bildirgec.org

uncategorized hakkında tüm yazılar

Abbas yolcu; Attilâ İlhan

queennothing | 20 August 2010 15:00

Kendi ülkesinde yasaklanan Nazım Hikmet şiirleriyle bezeli, 40’ların romantizmi eşliğinde aşk mektupları yazan şair ruhlu adam; sürgünün eşiğinde bir şair, Attila İlhan. Cezaevinden akıl hastahanesine, daha yaşı tutmazken sorar; bu “hangi sağ, hangi sol, hangi vatan, hangi edebiyat, hangi seks”?

1925 senesinin 16 Haziran gününde İzmir’in Menemen ilçesinde Muharrem Bedrettin Bey (Cumhuriyet’in ilanıyla Menemen Müdde-i Umumiliği’ne atandı ve kısa bir süre sonra evlendiği Emine Hanım ile burada tanıştı) ile Emine Memnune’nin oğulları olarak dünyaya gelen Attila Hamdi İlhan, çocukluğunu savcı olan babasının farklı illere atanmasıyla İzmir, Adana, Konya gibi yerlerde geçirdi. Liseye İzmir Atatürk Anadolu Lisesi’nde başlayan Attila, okulda, hayatında ilk defa aşk mektubu yazacağı bir kıza aşık oldu. Kendi cümleleriyle başladığı mektupları Nazım Hikmet Ran şiirleriyle bitiren Attila, mektuplarına cevap aldığı için mutluydu, ancak genç kızdan kopyaladığı Nazım Hikmet şiirlerinden ötürü ‘mektuplarını yakmasını’ rica etti. Mektupları saklamayı tercih eden genç kız, niyetsiz davranışların her zaman bir sonucu olacağı gerçeğinden habersiz, yapılan bir arama sonucunda Attila‘nın gözaltına alınmasına sebep oldu. İş büyüdü, Attila, Karşıyaka Polis Karakolu’ndan İzmir Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. 16 yaşındaki Attila, hücreye atılıp, günlerce sorgulandı. İki ay kaldığı hücrede, kendisi gibi ‘solcu’ bir kaç kişiyle arkadaşlık kuran ve Türk Ceza Kanunu’nun 141 ve 142. maddeleriyle yargılanan genç adam, iş bilir avukatı sayesinde beraat ettiyse de, ‘sinir hastası’ sebebiyle Manisa Akıl Hastahanesi’ne yatırıldı. Burada da bir süre kalan Attila, tuhaftır, kendine Nazım Hikmet’le ilgili bir arkadaş edindi. Akıl hastahanesinden çıkan Attila’nın soruşturması nihayet sonuçlandı; eğitim hakkı tamamen elinden alınan genç adam, Türkiye sınırları içerisinde hiçbir okulda eğitim göremeyecekti. Bu karar üzerine savcı olan babası temyize başvurdu.

Aşk mı?Para mı?

