bildirgec.org

uncategorized hakkında tüm yazılar

BEMBEYAZ GECELERİYLE KUZEY’İN VENEDİK’İ ST. PETERSBURG

marjiburcu | 28 September 2009 13:06

Rusya…Hepimiz başkent Moskova’sıyla biliriz daha çok,bembeyaz tenli insanları,soğuğu ve karlı manzaraları da zihnimizin arka fonundadır.İşte St. Petersburg’da bu soğuk,yılın sadece birkaç ayında karın yerden kalktığı ülkede Venedik’i andıran görüntüsüyle içimizi ısıtan bir güzelliğe sahiptir.

Moskova’nın 715 km kuzeybatısında yer alan St. Petersburg,Rusya’da Moskova’dan sonraki en büyük şehirdir.Avrupa ‘da ise 5.büyük şehir olarak bilinir.Muhteşem mimarisi ayrıntıları ve ince işçiliğiyle gözünüzün sınırlarını zorlar.

Adım başı bir müze görürsünüz St.Petersburg’da.Şaşkınlığınızı üstünüzden atamayıp neden bu kadar çok müzeye sahip olduklarını birine sorğunuzda alacağınız muhtemel cevap ”Müzeler bizim en büyük zenginliğimiz”olacaktır.Çünkü burada yaşayan tüm insanlar tarihlerinin zenginliğiyle hep gurur duymuşlardır.

Cunda’dan Girit’e Antoine De Saint-Exupery ile Yolculuk

MerakliKedi | 28 September 2009 11:54

Yıllar yıllar önceydi. Cunda’ya ilk gittiğimde oradaki mutfak ve kültür zenginliğinden çok etkilenmiş, İsmet Nine ile tanışmıştım. Ardından bu kültür ve mübadele ile ilgili okumalar yaptım. Cunda ikinci adresimiz olmuştu. Ne zaman bir boşluk bulsak hemen Cunda’ya gidiyorduk. İsmet Nine de, Cunda’da tanıştığım Dobro Memet de Girit’ten nasıl geldiklerini anlatmışlardı. İçimde hem Girit’i görme arzusuyla yıllar geçirdim. Arada Ege Adaları’nı gezdim. Gerçekten Cunda’da bulduğum kültürün benzerini buralarda görünce Girit gözümde daha da büyüdü. Bir nevi ulaşılmazlığın güzelliğiyle kaldı hayalimde. Ne Emanet Çeyiz’ler, ne Benden Selam Söyle Anadolu’yalar, ne Anastasia’lar ne de okuduğum diğer Mübadele hikayeleri bunu yıpratmadı.
Nihayet bu yıl bayram öyle bir denk geldi ki, Girit’e uygun bir fiyata gitme fırsatı doğdu. Yıllardır süren özlem de sona erdi benim için. Girit’te Cunda’nın bir kopyasını bulmayı umarak gittim. Cunda’nın değil de Bodrum’un bir kopyasını bulunca ne hissettiğimi ancak bu duyguyu yaşayan anlar. Girit şehirleşmiş. Hem öyle şehirleşmiş ki, her tarafı hiçbir karakteristiği olmayan binalar kaplamış. İngiliz turist burayı da kendi zevksizliği ile bezemiş. Hepsi İngilizce isimleriyle bir sürü barlar, restoranlar oluşmuş. Özellikle bazı bölgelerinde bir Yunan lokantası bulmak o kadar zordu ki… Bulduk tabii ki, bulmadık değil. Bizde atasözlerine girmiş otlarından yedik, kömür ateşinde pişmiş düğmeli ahtapotlarından… Buz gibi uzo içtik, rakı içtik. Yunan kahvesi adıyla bizden güzel sattıkları Türk kahvesinden içtik (ne şekeri yanlış geldi ne de yanında buz gibi suyu eksik). Lokmades adıyla lokma tatlısını da yedik yemeğin üzerine. Dükkanlarda satılan “geleneksel Yunan Lokumu, Yunan helvası, Yunan baklavasını” da gördük. Kızmak gelmiyor içimden, bu topraklarda birlikte oluşturduk bu kültürü ve birileri bizden daha fazla sahip çıkıyor. Sahip çıkan, değerinin farkında olan hakeder sahip olmayı. Utanmadan, sıkılmadan gyros adıyla döneri, souvlaki adıyla şişi, imambayıldı adıyla imambayıldıyı, hünkarbeğendiyi, musakkayı satana, bunlara ingiliz turisti kandırmak için uydurma ingilizce isimler bulmayana (bakınız lahmacun için turkish pizza uydurması) saygım büyük. Hanya’da Tamam adında bir restoranda oturduk. Tüm restoranları güzeldi ama burası salaşlığı ve yerli halkın öğle yemeğini yediği bir yer olması nedeniyle içimize sinmişti. Yunan salatası, ot tabağı, balık derken en sonunda helvayı da yedik. Kalkarken Tamam ne demek diye sordum. “Tamam means ok in turkish” dedi garson. Ok dedim hüzünle…
Sonra gezerken sokaklarda hediyelik eşya satan bir dükkandan gelen sesle irkildim. Çok güzel bir müzik çalıyordu. Dükkana girdim ve bu ne diye sordum. Yunan mutfağı adında bir filmin müziğiymiş, bilmiyordum. Tezgahtar kız, filmin İstanbul ve Yunanistan’da çevrildiğini anlatırken Dilek Koç’un duru sesinden “Baharat, Tarçın ve Buse” isimli parça başladı. Kültür böyle Bir şey işte. Bir notasından yakalayıveriyor sizi. Girit topraklarında, hiç beklemiyorken birden kulağınıza bir müzik doluveriyor ve o müzik sizin kültürünüzden izler taşıyor.
Tam bu etkilerle dönmüşken yurduma, dün Taksim meydanındaki Sahaflar sergisine gittim. Anoine De Saint-Exupery’nin Savaş Uçuşu kitabını gördüm orada. Arka kapak yazısı tam da ruh halime uygun düştü: “Benim Uygarlığımda, benden farklı olan kimse, bana zarar vermek şöyle dursun, zenginleştirir beni. Bizim birliğimiz, bizlerin üstümüzde, insan denilen varlıkta kurulur……” İşte böyle biz de birbirimize katmışız birşeyler ve dolmaları (dolmades), cacıkları (tzatziki), karides güveçleri (karides guvetsi), barbunları (barbunya) pişirmişiz aynen kendimiz piştiğimiz gibi… Peki niye bu uzaklık bu yakın topraklarda?

