bildirgec.org

uncategorized hakkında tüm yazılar

Eser Bir Medeniyet Rüzgarı

devrialem47 | 01 December 2010 09:30

Gecesi gerdanlık
Gündüzü seyranlık
Havası ılık ılık
Eser bir medeniyet rüzgarı Mardinden

Doğan güneşiyle
Tarihiyle,mekanıyla
İnsanlarıyla,havasıyla
Eser bir medeniyet rüzgarı Mardinden

Her zerresinde uygarlık
geçmişinde vardır bolluk
Burda bir başkadır varlık
Eser bir medeniyet rüzgarı Mardinden

Kürdü,Türkü,Arabı,süryanisi
Bir arada barındırır gönülleri
Kardeşlik hamuruyla yoğrulmuş mayası
Eser bir medeniyet rüzgarı Mardinden

Bir Hülya Adamı: Ahmet Hamdi Tanpınar

queennothing | 30 November 2010 09:25

“…Acıdan acıya fark var. Ve benimki acıların en büyüğü, evlat acısı idi, üstelik de yağmur yağıyordu.”

Kadı Hüseyin Fikri Efendi’nin oğlu olarak 23 Haziran 1901 senesinde İstanbul’da dünyaya gelen Ahmet Hamdi Tanpınar, Türk Edebiyatı’nın belkemiğidir. Hocası Yahya Kemal Beyatlı‘nın yönlendirmesiyle Batı Edebiyatı’na merak salan Tanpınar, Balzac ve Dostoyevski romancılığını, Paul Valery şiirlerini ve Marcel Proust’un ‘Kayıp Zaman İzinde’ serisinden etkilenmiştir.

Bir hayattan 5 dakika

neolsunpeki | 29 November 2010 19:17

Sol kolunun ağrısıyla uyandı yaşlı adam. Bir anda acı mı ağrı mı olduğunu anlayamadan ağrıyan kolunu yavaşça göğsünün üzerine koydu. Şimdi ağrı biraz hafiflemişti sanki. Gözünün ucuyla tahta masa üzerindeki saate baktı. Yediyi gösteriyordu. Akşam yedi mi sabah yedi mi olduğunu kavrayamadı. Ardından “ne fark eder?” diye mırıldandı kendi kendine. Akşam ya da sabah olması hayatında çıkanları, avucunun içinden kayıp giden hayatı geri getirebilecek miydi?

Az sana, çok bana

snail | 29 November 2010 16:27

Her insan az çok sana benzer, her insan az çok bana, insan insana benzer az veya çok, bitki bitkiye, hayvan hayvana, evet her şeyin içinde ötekisinden az çok bulunur; fakat tanıdıkça bir insanı, geriye kalan her şey yok olur…

Ne olursan ol yine gel!

kaleidoskop | 29 November 2010 11:22

Sultanahmet camiinde bir sabah namazı sırasında Mevlana hazretleri görünür. Görenler hayrete düşer. İnsanlar namaz sonrasında etrafında toplaşırken bir yandan da kendi aralarında konuşup dururlar. Olayı duyanlar akın akın gelip camiye doluşur. Daha öğle vakti olmadan cami çevresi onbinlerce insandan oluşan bir mahşer yerine döner. Kendi halinde outurup mırıldanan Mevlana hazretlerine kimse cesaret edip de bir şey soramaz.
Sonunda biri çıkar, hürmetle Mevlana’nın elini öper. “Efendim” der, “Hoşgeldiniz”. Hepimiz sizin için geldik.
Mevlana hayretle, “Neden geldiniz ki?” diye sorar.
Kişi: “Siz demiştiniz ya, ne olursan ol yine gel!”
Mevlana cevaben: “Evet, ben birçok beden görüyorum ama, ruhlar neden yok?”