sinem26 | 20 August 2010 14:04

“İki gönül bir olunca samanlık seyran olur”diyen atalarımız şuan olsalar yine aynı sözü söylerler miydi? çok merak ediyorum.Tek başına aşkın karın doyurmadığını hepimiz biliyoruz.”Azıcık aşım ağrısız başım”gibi teselli edeci sözlerinde bu zamanda pek etkili olduğu söylenemez.Belki biraz zorlarsak iki sevgilinin evlenene kadar geçerli sözleri diyebiliriz.Eskiden,çok eskiden paranın o kadar önemi yoktu.Mühim olan insanlıktı.Oysa şimdi o insanı gösteren yine üzerindeki elbise oldu.”ye kürküm ye”devrindeyiz.Şimdi bana sorsalar Aşk mı? Para mı? diye.Ben her ikiside gerekli demeyi çok isterdim.Hatta bikaç yıl öncesine kadar olsa kesinlikle AŞK derdim.Ama malesef şimdi PARA diyorum.Evet evet kesinlikle PARA.Şuan bu yazımı okuyan siz sevgili okurlar;hepiniz olmasada,içinizden beni eleştiren bana kızan mutlaka olucaktır.Ama benim cevabımın da mantıklı bir açıklaması var elbette.Öncelikle evli olduğumuzu düşünelim.Büyük bir aşkla evlendiğimizi,ruh eşimizi bulduğumuzu varsayalım.Orta düzeyli bir ailemiz oluğunu düşünürsek,ilk başta aşkımızın herşeyin üstesinden gelebileceğine inanırız.Orta düzeyde bir aile olduğumuz içinde etrafa ufak tefek borçlarımızda olur.Bunada evliliğin tadı tuzu denir.Yeni evliyken o borçlar pek göze batmaz.Ama birde bebek oldumu aile genişlemeye başlar.Evde yeni bir heyecanla birlikte yepyeni sorumluluklar düşer üzerimize.Bebeğin bezi,sütü,doktoru derken ay sonu gelir.Evde genelde baba çalışıyorsa hele de asgari ücretliyse,üstelik kiradaysa işi zorlaşır.Ufak tefek borçlar yavaştan artmaya başlar.Birde bu durumda işsiz kalırsa işi iyice sapa sarar.Evdeki huzursuzluk tartışmalarla çoğalır.Kimi zaman kavgaya dönüşüp boşanmayla noktalanır.Kısacası aşkın yerini geçim sıkıntısı alır.(umarım içinizi çok karartmamışımdır)Ama çevremize biraz bakınsak bu anlattığım gibi bir çok örnekle karşılaşırız.Bekarken ise herşey göze toz pembe görünür.Hepimiz aynı yolu mutlaka yürümüşüzdür ve halen içimizde yürüyen,yürüyecek olanlar vardır.”aşkın gelişi aklın gidişi”misali gözümüz bişeyi görmez.Para umursanmaz.taa ki başlardaki kavak yelleri geçene kadar.Bu anlattıklarım tamamen benim düşüncelerim.Peki ya sizce AŞK MI? PARA MI?

Ya seveceksin ya söveceksin..

| 20 August 2010 11:12

Zırıldayan
ne yel ne duman
Konuşuyor, dinle ivan;
Balıkçı sen bak hele,
Bak, gece bir kavun misali,
yuvarlatıyor ayı.
Tam da böyle bir gece,
Haydi bu gece hatırına bağışla o sinaritleri..

Beni tanıyorlarsa, ben bir serseriyim yarı köylü yarı amele. Bu gece uykusuz kalmış iki gözden biriyim.
Aziz karaltılardan doğan bir tırtıl düpediz diyor ki, ya seveceksin ya söveceksin..
Pandomima lüzumsuz hepsi bu..

Zırıldayan,
ne keman ne zaman
aşk yavan! aşk yaman!
Konuşuyor dinle, ivan;
Rüzgar vardır müjdecidir
Rüzgar vardır kasırgadır..
Azap vardır sual olunmaz
durağı cehennem olur..
Gazap vardır bilinmez,
durağı cennet olur..

Örümcek Adam

firatocal | 20 August 2010 09:17

şimdiki derdimiz örümcek… tatlı belam sevgili oğlum Rüzgar , Örümcek Adam oldu , telaşe dolu koşturmacalar da bizim oldu… çok değil şunun şurasında 24 gün öncesinde örümceğinin içine oturtuğumuzda feryadı figan kucaklarımıza gelmek için çırpınan Rüzgarımızı şimdilerde tutabilene aşk olsun…

her yerde örümceğe binmenin faydalarından bahsedenlerimi istersiniz… yada yürümeyi zorlaştırdığı için zararlarını sıralayanlara mı kulak verirsiniz bilmiyorum… hangisini dikkate alırsınız yada görmezden gelirsiniz , o sizin tercihiniz… biz yürümeye alışmadan önce hevesini almasını istedik…

