkılmıştı.
Evimin olduğu mahalleye geldiğimizde, etrafı tanıyamadım.Bütün yeni binalar yıkılmıştı.Ancak eskiden yapılmış, iki veya üç katlı evler ayakta kalabilmişti.Benim evim de ayakta kalanlardandı.
Kaynım, hasta olan kayınpederimi, arabasına oturtmuştu. Kayın validem, eltim ve çocukları, diğer akrabalar ve komşular…Hepsi yolun ortasına, binalardan uzak olan bölgeye kaçmışlar ve orada yere oturmuşlardı.Herkesin yüzü bir tuhaftı.Öylece etraflarına bakıyorlardı.Ben de çevreme bakındım.Her yer ama her yer yıkılmıştı.Molozların ortasında duruyorduk.”Acaba bu binalar nasıldı? Altlarında hangi dükkanlar vardı?” Uzun zaman bunları ve bazı şeyleri hatırlıyamadım.
Çok şükür o günler geçti.Güzel Allah’ım inşallah birdaha kimseye öyle günler yaşatmaz.

ERKEK GÜZELİ

bir ben eksiktim | 09 December 2010 09:41

Pembe düşler yaratmış-lardı bir zamanlar, panjur görünümlü parmaklıklar; inanmaya çalıştığın yalanlarıyla! Adını sorsan erkekliğini boşalttığı spermiyle bir tutar. Ateşime sınır tanımazken ben, cehennem bahçeme çit sararken yine ben.

Verdiğin çiçekler daha insansıydı senin otsu erkekliğinin bitkisinde. Uzun sandın ya sen apış arandaki santimsiz kitap ayracını. Araladığın tek şey sahte bedenimin metrekaresiz yanı. Sert öpüşemem/öyle sansan da/ kevgir ruhunu sarıp sarmaladığın ödlek kalbinle. Kaç kapının ardında zavallı rolü üstlendin, kaç defa güçsüzlüğünü boşalan yanlarınla yüceltin? Pardon sen aşağılık yanın kaldırma kuvveti. Baktığın yerden benzersizliğimin sınırlarına kendin gibi aynılığa empoze ettin. Yarım aklın, eksik düşlerin; sikertebileceği en fazla attığım izmaritim. Dumanım bile yok senden yana heba edeyim.

yemek kokulu

nazokiraze | 09 December 2010 09:13

Ne yersek yiyelim , görünüşü ve tadı ne kadar güzel olursa olsun koku sanırım en hassas noktalardan biri yemek yerken.TAT VE KOKU

Tarçın kokusuna dayanamam ben en sevmediğim tatlı bile güzel görünür gözüme o tarçının hatırına, yemesem de koklarım, içinde tarçın aroması olan her çayı severim, beğenirim. İnsanları en çok kışkırtan yiyecek kokuları arasında çilek, çikolata,vanilya,hindistan cevizi, karamel gösterilebilir.

Buradaki habere göre yediğimiz şeylerdeki kokuların iç yüzleri yer alıyor. Pek çok besinde vanilya kokusu tahta atıktan, çilek kokusu ağaç yongasından, şeftali kokusu ise küf mantarından elde ediliyormuş.

Küçüklüğün sobalı evlerinde yenildikten sonra soba üzerine güzel koksun diye koyulan portakal ve mandalina kabuklarına hiç anlam veremedim, yanıp kötü kötü yanık kokusu saçıyorlar düpedüz.

E-mail bizleri laboratuar farelerine dönüştürdü.

desmondhume | 08 December 2010 17:26

Uzmanların iddialarına göre email ofis çalışanlarını “sosyal etkileşim” için yalvaran laboratuar farelerine dönüştürdü.

Harvard Business Review’in eski editörlerinden Nicholas Carr’a göre, özellikle bilgisayar ve akıllı telefonlardan sürekli artan miktarlarda akan bilgi insan beyninde “darboğaza” neden olmuş ve düşünce gücü ile iş yapma yeteneğini kısmış durumda.

Carr, The Shallows: What The Internet Is Doing To Our Brains isimli kitabında bu bilgi kirliliğinin verimli düşünce gücüne zarar verdiği ve email’in insan beynindeki yeni bilgiyi araştırma güdüsünü “fazla mesaiye” tabi tutarak insanları adeta gelen kutularına bağımlı hale getirdiğinden bahsetmiş.

YEMEK KONULU -2

nazokiraze | 08 December 2010 15:56

Aşka Ruhunu Kat (Soul Kitchen) genç bir restoran sahibinin aşkının peşinden Şangay’a gitmesi, ancak orada sevgilisinin başka biriyle olduğunu öğrenmesi üzerine geri gelerek tekrar restoranını geri almaya çalışmasının konu edildiği Fatih Akın imzalı romantik bir komedi.

Türk dizileri içerisinde iştah açıcı sahnelerin olduğu dizilere örnek olarak Yabancı Damat’ı gösterebilirim, sürekli ağzımın suyu akarak izlerdim ben sofra sahnelerini ,zaten dizinin genelini izlemezdim . Bir de eski filmlerden Bitirimler Sınıfı’nda cezalı olan Sezercik’in yanıbaşında ona nispet yapan Perihan Savaş’ın taze fasülye yemesi her daim canımı çektirirdi.