bildirgec.org

uncategorized hakkında tüm yazılar

İlk Türkçe Roman ve Sözlük Yazarı: Şemseddin Sâmî

queennothing | 11 August 2010 10:35

Şemseddin Sami, Balkan Yarımadası; Arnavutluk‘ta; Berat yakınlarında bir kasabada; 1 Haziran 1850 tarihinde, beş çocuklu bir ailenin üçüncü oğlu olarak dünyaya gelen ansiklopedi ve sözlük yazarı, edebiyatçı; şair ve romancıdır. Fraşerlerden olan Sami, çocukluğunu Arnavutluk’un Güney’inde geçirdikten sonra, devlet hizmetinde çalışan ailesinin seçiciliği ve ahip olduğu imkanlar sebebiyle ilk eğitimini evde aldı, liseyi Zosimaea Lisesi’nde tamamladı ve medrese eğitimi aldı. Eski Yunanca, İtalyanca, Rumca ve sonradan önemli edebiyat eserlerini Türkçe’ye tercüme edeceği Fransız Dili’ni öğrendi. Ailesi gibi kendisi de Bektaşi Dergahı‘na üyeydi. Sami’nin hayatının o evresini sevgi, sükunet ve sakiniyet olarak tanımlayabiliriz. Maneviyatını geliştiren Bektaşilik, Sami’nin zaten içinde var olan çalışma aşkını pekiştirdi ve daha sonra kendisinin de belirttiği gibi, kalp yoluyla Allah’a ulaşmak, onun için çalışmak eylemini, bir gereklilik değil; ekmek, su gibi ‘olmazsa olmaz’ kıldı.

Dillere, edebiyat, tarihle fazla ilgili olan Sami, 21 yaşına geldiğinde eşi Emine Hanım ile birlikte Türkiye, İstanbul’a (Dersaadet) taşındı. Hayatını memurluk (Matbuat Kalemi) yaparak kazanan Sami, bildiği dillerin faydasını görmeye başlamıştı. Çeşitli makale ve yazışmaları çeviren Sami, Türk Edebiyatı’na verilmiş ilk roman olan “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat“ı yazmaya başladı.

KONUŞMA YASAĞI

mavilikler | 11 August 2010 10:02

Bir gün için konuşmak yasak olsa… Diğer her şey tıpatıp aynı kalsa ama. Sabah yataktan çalar saatin sesiyle kalksan yine, hemen banyoya geçsen. Güzelce bir duş alıp gelsen kendine.

Kendinle başbaşa geçirdiğin bu süreçte konuşmamak hiç zorlamasa da seni, ‘diğerleri’ görünmeye başladığında boğazın isyan etmeye başlasa hemen… kendisi yoluyla dışarı çıkmaya uğraşan bir şeyi serbest bırakmasına izin vermen için sürekli zorlasa seni. Ama sen ısrarla kararlılığını sürdürerek o şeyi geri göndermesini söylesen ona. Hatta bir aracıya gerek duymadan direkt o şeye söylesen: “Kes sesini!” diye…

Herkes senin kadar kararlı olsa bu yasağa uymaya… İnsanlar bir günlüğüne sussa. Evden çıkıldığında komşuya rastlansa ve alışkanlıkla söylenen kuru bir ‘günaydın’ olmadan, sadece gözlerle günaydınlaşılsa. Gözler işin içine girince, gerçek bir dilek olarak ulaşsa bu ‘günaydın’ o komşuya. O da aynı dileği gönderse gözleriyle. İlk kez iki komşu güne bir diğerine iyi dileklerde bulunmakla başlamış olsalar böylece. İlk kez gerçekten gözgöze gelseler.

Melodramdaki Temel Dramatik Yapı

ashg | 10 August 2010 15:59

Melodramın temel dramatik yapısı kalın çizgilerle birbirinden ayrılan karşıtların çatışması üzerine kurulmuştur. Konular evrensel sayılabilecek çatışmalar üzerine temellendirilmiştir. Örneğin; “Dünya iyiler ve kötüler olarak kesinlikle ikiye ayrılmıştır.” Melodramın dramatik yapısındaki olaylar ve karakterler ilk örneklerinden sonra, tekrarlarla kalıplaşmıştır. Bu olaylar ve karakterler dramatik yapının çatışmasını sağlayan özelliklere sahiptir. “Çatışma durumu dramatik bir hareket yaratır, çünkü karşıt iki ilkenin uzun bir süre bir arada varlıklarını koruması olanaksızdır ve ikisinden biri öbürüne üstün gelecektir.”