Korkuttun Beni

MerakliKedi | 19 August 2010 15:21

Yaklaşık 25 yıl geçti birlikte. Dile kolay çeyrek yüzyıl… Hatırlıyor musun, ilk başlarda ne çok kavga ederdik. Her ders arasında mutlaka kavga edecek birşeyimiz olurdu. Ama bu kavgalar olgunlaştırdı bizi, ilişkimizi… Bu kavgalarla öğrendik kişiliklerimizi. Birbirimize sözler verdik o kavgalar sırasında. Ve sonra da tuttuk bazılarını. Sen hatırlatınca çok şaşırdım. Yıllarca, hayat düsturum dediğim şeyin aslında seninle birbirimize verdiğimiz söz olduğunu söylediğinde… “Yaptığın hiçbirşeyden pişman olma, Pişman olacağın şeyi yapma.”
Kişilikler oturduktan sonra, arkadaşlık daha bir güzel hale geldi. İkimiz de olgunlaşmış, artık kavgasız halleder olmuştuk meseleleri. İşin enteresan tarafı aramızda kavgaya dönüşme ihtimali olan hiçbir şey de olmuyordu. Niye o zamanlar kavga edermişiz ki… Hayat yerlerimizi ayırdı ama kalplerimizi değil. Başka arkadaşlıklarımız da oldu ama bizimkinden daha güçlü değil. Sevdiklerimiz oldu, ama birbirimizden çok değil….
25 yıl sonra ben bebeğimi aldım kucağıma. Ve sen iki elin kanda olsa geldin. Ne komik değil mi? İki elin kanda olsa… Nasıl bilebilirdik ki, bir ay sonra gerçekten hayatımızda kanların olacağını. Bebeğime benim kadar sevindin. Bir taraftan özlemlerin okunuyordu gözünde bir taraftan mutluluk. Ne güzel bir dostluktu bizimki… Ama ne yalan söyleyeyim, bir farklıydın. Tanımlayamadım ama sen farklıydın. Bunu konuştum insanlarla, farklı dedim. Bana öyle geldiğini, özel durumum ve özel durumun nedeniyle farklı olduğunu söylediler. Değilmiş!!!!
Bir ay sonra bir akşam bana geldin. Kapıdan girer girmez, damdan düşer gibi haberi verdin. Ama sanki farklı iki filmin görüntüsü ile repliği üstüste bindirilmişti. Sen cıvıl cıvıldın. Duyduklarım ise “beynimde 8 cm’lik bir tümör var. Pazartesi ameliyat olacağım” idi. Bu iki içerik örtüşmüyordu. Ama bu sendin işte… Benden saklamıştınız. Sütüm kesilmesin diye söylememiştiniz. Belki de senin için kan ağlarken, diğerlerinin gözlerinden yaşlar dökülürken beni düşünüp susmuştunuz. Söylediklerinin şokundan mı, senin üzmemek için mi, kucağımdaki bebek nedeniyle mi bilmiyorum, çok tepkisizdim. Hatta çok soğukkanlı karşıladığımı konuşmuşsunuz sonra… Ah ama sen bilirsin beni. Yüzüm soğukkanlıdır. Gecem değildi. Ruhum hiç değildi. O gün geldi. Pazartesi… Erkenden hastanedeydik hepimiz. Bebeğimi ilk defa bırakmıştım. Haberi aldığım günden beri süt biriktiriyordum. Ameliyat uzun süreceğinden ben yokken bebeğin beslenmesini temin etmiştim. Bir yandan aklım onda, bedenim senin yanında, ruhum ise bambaşka yerlerdeydi. Eminim yüzüme bakan kimse, ama kimse benim üzgün olduğumu söyleyemezdi. Belki bu yüzden şaşıran, alınan, darılan bile olmuştur bana. İçim kan ağlarken yüzümün bunu söylememesi nedeniyle… Ameliyatın çok geç başladı. Hatta o yüzden seni ameliyathaneye uğurlayamadım. Yeniden süt sağmam gerekiyordu, eve uğrayıp gelecektim. Ben çıktıktan yarım saat sonra seni almışlardı ameliyata. Sonraki yedi saat mi? Ne sen sor ne ben söyleyeyim. Dışarıdaydık, haber bekliyorduk. Elimizde kitaplar, dergiler, Sudoku’lar ile vakit geçirmeye çalışıyorduk. Geçmeyen zamanı geçirmeye çalıştık. İki bebeğim birden aklımı dolduruyordu. Biri sen, biri evdeki… Evdeki çaresiz, evdeki dilsiz, evdeki bilinçsiz…. Sen mi? Sen de bilinçsiz, dilsiz ve çaresiz uyuyordun içeride. Ne kadar birbirinize benziyordunuz o anda. Ne kadar başkalarının yardımına ihtiyacınız vardı. Ve bu ne kadar kahrediyordu beni…
Yedi saat sonra güzel haber geldi. Ayılmıştın bile. Hatta konuşuldu bile seninle. Çok rahatladık. Doktor “bu gece çok kritik, dualarınıza ihtiyacımız var” dediğinde bir kere daha yıkıldım. Bu sözleri kimse duymamıştı. Herkes öncesindeki ameliyat çok iyi geçti kısmını duyup rahatlamıştı. Ben ise doktorun bu çaresizliği karşısında iyice üzülmüştüm. Ama annen ve eşin girebiliyordu yalnızca yoğun bakıma. O zaman bize gitmek düştü. Çıktık hastaneden, ciddi bir hafiflemişlik duygusuyla. Eve geldik. Diğer bebeğimi emanet ettiğim kişiler heyecanla haber bekliyorlardı. Güzel haberi onlarla da paylaştık. Çok mutluyduk, neredeyse kutlama yapacaktık. Bir daha arayıp durumu soruşturmak istediğimde aldığım haber herşeyi altüst etti. Hayatımız bir kere daha kesişmişti. 9 yıl önce benim başıma gelen, bu kez sana olmuştu. Doktorların da beklemediği birşeydi. Kelimenin tam anlamıyla yıkıldık o anda. Gecemiz geçmek bilmedi. Hem kendi durumumu hatırladım, hem seni o halde gören annen ve eşine üzüldüm hem de bu kadar uzun sürmesinin sende bırakacağı olası hasarı…. Çok zor bir geceydi. Çoook uzun.
Sabah ilk iş telefona sarıldığımda, gelen haber çok rahatlattı. Gecen çok iyi geçmişti. Gece seni uyutup ertesi gün akşama kadar uyanmayacağını söyleyen doktorlara rağmen uyanmıştın bile… Çok sevindim, çok. Sonra sıkça haber almaya, görmeye çalıştık seni. Rahatsız etmemeli, yormamalıydık ama gönül dinlemiyor tabii ki -meli -malı’ları. Neyse ama içimiz rahattı.
Çok korkuttun bizi. Ama hayat sana ikinci, hatta üçüncü bir şans verdi. Bunu çok daha iyi değerlendir bir tanem. Hayata her zaman gülerek bakan gözlerin hiç hüzünlenmesin. Hep gül, hep mutlu ol bir tanem…

