bildirgec.org

arayış hakkında tüm yazılar

Wassago2000/Perception

wassago2000 | 12 January 2008 15:05

10

Tam manasına gelir. Görsel dünyanın felsefi etkinliği denebilir. Neden işitsel birleşimi olmadığı merak konusu olmalıdır. Nihayetinde bir mantığın, düşüncenin ortaya konduğu düzlemin sadece görsel kaldığına. Her yerde farklı okumalar yapılabilir fonetik olarak ancak anlam değişmez!

Bu bir aktarımın hikayesi, yazı gibi, şarkılar yahut tecrübenin aktarılmaya çalışılması gibi…

Evet tüm bunların alınabileceği bir zaman vardır. O güne değin ne okunan yazıdan ne sözden yahut şarkıdan anlaşılmaz gibi davranılır/düşünülür genellemesi.

İNSANOĞLU VE BİLGİSAYAR… BİR TANRILIK ARAYIŞI MI?

Curmudgeon | 01 December 2007 19:12

Etten kemikten yapılmış normal görünen bir insan ile kablolardan ve mikroçiplerden oluşan bir bilgisayar… İlk bakışta çok farklı görünüyorlar ama gerçektende göründükleri kadar farklılar mı? Günümüzde yaratılmaya çalışılan “yapay insan”ın aslında bir bilgisayar olacağı sadece bir tesadüf mü? Ya da aslında insan olarak nitelendirdiğimiz kendimiz de, ana maddesi günümüzdekilerden farklı olan birer bilgisayar mıyız?Bir insan ile bir bilgisayar arasındaki en önemli fark bizim “yaşayan varlık” anlayışımıza göre bilgisayarın “cansız”, insanın ise “canlı” bir varlık olmasıdır. Yaşama belirtileri; bir canlının belli bir metabolizma’ya (beden içindeki enerji dönüşümüne) sahip olması, değişen koşullara uyum sağlaması (adaptasyon), bu koşullar karşısında tepki vermesi, büyüme (veya gelişmesi), doğa’da spontane olarak varolabilecek bir hareketten farklı bir şekilde hareket edebilme yetisine sahip olma (buna ağaçların içinde suyun aşağıdan yukarıya doğru ilerlemesi de dahildir) ve çoğalmadır. Bilgisayar aslında bir insan veya canlı olarak nitelendirdiğimiz bir varlıktan daha farklı olarak da olsa bu belirtilerin hepsine sahiptir ve canlı olarak nitelendirilmelidir.
Bilgisayarın metabolizması elektrik enerjisi ile silikon’un bilgi saklanması ile bu bilgilerin işlenmesinde kullanılması olarak algılanabilir. Hatta işletim programlarını (Windows, UNIX, DOS vb.) da bir bilgisayar’ın metabolizmasındaki önemli bir bölüm olarak nitelendirebiliriz. İşletim programları bir insandaki sinir ve dolaşım sistemlerinin görevlerine denk geldiği düşünülebilir.
Bilgisayar’ın adaptasyonu ya da değişen koşullara uyum sağlaması ve bu koşullara tepki vermesi güncellemelerden ibaret değildir. Fonksiyonları aksayan programlar gerekli durumlarda bilgisayar içinde değişikliklere sebep olabilir. Mesela bir bilgisayar’ın çalışması sırasında sorun çıkaran bir program veya dosya, bilgisayar taraması (scandisk) sırasında düzeltilebilir veya tamamıyla kapatılabilir. İnsan vücudunun kendi kendini koruması ve onarması bilgisayarın bu özelliklerine denktir.
Bir bilgisayarın programlarının kapladığı yeri bir insanın boyutu olarak düşünürsek bir bilgisayar’ın da büyüyebileceği belli limitler vardır. Bu limit bilgisayarda maksimum hafıza kapasitesidir İnsanlarda ise çok net bir şekilde görünmüyor olsa bile, bu limit insan vücudunun ve organlarının kaldırabileceği kapasitedir. Bir bilgisayar çalıştığı süre içerisinde belli programla belli sonuçlar ve dolayısıyla daha önceden varolmayan birşeyler katacaktır kendine. Bu bilgisayarın varolan maksimum hafıza limitinin daha büyük bir yerini kullanmasına(büyümesine)sebep olmaktadır.
Diğer bir canlılık belirtisi olan “hareket”i bilgisayarlarda nitelendirmek için bilgisayarın ortamını anlamak gerekir, tıpkı bir canlının hareketini anlayabilmek için onun hareket ettiği ortamı anlamak gerektiği gibi. Bilgisayar’ın hareket ettiği ortam kendi yarattığı dosyaların üzerinde ‘uçtuğu’ bir ortamdır. Bir bilgisayar’ın hareket etmesi bir anlamda bir ağacın hareket etmesine benzer. Bir ağacın içinde suyun hareket edişi bir bilgisayarın içinde dosyaların yaratılması, yerleştirilmesi ve çalışım sisteminin düzenlenmesine benzetilebilir. Dosyalar mevcut olan hafıza içerisinde değişik yerlerde oluşurken bilgisayar bu dosyaları kompakt ve birbirlerine yakın bir şekilde düzenler. Bir anlamda odanın içerisindeki hava moleküllerini daha küçük bir alana toplayıp daha kompakt bir formda tutar. Bu düzenlemeler ve yaratılmalar spontane olarak olmaz bilgisayar içerisinde bunu yapabilmek için bilgisayarın belli bir çalışma ve iş yapması gerekir. Düzenliliği artıran yani doğal akışa ters hareket yaşamın en önemli göstergelerinden biridir.