Kader , Check up ve Fasulyeden Hayatlarımız… ( 2 )

firatocal | 10 August 2010 12:42

uzun lafın kısası… chek up mühim konu bence… ablama katılmıyorum… ocağın altını kısmak , yada düdük öttüğünde ocağın altını kapatmak benim yaptığım… dedim ya garanticiyim biraz… elimden gelen ancak bunlar… bu arada zeytin yağlı bol domatesli sulu sulu ekmek bana bana yenecek fasulye ne giderdi şimdi… bir de yanında kuru soğan…

yaşamlarımızda böyle birşey… yaptıklarımız onları lezzetli kılmak için çırpınışların ötesine geçmiyor… daha doğru bir ifadeyle ne kadar yırtınsak da geç(e)miyor… kader denilen şeyde sonuçta bir şekilde bir şeylere yeniden ve yeniden acıkacak olmamız…

son noktayı yaşadığımız her anı sanki son dakikalarımızmışçasına yaşarak geçirmemiz gerektiği düşüncesinde koyarak bitiriyorum egeye karşı akşam sahil sefamda… son bir kere daha denize girerek sahip olduğum tüm güzellikler adına Tanrı ‘ ma şükrederek gidiyorum kaderim olan beni mutlu mesut ve bahtiyar eden ailemin yanına…

yürüken Peygamber efendimizin ” sanki yarın ölecekmiş gibi öbür dünya ve sonsuza dek yaşayacakmış gibi bu dünya için yaşa ” sözünü hatırlayarak iç geçiriyorum… ilk kısmını pek takmadan ne de güzel beceriyoruz ikinci kısmı…

Kader , Check up ve Fasulyeden Hayatlarımız… ( 1 )

firatocal | 10 August 2010 12:02

rüzgarım yatmış , eşim keyifsiz olduğu için benimle gelmemiş , tek başıma günü geceye döndürmek üzere akşam serininde sahildeyim… egeye karşı akşamın cılız ama iç ısıtan ılık ışınlarıyla kumsal şekerlemesi yapıyorum… dertsiz tasasız bir deniz keyfi…

ne mümkün… şeytan dürtüyor bir kere… ahbaplarımıza denk geliyor ve başlıyorum sohbete… sohbetlerim beni geçmişimin acı hatıralarına götürüyor bu akşam…

Sağlıktan bahsederken konu kalp krizinden kaybettiğimiz babama ve konuştuğum ablanın yakın bir zamanda kanserden kaybetmiş olduğu eşine geliyor…

babamı 1995 yılının son demlerinde ikinci krizinde kaybetmiştik… ilkini atlatmasına rağmen ikincisinden kurtulamamıştı… hep en pis ve en acımasız olanı ikincisidir derlerdi… inanmamıştık , ama en acı yoldan yaşayarak öğrenmek zorunda kaldık… sohbet ettiğim ablam da eşini kanserden 8 ay gibi çok kısa bir süre içerisinde kaybetmiş…

konu dönüp dolaşıp hastalıkların erken teşhisine geliyor… check up ları tartışıyoruz… zamanında eşinin doktor yüzü görmeyen son derece sağlıklı birisi olduğundan bahsediyor… her 6 ayda bir check up ını yaptıran , hasta ise ilaçlarını son derece titiz bir şekilde hiç aksatmadan kullanan birisiymiş rahmetlik abimiz… babam da ilk krizinden sonra malülen emekli olmuş , daha sakin ve düzenli bir hayatı seçmişti… ama herşeye rağmen ikinci krizin onu alıp götürmesinden kurtulamamıştı…

konuştuğum ablam bütün bu olup bitenlerden sonra , doktora gittiğini ve kendisinde ne var ne yok anlaşılması için check up yaptırmak istediğini söylemiş… doktor , ablamın konuşması bitince kanserin ve kalp krizinin çok nankör hastalıklar olduğunu , tüm kontrolleri yaptırsa bile iki gün sonra bu hastalıkların ortaya çıkmasıyla birlikte hayatının allak bullak olabileceğini söylemiş… o da hayal kırıklığı içinde çıkmış gitmiş doktorun yanından…