GüzBaharı’ndan Soneler…

suleceizler | 19 August 2010 11:01

Güz baharıydı gün.Tatlı bir esinti,boğmayan bir sıcak ve mavi bir ılıktı gökyüzü.Havadaki tatlı baharın ninni ezgisi ve sonbaharın hüzünlü sarhoşluğu ağızlarda mayhoş bir tat bırakıyordu.Yaza veda etmenin sızlatan acısı da eklenince ,güz baharı hüzün denizlerinin en acı notasını çalmaya devam ediyordu içimde.Belki de tüm mevsimlerin en güzel mevsimiydi ,mevsimlerin taçsız kraliçesi ama ,bir de içinde bu kadar hüzün olmasa. Hüznün en güzel yaşandığı mevsimdir güz baharı.İçinde hem baharı ,hem güzü taşır umarsızca.Yere düşen kuru yaprakların sesi en kavruk melodisidir.Gider üzerinden geçen kuşlar,sıcak memleketlere doğru.Dallarında ötmeyi bırakıp terk ederler bu mevsimde güz ağaçlarını.
Yağmurlar başlar sonra.Önce inceden ,inceden taçlandırır kalan yapraklarını ağaçların,sonra bir deli boran olur her yeri kasvetten arındırmak istercesine vura vura iner gökyüzünden.

Kaçamak…

alfixdeniz | 19 August 2010 10:04

Adam çıkarken, mesaiye kalacağım geç gelebilirim dedi. Ceketini giydi, çantasını aldı, kocaman bir öpücük kondurdu kadına, çıktı. Az sonra araba çalıştı, sesi gittikçe uzaklaştı.

Bir eli direksiyonda, bir eli telefonda,
-Alo ! Sevgilim geliyorum dedi adam. Bu gün seninim…

-Canom dedi adam, bilmem evde eşine böyle der miydi?

-Efendim, delikanlım dedi kadın. Bir taraftan eli adamın elinde, gözlerinin içine bakıyordu. Adam elini kurtarıp vites değiştirdi, ince, uzun dağ yoluna sapmışlardı. Etrafta yemyeşil bir orman denizi, manzara şahaneydi.