Aynadaki teknolojinin farkında mıyız

rcpyksl | 28 September 2009 10:33

Aynadaki teknoloji diyorumda..Aynanın teknolojisinden bahsetmiyorum aynada gördüğün insanın teknolojisinden bahsediyorum.Tutturmuşlar bir iphone 3G laptop teknolojik harikalardan bahsediyoruz.Hiç mi yok benim gibi aynada elini havaya kaldırıpta vay be teknolojiye bak diyen?Biraz bahsedeyim isterseniz ademoğullarından..Bizler görürüz..Hiç bir cihazın göremediği kadar görürürüz hiç bir kameranın yapamadığı kadar çekim yaparız.Hiçbir cihazın düşünemediği kadar düşünürüz hiç bir harddiskin kaydedemediği kadar bilgi kaydederiz.

Akşama kadar oyun oynarızda en güzel oyun olan hayatı hep erteleriz.Aaa yeni telefon çıktı deriz aylarca bir telefonun bir arabanın bir laptopun çıkmasını bekleriz.Ama gerçeklerin ne kadar farkındayız?Gerçek şu ki..Bir telefonunun en büyük ama en büyük özelliği sesi alıp başka yere taşıyabilmesi..Bu o kadar büyük bir özelliktir ki geriye kalan ses kaydetme video oynatma falan filan yanında hikaye kalır.Ama bizler o kadar akıllıyız ki 30 TL ye alabilceğimiz muhteşem teknolojiyi 1500 TL 2000 TL daha verip karşılığında ekstradan çok ufak daha özellikler alırız.Halbuki 30 liralık telefonda sesimizi taşıyabilir.