ben biraz garanticiyim… elimden gelenin sadece bunlar olduğunu bildiğim için herşeye rağmen check up yaptırmaktan vazgeçmeyeceğimi söyledim… ama sonunda herşeyin bilinmez kör sağır ve dilsiz bir kaderin parçası olduğuna da ikna olduğumu da eklemeliyim… sadece bu sohbetim değil , önceki benzerleri de aynı türde hikayeleri içeriyor…

her şey dönüp dolaşıp beni bu dünyadaki sayısı belli nefes sayısına getiriyor… Tanrı ‘ nın bize verdiği vade doldumu ötesini ne tıp ne de mucizeler üzerine eklemiyor…

Doğadan Teknolojiye : BİYOMİMETİK

AsetilCoa | 10 August 2010 11:14

Hayvanlar olmasaydı teknoloji olmazdı ya da bu kadar gelişemezdi diyelim. Bilim adamları aklınıza gelen nerdeyse herşeyi canlıların bu mükemmel yaratılışlarından ilham alarak üretmişlerdir. Mesela olimpiyat yarışmacılarının daha hızlı yüzebilmesi için köpekbalığı derisine benzer yapıda mayolar üretilmiştir. Robot tasarımları böceklerin vücut yapısı düşünülerek üretilmiştir. Canlıların bu kusursuz yaratılışları biyomimetik ve biyomimikri adı verilen bilim dallarını geliştirmiştir.

İnsanoğlunun yeni yeni keşfettiği fiber optik teknolojileri (ışık ve yüksek kapasitede bilgi iletme özelliğine sahip fiber optik kablolardan oluşan sistem) aslında yıllardır bazı bitkiler tarafından kullanılıyordu. Fakat fotosentez olayı hala daha yapay olarak gerçekleştirilemeyen bir yaratılış mucizesidir. Yani günümüz teknolojisi saniyeler içersinde birüsürü karmaşık birbirini izleyen olayla kendine besin üreten bitki kadar bile gelişemedi. Hatta böcekler kadar bile. Böcekler kendini koruyan kitin tabakası ve salgıladıkları koruyucu sıvılarla bilim adamlarını hayrete düşürmüşlerdir. Ahşap yüzeyleri kaplamak, kirden ve aşınmadan korumak, inşaatlarda dış yüzeylerini kaplamak ve korumak için üretilen her ürün böceklerin ve bitkilerin savunma salgılarından örnek alınarak üretilmiştir. Beyni bile olamayan bir bitkinin ( aşağılamak için söylemiyorum) ürettiği kimyasallar labarotuvarlarda zorluklarla üretilebilecek son derece karmaşık kimyasallardır.

İYİ, KÖTÜ, ÇİRKİN

super hero | 10 August 2010 10:10

İyi insan var kötü insan var; bir de kötü olduğunun farkında bile olmadığı için kendisini faziletli zanneden birtakım vicdansız çirkinler var.

İyi, kötü, ya da çirkin olmak din, dil, ırk, mezhep, kılık kıyafet ayırmıyor. Herhangi bir yerde karşınıza denk gelen herhangi biri iyi olabilir, kötü olabilir veya en kötüsü çirkin olabilir.

Benim pek adetim değildir ama geçenlerde bir aile toplantısının ardından aşırı sıcaklardan biraz olsun kaçabilmek için Çamlıca Tepesi’ne çıktık. Bizim gibi, manzaranın ve esintili açık havanın tadını çıkarmak isteyenlerle dolmuştu ünlü tepe. Herkesin, herkesin yerinden kalkmasını beklediği bir köşe kapmaca oynanıyordu.

KAPİTALİZMİN SONU – Jeolojik Sınırlar

super hero | 10 August 2010 09:10

Bu yazı, www.countercurrents.org ve www.endofcapitalism.com sitelerinde yayımlanan, olan The End Of Capitalism? adlı yazı dizisinin ikinci kısmının çevirisidir. Orijinal yazı çok uzun olduğu için sadece bir bölümü çevrilmiştir. Çeviri için her iki siteden ve makalenin yazarı Alex Knight’tan izin alınmıştır.

