bildirgec.org

uncategorized hakkında tüm yazılar

Arçelik Reklamları ve Semih Saygıner

semazem | 28 August 2009 13:51

Arçelik reklamlarını bu robot devşirmesi “Çelik” yaratığı türediğinden beri iğrenerek seyrediyorum. Semih Saygıner’i alet ettikleri bu son reklamla birlikte mevcut iğrenme dürtüsü “ünlüleri alakasız reklamlarda oynatanlara gıcık olma” güdüsüyle de birleşince yazmadan edemedim artık.
Bilardo masası, topu ya da isteka alacak olsam, tabi ki Semih Saygıner’in görüşlerine çok önem veririm ama beyaz eşya ya da televizyon alırken neden ona danışayım ? Bildiğim kadarıyla kendsinin elektronik, teknoloji ya da beyaz eşya ile ilgili bir eğitimiz, uzmanlığı ya da tecrübesi yok. E peki neden ben onun “Bravo, bükemediğin çeliği öpeceksin.” dediği televizyonu ya da buzdolabını alayım ? Adamın işi çelik bükmek bile değil ki. Derdin çelik bükmekse gel gidelim sanayiye, bak nasıl büküyorlar çeliği de, emayeyi, de…
Arçelik yetkilileri acaba Semih Saygıner’i oynatırken ne hedefliyorlardı ? Semih Saygıner ürünü övünce bütün Türkiye gidip onlarınkini mi alacak sanıyorlardı ? Reklam firması ne dedi de yedirdi bunu firmaya, çok öğrenmek isterim.
Ayrıca bu “Çelik” yaratığı, bana göre, ilk gördüğüm andan beri inanılmaz itici ve hatta tiksindirici bir şey. Ve yıllardır en ufak bir şirinlik dahi yapamadı. Her Arçelik yazısı veya mağazası gördüğümde aklıma geliyor ve ürünlerden özellikle uzak duruyorum. Şu yada bu şekilde beni bilirkişi varsayarak bir şey soranlara da “Arçelik ürünlerini ben kimseye önermiyorum. “ diyerek muadil ürünlerden alternatifler sunuyorum.
Ayrıca bu Çelik yaratığı sanıyorum hala animasyon olarak reklamlarda yer alıyor. Şu ya da bu şekilde 3 boyuta bürünüp reklamlara oynamışlığı yok. Yani teknolojide bu kadar ilerlermiş koskoca Arçelik reklamlarda elini kolunu oynatacak kadar bir maket bile yapamamış henüz. E ben e anladım onların teknolojisinden o halde…

Nasıl Desem? Bir Maruzatım Var!

exorientelux | 28 August 2009 12:18

Sevgili arkadaşlar,

Sizden bir isteğim var (Para değil, gerçekten.). Aslında bunu yazıp yazmama konusunda epey tereddüt ettim. İsteğimi cevapsız bırakırsınız diye değil, uygun olur mu olmaz mı diye. Ama sonra düşündüm, madem son zamanlarda bu kadar kitaplardan, edebiyattan konuşuyoruz, isteyeceksem şimdi tam sırasıdır herhalde.

Ben İstanbul’da bir lisede çalışıyorum. Okulumuz üç yıllık, bu sene dördüncü yılına başlayacak ve ilk mezunlarını verecek. 8 yıllık meslek hayatımda da en mutlu olduğum yer bu okuldur diyebilirim rahatlıkla. İdaresi, öğretmenleri, öğrencileriyle bir aile gibidir çünkü. Sadece şöyle bir eksiğimiz var. İlk iki yıl yer olmadığı için, geçen eğitim öğretim yılında da kitap olmadığı için kütüphanemiz olamadı bir türlü. Şimdi yerimiz var, ama kitabımız yok. Kütüphane yeri ayarlandı, raflar yaptırıldı, ama ansiklopedilerden başka bu raflarda çok az kitap dizili maalesef. Öğretmenler olarak elden geldiğince bir şeyler yapıyoruz elbette. Ama o rafları dolduramadık henüz. Sonra aklıma geldi , bu yaptığım da elden gelenlerden biri olabilir diye.

gecenin ahengini çılıçırpıyla kovalayan yaşlı adam edasıyla arıyorum, anıyorum şimdi yağmuru bir anıyı ve tılsımı

astral | 28 August 2009 11:31

Yürüdüğüm sokaklara bakıyorum. Gözleri olup da görmeyen insanlara… Ben miyim deli, bunca güzelliği fark eden? Yağmur yağıyor, bir ağaç sırılsıklam. Sonbahar. Ağacın yaprakları sonbaharın renkleriyle prenses olmuş, düş kuruyor; o yağmurda. Ağacın üzerinde bir sokak lambası. Sokak lambasının ışığı yağmurda kırılıp ağacı aydınlatıyor, gecenin lacivertinde.O gece ki, tanrının yarattığı en güzel sığınak. En güzel resim kimi zaman.

Düş bu, düşün…

Dar bir sokak. Bir merdiven, küçük taşlar, kenarlarda çiçekler ve ağaçlar var… Kimsenin olmadığı saatlere yakın. Şemsinin altına sığınan sevgililer, ağaç, ışık ve lambanın altına geldiğinde durur ve anı sonsuza taşırlar. O an ki, fark ederler. Aynı birbirilerine duydukları aşk ve hayranlıkla ağacına üzerine düşen yağmur damlaları içinde, yaprakların renginin ahengine kaptırırlar kendilerini ve tanrının en güzel tablosunu izlerler; gördüklerine şükrederek.