Labirent

fitil | 28 September 2009 10:10

Hızlı adımlarla yürümeye çalışıyordu. Etrafında ismini bir türlü hatırlayamadığı o kocaman şeylerden vardı. Kahverengi uzun gövdelerin üzerinden yine kahverengi daha ince kollar uzanıyordu. Kolların etrafında yeşil yapraklar vardı. Sanki biraz zorlarsa bulacaktı, ama kafasının içi bomboştu. ‘ Tipi varken karanlık bir labirentte kaybolmak gibi ‘ dedi yüksek sesle. Yere yatıp üzerinin karlarla örtülmesini beklemek istedi. Hareketsiz kalıp sonsuzluğa karışmak inanılmaz çekici geliyordu o anda. Ayakkabıları ayağına iyice vurmuştu. Parmakları sızlıyordu. Her adımda acaba çıkarıp çıplak ayaklarla mı yürüsem diye düşünüyordu. O gece hava çok serindi. İnce trençkotuna sarındı. Kafası öyle karışıktı ki! Gözünün önüne bir kedi görüntüsü geldi. Pembe yumağı öylesine yuvarlayıp ipin ucunu çekiştiriyordu ki hayalindeki küçük kız sonunda yumağı eline aldığında karışan kısmı koparıp atmak zorunda kalmıştı. Ama kafasını koparamıyordu. Birden gözlerini yukarıya kaldırdı. Etrafına bakarken kalp atışları hızlandı. Nerdeyim diye düşündü? Karanlığın farkına vardığında midesinden yukarıya doğru bir baskı geldiğini hissetti. Yemek borusu yandı. Şimdi başı da dönüyordu. Çaresizlik suratına o kadar şiddetli çarptı ki çantasına uzanıp içinden minik kırmızı metalik şeyi çıkarması gerektiğini düşündü. O şeyle tam olarak hatırlamadığı bir işlem yapınca huzurlu ve güvende olacağını biliyordu ama tam olarak ne olduğunu hatırlayamıyordu.Ayak sesleri ile irkildi. Metalik aleti çantasına atıp dümdüz yürümeye başladı. Aslında sola da dönebilirdi ama orası karanlıktı ve ayak seslerinin sahibinin kötü birisi olma ihtimaline karşı ışıklandırılmış yolu seçmesinin doğru olacağını düşündü. Arkasından gelen erkek sesi artık ne olacaksa olsun deyip durmasına neden oldu. Her şey o kadar anlamsızdı ki sıcak bir yaz gününde kafasını buzdolabının içine uzatıp geri çıkardığında gözlük camlarının buharı yüzünden her yerin o kopkoyu sise boğulduğu anı hatırladı.

FİL ADAM

marjiburcu | 27 September 2009 18:10

İzlediğim bir başyapıtla hayatıma girdi fil adamın hikayesi… David Lynch’in yönettiği, 1980 yapımı siyah beyaz bir film olan ”Elephant Man”.1800’lü yıllarda yaşayan John Merrick’in gerçek hayatını konu alan Fil Adam filmi, dehşeti 124 dk boyunca hissettiğim nadir bir dram örneğidir.İzledikçe kendinizi yüzü ve vücudu belli belirsiz büyümüş, bakılması imkansız bedene karşı yakınlaştığınızı ve neredeyse onun yaşadıklarınızı anladığınızı sanırsınız… Onunla beraber acı çekmek ve bir yandan da bu olayların bir kurgudan ibaret olmadığını gerçek bir olay olduğunu anımsamak… Sonrasında ise bir ürperiş…O günün şartlarında böylesine ürpertici bir hastalığı yaşayan John’un tek bir isteği vardır; insan gibi yaşamak belki de insan gibi GÖRÜNMEK…Ki insanın tam da bu noktada aklına ”siyah”ın daha baskın olduğu bir sahne akla gelir, insanların meraklı bakışlarıyla John’u duvara sıkıştırdıklarındaki tüylerinizi ürperten o acı çığlık gelir akıllara;
”Ben hayvan değilim! Ben insanım!”

Laf Cambazlığı

tutkulubiryazar | 27 September 2009 15:06

Çoğumuz laf sokmada günümüzdeki insanların iletişimsizliği yüzünden ustalaşmışızdır. Türünün en iyi örneklerini sizlerle paylaşmak istiyorum:

Meclis kürsüsü milletvekillerinden biri ağırlamaktaydı. Vekil son derece öfkeli ve ironik konuşuyordu. Öyle ki sinirden kıpkırmızı kesilmişti. Milletvekilinin konuşması karşıdan birinin sözleriyle bölündü…
-Siz de erkek misiniz,efendim?
-(derin bir nefes aldıktan sonra) Ben erkekliğimin zekatını size versem siz bile erkek olursunuz!

Muhabir Arabeskin Kralı(Tanrısı) M.Gürses ile röportaj yapmaktadır. Müslüm Gürses’e:
-Müslüm Bey Hakan … ‘a arabeskin yeni peygamberi diyorlar.Ne diyorsunuz?
Müslüm Baba zarif bir gülümsemeyle:
-Öyle bir peygamber gönderdiğimi hatırlamıyorum!!

Farkındalık

grimwhul | 27 September 2009 13:42

Ve artık var olmadığını anladığında
Yaptığı pek az şeyin anlamı vardı
Yapmadıklarına zaten hiç üzülen olmamıştı
Hayatının bir evresinde yaptığı aptallıkları
Fark edemedi…
Zaten farkında olduğu şeylerin,
Pek azı ona bir anlam ifade ediyordu
Uyuduğu uykudan sonra uyandığı sabah,
Onun değildi artık
Sanıyordu ki çektiği acılarda gidecekti
Sahip olduğu her şeyle beraber
Sanıyordu ki acı çekmişti
Zamanın gölge dolu sayfalarında
Acıdan bahsediyordu sayfalarca
Çektiğinden, çekeceğinden…
Diyordu ki karanlık tüm dünyam
Dünyam zaten benim karanlığım
Kalp kırıklıklarından bahsediyordu
Çocukça aşklarından kalan…
Ve artık var olmadığını biliyordu
Başlangıcı ve sonu aynı olan yaşamında
Yaşadığı aptallıkların yoktu hiçbir anlamı
Gitmişti yaşadığını sandığı onca acı
Silinmişti unutulmaz sandığı onca anı
Sanki asla var olmamış gibi
Silinip gitmişlerdi birden
Ve artık var olmadığını anladığında
Silinip gitti kendiliğinden…