Alex Knight, Kapitalizmin Sonu Teorisini savunanlardan biridir. Küresel kapitalizmin sona ermek üzere olduğunu ve kapitalist olmayan bir geleceğin yolda olduğunu söylemektedir. Lehigh Üniversite’sinden Elektrik Mühendisliği Lisans, ve Siyasal Bilimler Mastır programlarını bitiren yazar, şu anda Philedalphia’da yaşamaktadır. 2007’den itibaren www.endofcapitalism.com sitesinin editörlüğünü yapmaktadır.

**NOT: Bu çeviriyi yapmak için harcadığım zamandan da anlaşılacağı üzere, yazarın fikirlerine genel olarak katılsam da, bunların birebir benim fikirlerimi yansıttığı iddia edlemez. Burada yazılanlar öncelikle yazarı bağlar.

KAPİTALİZMİN SONU

Zamanımızı, Wall St. dilini öğrenip ekonomik krizi bankerlerin ve kapitalistlerin bakış açısıyla anlamaya çalışarak harcamak yerine, kendi referans noktamızı oluşturup yüzeyde görünenin altını araştırdığımız takdirde krizin kökenlerini anlamak konusunda daha fazla yol kat etmiş oluruz.

Kapitalizmin sonunu anlamak için sistemin nerede başladığını bilmeliyiz. Kapitalizm, 500 yıl boyunca gezegende bir kanser gibi yayıldı. İlk olarak Batı Avrupa’da, “mülk” kavramıyla yerlerinden edilen köylülerin ve çiftçilerin sırtında oluştu. Bu mülkler, zorla özelleştirilmiş topraklardı. Önceleri paylaşılan ve ortak kabul edilen tarlalar çitle çevrilmişti. Devlet, bu sürecin uygulayıcısı olmuş, fakir halkı evlerinden ve geleneksel olarak ortak kabul edilen topraklarından kovmuştu. Toprak, büyük ölçekli çiftçilik ve hayvancılık yapabilmek için küçük çiftçilerin elinden alınmıştı.

Aynı dönemde, Avrupalı devletler milyonlarca Afrikalıyı köleleştirmeye, Kuzey ve Güney Amerika yerlilerine soykırım uygulamaya başladı. Artık, bu iki “yeni” kıta, köleleştirilmiş iş gücüyle sonuna kasar sömürülebilir, Avrupa’da yükselmeye başlayan kapitalist elit sınıfa muazzam bir servet aktarabilirdi. Teni renkli insanlara uygulanan bu vahşet, kapitalizmin bütün gezegene yayılmasına aracı oldu. Buna bir de, yüz binlerce kadının diri diri yakılmasına ve işkence görmesine sebep olan cadı avı eklendi.

Silvia Federici tarafından yazılan Caliban and the Witch: Women, The Body, and Primitive Accumulation adlı kitap, kilise ve devletin, evlilik dışı cinsel ilişkide bulunmak, zina yapmak, kürtaj veya bebeğini düşürmek gibi eylemlerde bulunan cinsellik açısından asi kadınlara, cadı avını kullanarak nasıl zulmettiğini anlatır. Ayrıca ebe, şifacı ve falcı gibi köylü toplumlarda saygı gören kadınları da hedef almışlardı. Yazar bu kitapta, cadı avının sona erdiği 17. yüzyıla gelindiğinde kadınların toplumdaki rolünün çoktan yeni işçiler üretmeye veya ücretsiz ev işçiliğine indirgendiğini anlatır. Federici, bunların tam da yeni kapitalist sistemin kadınlardan istediği rol olduğunu iddia eder; çünkü kadınların karşılığı verilmeyen emekleri, tıpkı Afrikalı kölelerin karşılığı verilmeyen emekleri gibi kapitalist kârlılığa tavan yaptırmıştır. Kadınları, ev kadını ve anne olarak eve mahkum etmek, toplumun devam etmesi için şart olarak emeklerinin değerinin hiçbir zaman verilmemesi anlamına geliyordu.

Kadınlar son elli yılda bu paradigmayı yıkarak özellikle Kuzey Yarım Küre’de büyük kazanımlar elde etmiştir. Ancak Güney Yarım Küre’de kadınların durumu, kapitalizmin nüfuz etmesiyle birlikte daha da kötüye gitmiştir.

