Şehvet ne kadar zehirli bir şehir? Hangi ruh buna dayanır, kaç ruh?Kaç adam öldü bunun için?Napolyon’un Josephine’e aşkı neydi?Savaş dönerken kendinden bir önce bir askerle yollayıp okuttuğu şehvet iletileri neydi? Dünyayı kasıp kavuran adam bir kadının ruhunda esirdi ve esirliğinden de memnuniyeti dillere destandı.Ya Ree, Salome ve Nietzsche üçgeni neyin tekerrür edişiydi zamanda- zindanda? Ki, zamanda kimi zaman bir zindan değil midir?Ruh da öyle zindandır kimi zaman… O denli şehvetli gelir ki, tutsaklık; şehvetin d önüne geçer araç yerine amaç olur çıkar. Kişi her ne kadar kafası karışmış, bunalmış, on yedinci kattan her an aşağı atlayıverecekmiş ruh haliyle ortada dolaşsa da; aslında bilir ki, tutkunun kendisi aslında bu yaralı duruma asılı kalıyor olmaktır.Hem çıkmak istersin hem çıkamazsın. Yalan!!! Aslında hepsi palavra… Bal gibi memnunsundur bu eziyet dediğin yalama dökümlerinden. Canım acıyor dedikçe içine batarsın, tenin, arzunun/ tutsaklığın; bile bile, isteye isteye…Bir yandan da yapılmazsa olmayacak olan, kafam karışık ama tutku işte ne yaparsın edasıyla dolaşmaktır.Bu yapılmadığında çok güzel mimariye sahip binanın boyanmaması gibi ne yaparsan yap eksiklik duygusuna neden olursun etrafta. Oysa böyle bir tavır her şeyi sıvazlayan, kollayan; sözde, ‘nedenlerin varsa bir nevi haklısındır da’ hükmünü hayata geçiren adımdır, kan gibi gereklidir. Yokluğu, akışkanlığı daraltan ızdıraba döner ki, bu ızdırap tutkunun ızdırabına hiç mi hiç benzememektedir…Gün geçmiyor ki, içimdeki sızı bir endişeye yelkenlenmesin…sessiz, sakin, huzurlu bir insan olmak en kolayı gibi görünürken; en zoruymuş, anladım.İçinde zamansız, anlamsız bir acı…İhtirasa tutulup çelişkide kalmak mı, ihtirassız bir bitki olmak mı daha zor?Soruyorum dünyayı kavuran- savuran, her şeyin nedeni, başlangıcı/ doğuran ateş; hiç mi hükmün yok şu bedenliler üstünde, yoksa böylesi seyr-i endam, tarzın mı geçmişten beri?