Birçok kavramın içini boşalttığımız gibi Mevlana’nın sözünü de değiştirdik. İşimize – kolayımıza geldiği biçimde…
O gel dedi, biz yürüyerek, otobüsle, uçakla, takım elbiseyle, parfümle, marka ayakkabıyla, çok işlevli cep telefonuyla gittik. Eh, tüm hayatımızı MADDEye göre planladık ya! GEL deyince sadece mekan değiştirme olarak anladık.
“Ne olursan ol gel!” sözüne bakıp, olduğumuz gibi gittik. Faziciliği, zinayı, dedikoduyu, gıybeti, yalanı, iftirayı iç cebimize, banka kasamıza koyduk. Çünkü döndüğümüz zaman yine ihtiyacımız olacak.
ÖYLECE GELDİK İŞTE, OLDUĞUMUZ GİBİ!

Fincan değil o reçellik.

hurie | 29 November 2010 10:49

Son günlerde bir türlü anlayamadığım bir konu var zihnimi kurcalayan.Osmanlı Devletinde reçelin önemini bilenleriniz vardır, bilmeyenleriniz vardır.Ben kısaca bahsedeyim.

Osmanlı’nın lüks ve vazgeçilmez yiyeceği reçelmiş.Mutfağın bir bölümü reçel yapımı için ayrılmış ve burada gece gündüz reçel yapılırmış.Sadece gül ve bazı meyveler değil hemen hemen herşeyin reçeli yapılırmış.Patlıcan, yeşil limon, kavun, karpuz, badem, fındık, erguvan çiçeği, nilüfer çiçeği…Uzayıp gidiyor.Çeşidin bol olması yetmezmiş gibi reçellik ürünlerin yetiştirilmesi için özel bahçeler tahsis edilirmiş.Reçellerin sultanı olarak bilinen gül reçeli için edirne sarayının bahçesinde sırf reçellik güller yetiştirilirmiş.İşin bir diğer ilginç yanı, reçel yapmayı bilmeyen kadınların halk arasında ayıplanması.Çarşıdan reçel alan kadının namussuzcasına hor görülmesi.Durum o derece ciddi yani.

UZATACAK ELLERİNİ

mavilikler | 29 November 2010 09:33

Bu duyguyu kaybetmemeliyim. Nerden geldi böyle birden?! Nasıl anında günlük güneşlik etti her yeri?.. Bilmeliyim… Ki kaybettiğim zaman yeniden çağırabileyim yanıma.

Şu serçeler mi getirdi yoksa onu bana? Kollarımı okşayan güneş… Karşı banktaki sevgililer… Onların az ötesindeki şu ayyaş adam… Evet, evet… En çok da O… Kalbimdeki bu ılıklığı en fazla O’na bakınca duyuyorum çünkü.

Ayağının dibindeki şişe yarılanmış… Meydan okuyan bakışları üzerindeki paçavraları görünmez ediyor, onları da o meydan okuyuşun bir parçası yapıyor sanki. O’na bakan biri sadece gözlerini görebilir. Onlardaki karanlıkta yeni baştan tanımlar her şeyi. Şu sevgililerden çok daha fazla şey öğrenir o karanlıktan.

Asıl soru; istiyor musun ???

kelebeklerozgurdur | 28 November 2010 15:53

Hiç tanımadığı bir evde, yerde halının üzerinde bacakları birbirine dolanmış halde otururken; alışmadığı, dokunmadığı, bilmediği adamın gözünün içine uzun uzun baktı kadın. Hiç kimseye “kendi gibi gitmek” bu kadar anlamlı ve kolay gelmemişti kadına…

Elindeki şarap kadehinden büyük bir yudum alıp öne doğru eğildi ve ağzının içine hapsettiği şarabı, adamın dudaklarına bıraktı usul usul…

Adamın susuşlarını, aşktan öte dokunuşlarını, kaçışlarını gördü o an…Şarapla beraber “hayatı da” adama aktı. Çünkü adam da ona “kendisi” gibi gelmişti…