Federici’nin çalışması, kapitalizmin, en iyi şekilde devlet müdahalesi olmadan işleyeceği gibi muhafazakar kapitalist iddialara, ayrıca Marksizm’in kapitalizmin, kapitalizm öncesi sürecin doğal devamı olduğuna dair lineer tarih söylemine karşı gelmektedir. Tam tersine, Federici cadı avı örneğini vererek, kapitalizmin her zaman için devletin uyguladığı şiddete güvendiğini ortaya koymuştur. Kapitalizm öncesi toplumların da ideal veya özgür olmadığını çok kesin bir şekilde vurgulamakla birlikte, çıkardığı asıl ders, kapitalizmin hayatın kendisine düşman olduğu, ve yayılmasıyla birlikte hepimizin üzerinde çok olumsuz etkileri olduğudur.

Doğadaki denge…

zarifce | 09 August 2010 19:57

Doğa, kısaca tanımlarsak insan eli değmemiş herşeydir. Diğer bir ifadeyle Tabiat, natur.

Doğada denge Allah’ın koyduğu kurallar sayesinde gerçekleşir. Biz insanlar oksijen alır karbondioksit veririz. Tekrar oksijen alabilmemiz için verdiğimiz karbondioksitin temizlenip oksijen haline gelmesi gerekir. Doğadaki bitkiler veya süs çiçekleri solunumlarında gündüzleri havadaki karbondioksiti alarak oksijen verirler ama geceleri ise bizim gibi oksijen alarak karbondioksit verirler.

İşte Allah ın koyduğu denge sayesinde ağaçlar, bitkiler gündüz karbondioksit soluyup oksijen vererek bizim ihtiyacımız olan oksijeni üretirler.
Aç bir Aslan, diyelim ki hasta bir zebrayı avlar, karnını doyurur. Arkasından sırtlanlar gelir onlarda kalan etle karnını doyurur, daha sonra büyük kuşlar, küçük kuşlar derken sinekler böcekler ve bir de bakmışsınız zebradan geriye belki birkaç parça kemik kalmıştır ve İşte bu şekilde doğada denge, kendi içerisinde konulan kurallarla sağlanmış olmaktadır. Doğada bulunan ve bizim zararlı olarak gördüğümüz bitki ve hayvanların mutlaka boş yere yaratılmadığı ve onlarında bir görevinin bulunduğunu unutmamak lazım. İnsanlar pervasızca doğaya ellerinden gelen her türlü zararı veren tek canlılardır. Diğer canlılara bakacak olursanız hepsi doğadaki dengeyi sağlamak için yaşar ama insan bırakın dengeyi sağlamayı nasıl zarar veririm diye uğraşır. Dünyamızın ve ülkemizin yeşil olması ve o şekilde kalması, düşüncesi bile güzel değil mi? Gelin hep beraber elimizden geleni yaparak bu düşüncenin gerçekleşmesi için çalışalım. Ne yapabiliriz? Hadisi şerifte “Kıyamet günü olsa bile elinizde bir fidan var ise mutlaka dikin” denilmektedir. İşte yapacağımız bu, fırsatını bulduğumuzda bir ağaç dikelim.
Doğadaki canlıları katletmeyi bırakalım, avcılık sporu ile uğraşan arkadaşlar, kusura bakmayın ama ben bu spor dalını hiç anlamıyorum. Bir canlıyı öldürmenin neresi spor, o canlının düşüncesi yada beyni olmasa da bir hayatı var. Bırakın o da hayatını yaşasın. Eğer bir hayvan türünün size zarar vereceğini hissederseniz o zaman kendinizi korumak için son çare onu öldürmek olabilir. Unutmayalım avlanmak eski çağlarda kaldı. Çünkü o zaman kasaplar, mezbahalar yada marketler zinciri yoktu. İnsanlar aç karınlarını doyurmak için avlanırdı ama şimdi öylemi her istediğinizi hemen hemen her yerde bulabilirsiniz. Doğada beslenmiş keklikte yemeyiverin canım, ne olacak sanki başınız göğemi erecek?
Doğa kendini yeniler yeter ki biz zarar vermeyelim. Teşekkürler.