Yanında nefesini duyuyordu kadın, nefesi vardı, elini sımsıkı tutmuştu. Aşkı kalkıp, onun için 600 km’den -onun gözlerini görmek için- gelmişti. Anın sustuğu zamanlardandı. Bilmiyordu ki kadın, aradan on yıl geçecek ve o an aynı tazeliğinde duracak beyninde ve her yağmurda, her yağmurda, her ağacın altından geçerken ve ona ışık vurmuşken; o büyüyü hatırlayacak ve aslında büyüyü yaratanların kendileri olduğunu bir kere bir kere daha anlayacaktı. Bir iç çekecekti, derinden, iz bırakılmış, bir iç çekiş…

sbs, öss, üds, kpss artık her neyse …

handsome01 | 28 August 2009 10:43

hayat ilk adımları atmaya başaladığımda başlamıştı bu koşuşturmaca. heryerde karşıma çıkan şey hep sınav. ilk okuldan ber yakamı bırakmadı, bırakacağada benzemiyor aslında. sbs, öss, üds, kpss artık her neyse bilmediğim ya da hiç bilmek istemediğim bir dolu saçma sınama aracı bunlar. ne yani ben daha iki kelimeyi bir araya getirip bir cümlenin belini doğrultamazken üds ile karşılaştım. Türkçeyi bile zor kıvırıyorum benden İngilizce Mary’nin hayatında olan bitenlerde bahsediyolar sınavda. banane ne yani Mary benim neyim oluyor ki? ya KPSS ye ne demeli her sene birsürrü insan bişeylere ulaşmak için bir sınava giriyor birçoğuna. sonuç belgesi ile hayal kırıklığından başka gelen birşey yok. sistemi eleştire biliriz ya da başka bahaneler üretebilirz tabi ama ne fayda. hep başladığımız yerdeyiz, hep aynı noktada. bilemmiyorum bazen boş ver kpss yi ya da sınavları ne takıyorsun diyorum kendi kendime ama bir anlık hayal işte. herkez gibi bende biliyorum. tek çıkış noktamın bu sınavlar olduğunu. ekmek aslanın migdesindeyken başka çağre yok gibi. aslında karamsar biride değilim ama hayat bazen bizi karamsarlığın kuytu sakaklarına itiyor istesekte istemesekte. benimle birlikte bu çileyi çeken her arkadaşımı çok iyi anlamakla birlikte Allah hepimizin yardımcısı olsun diyorum. umarın bu sınavlar bir gün biter. bitecegine hiç inanmasamda temennim bu…

Gergedanlaştıramadıklarımızdan mısınız ki ?

cahitgun | 28 August 2009 10:05

Absürd tiyatro akımının kurucularından Ionescu (1912-1994) , GERGEDANLAR adlı tiyatro eserinde insanların trajikomik dönüşümünü o kadar absürd anlatmıştı ki sanki bugünün Türkiye sinin insan manzaralarını anlatıyordu.

Şimdi çok çeşitli gergedanlarlar var kimi beyoğlunda punk renklerinden makyaj yapmış yatar yapıkredi kitapevinin basamaklarında, kimi fatih de arap çöl adamı ve kadını kostümü ile dolaşır.Kimi bronz teni ve marka makyajı dolaşır akmerkezde, kimi kapalı çarşıda dolaşır figüran kostümüyle.

Zehr-i şehvet

astral | 28 August 2009 09:16

Şehvet ne kadar zehirli bir şehir? Hangi ruh buna dayanır, kaç ruh?
Kaç adam öldü bunun için?

Napolyon’un Josephine’e aşkı neydi?
Savaş dönerken kendinden bir önce bir askerle yollayıp okuttuğu şehvet iletileri neydi? Dünyayı kasıp kavuran adam bir kadının ruhunda esirdi ve esirliğinden de memnuniyeti dillere destandı.

Ya Ree, Salome ve Nietzsche üçgeni neyin tekerrür edişiydi zamanda- zindanda? Ki, zamanda kimi zaman bir zindan değil midir?

Ruh da öyle zindandır kimi zaman… O denli şehvetli gelir ki, tutsaklık; şehvetin d önüne geçer araç yerine amaç olur çıkar. Kişi her ne kadar kafası karışmış, bunalmış, on yedinci kattan her an aşağı atlayıverecekmiş ruh haliyle ortada dolaşsa da; aslında bilir ki, tutkunun kendisi aslında bu yaralı duruma asılı kalıyor olmaktır.

Sevgili Gündelikçim

zorkediii[pilli_silinen_hesap] | 28 August 2009 09:06

sevgili gündelikçi;

sabah bilmem hangi zıkkımın kaçı bilmiyorum ama benim uyuyamadığım oldukça açık ve net; her şey her kes aynı yerli yerinde duruyor. sana anlatacağım bu olaylar silsilesi her şeyden önce muhteşem bir anıdan ibaret değildir. biliyorum hanımının senin onca sil süpür işlerin arasında seni karşısına oturtup, sana neden bu işkenceyi yaptığını merak ediyorsun; eminim. bunu nereden anladın diye soracak olursan tabi ki de o aval aval bakışlarından anladım.