Lütfen Bu Yazıyı Okumayınız!!!

tutkulubiryazar | 27 September 2009 12:27

Dikkat! Dur kardeşim bu yazıyı yanlışlıkla yazdım lütfen devamını okuma. İçinde zaten çok gizli mahrem bilgilerim var.Lütfen devam etmeyiniz! Sağlığınız için!Dediğim gibi ufak bir hata okumamalısın. Aloooo! duymadın galiba devam etmeyin okumaya yav çok önemli değil zaten.Sen de sıktın kardeşim okuma dedik ya. Çok gizli ve bir o kadar da gizemli. Amma da meraklısın ha devam etme gizli dedim. Bana ait hayati bi bilgi ne yapacaksın sen beni. Kardeş bari bu son cümlen olsun bak merakına yenilceksin başına kötü şeyler gelecek… Yahu artık senle baş edemeyeceğimi anladım. Tamam tamam.Açıklıyorum… Hazır mısın? Derin bi nefes al. Seni biraz daha sıkacağım ama değecek. Lütfen… Emin misin? Bak iyi düşün açıklayacağım kötü bişi olucak! Valla çok gizli. E… madem buraya kadar okudun,heralde sen çok sabırlı birisin. Ve de meraklı! Ben de zaten böyle biri aradığım için uzattım…Ne de olsa mahrem bi bilgi. Hem gizli hem gizemli. Ya abi sende de ne sabır varmış.Bırak bak başına iş açılacak bunu öğrendiğinde tamam çok şey öğreneceksin ama çok büyük de sorumluluk getirecek.İşte tam zamanı açıklıyoruuuuuuuum.Açıkladım gitti be: Fazla Merak İyi Değildir Dostum!

Irz-talep.

haupbahnhofstr[pilli_silinen_hesap] | 26 September 2009 19:15

Çoluk çocuk, kitap okumuyor diyorlar; bütün gün göt üstünde oturup, internette geyiyapıyorlarmış. en yakınımdakilerden biliyorum..Yaparlar tabi..şu ülkede halkın “tiksindiği” tek bir kitap yayımlanabildi mi?Neye yazılmadı? çünkü halkın kutsal saydığı şeylere dokunamazmışsın..Hastir ordan! Bugüne kadar halkın kutsal saydığı şeylerin hangisi yerli yerinde duruyor? bi tanesi daha taptaze ortada iken ; milletin paralarını güpleten kutsallar neredeler?

Kavgalarımız bile “orospu” kavgasına dönmüş; yok senin anan orospu, benimki lady! senin götün göt değil çünkü ibinesin!eee! senin ki? benimki göt kardeşim, dört başı mamur bir göt hemde..icraatıyla, cazibesiyle tam bir göt..Yani benimki kutsal, seninki kayıt dışı !.Nerden geldik lan buraya unuttum, dağıldım yine..Ha! Brezilya da radyo zonaadıyla, genelev kadınlarının sesini duyuran bir radyo açılmış. okuduğum haber böyle.Bizde de benzer bir girişim varmış. engellenmiş.cemiyet tiksinirmiş!..Açın lan açın, cemiyet niye tiksinsin?Bunun kürt açılımından farkı ne?Bırakın düzenle-düzülen biraraya gelsin. n’olur? gözetleyenle-gözetlenenden ne varkı var bunun?Farz-ı mahal, radyo yayında ne konuşulacak ?sen yayına bağlanacan soracan.ya abla nasıl düştün oraya?
” sorma be kardeşim,evden bakkala diye çıktım biraz da merak vardı işte.. ailem de çelme taktı, toplum arkadan iteledi, saolsun devletim fiş kesiyo..katma değer yaratıyoruz işte.”ya da biri çıkıp ” sana ne lan, idealist biriyim ben.. ırz- talep meselesi ” diyecek.konuşmalar bu minval üzerine devam edip gidecek. olacağı bu.sonuçta iki kelam da onlar edecek, 10 dak. sonra kerhanesine dönüp nüşterisine hizmet etmeye devam edecek.Bunda korkacak çekinecek bişey yok. açın şu radyoyu açın..
hazır açılım mevsimi başlamışken bir el de şu radyoya atın.