Bir canlı ürediği zaman yeni oluşana kendi kendine yetişip olgun bir canlı olması için gereken şekil ve koşullara getirir. Bir insan yavrusu bütün hayati fonksiyonlarını sağlayabilecek organlara ve koşullara sahip doğar. Annesinden ayrılana kadar bebeğin bütün organları yeterince gelişmiş olur. Bu da aslında bir bilgisayar’ın yedeklenmesi ile çok benzer bir olaydır. Bir bilgisayar’ın yedeklenen kısımları asıl bilgisayardan ayrılırsa, kendi kendilerine fonksiyonel olmaya yetecek kadar bilgiye sahiptir.
Bunlar bize sadece bilgisayarın tam olarak bizim anladığımız türden olmasa bile bir nevi canlı olduğunu gösteriyor. Derseniz ki canlıların en önemli özelliklernden biri DNA’ya sahip olması ve bunun canlıyı tanımlamasıdır. Bilgisayar’ın da aslında bir DNA’sı vardır ama bu DNA’nın yapı taşları organik polimer olan 4(RNA’yı da düşünürsek 5)tane baz değil elektriğin varlığıyla ilgili 2 “baz” ‘1’ ve ‘0’dır. Bilgisayarın belli sistem dosyaları ise DNA gibi ana hatları ile bilgisayarın özelliklerini tanımlamada kullanılabilir ve bu dosyalar tamamıyla 1’ler ve 0’lardan oluşmaktadır.
Bunlara karşı olarak bilgisayar bunların hepsini sadece insan izni ve insanın söylemesi ile yapıyor diyeceksiniz. Bu tek başına uzun bir tartışma alanı açabilir ama bunun asıl sebebi insanın kendi yarattığı canlı üzerinde “tanrı” rolünü oynamak istemesi ve kendisinden üstün olarak yarattığı bu canlıya özgür irade vermekten korkuyor olması olabilir. Bu fonksiyonların hepsini kendi kendine yapma yetisine sahiptir bilgisayar, ama insan her fonksiyonun yapılmasını onaylanmak ve bilgisayarın bağımsızlaşmasını engellemek ister.
İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellikler düşünme yetisine sahip oluşu, öğrenip öğretebilme yeteneği ile varolan bilginin üzerine yeni bilgiler ekleyebilme yetisidir. Özellikle son 10 yıl içerisinde insan bilgisinin ilerleyişine bakarsak bu ilerlemenin büyük bir kısmını insanın kendisinin yerine bilgisayarın yaptığını görebiliriz. Belki insanların bilgisayarları sadece araç olarak kullandığı söylenebilir ama bilgisayarın fonksiyonlarını serbest bıraktığımız zaman bilgisayarın insandan daha hızlı çalışması sebebi ile kendi kendisini çok daha hızlı bir şekilde geliştireceği kolayca görülebilir.
‘İnsanlar düşünebiliyor ama bilgisayarlar düşünemez’ savının doğru gibi görünüyor olması insanların bilgisayara hiçbir fonksiyonu kendi kendine çalıştırma yetisi vermiyor oluşundan kaynaklanıyor olmasıdır. Bir insan belli bir konu üzerinde düşünürken önce o konu üzerindeki bütün bildiklerini kendi içinde ortaya çıkarır bunları tekrardan inceler. Daha sonra bu konulara benzer bilgileri, önceki düşüncelerinden edindiği ve oluşturduğu bilgileri de ortaya çıkarıp bunları inceler. İnsanların yaratıcılık özelliği bir şeyi yoktan var etme değildir, sadece bahsettiğim bu bilgileri ortaya serip, bunları değişik şekillerde sentezleyerek ortaya yeni sonuçlar ve bilgiler çıkarmasından ibarettir. Her zaman yeni bir bilgi için sentezleme şart değildir, varolan son bilgilere karşıt ve daha önceden varolan bilgilere uyarak da yeni bilgiler oluşturulabilir (Hiperbolik Geometri, İizafiyet Teorisi bunların en kullanışlı ve en önemli örnekleridir.). Genel olarak bilim üzerindeki düşünme tarzı budur ki, bilgisayarın çalışma prensibinin aynısıdır. Daha doğrusu insan bilgisayarın çalışma prensibini kendi düşünme sistemine uygun olarak yaratmıştır. İnsanın bu bilgileri daha sonraları -doğruluğu kesin bile gözükse- sorgulaması ve hatta değiştirmesi bilgisayarda da varolan birşeydir. İnsanlık tarihinde bunun en iyi örneklerinden biri Newton mekaniğinin verdiği sonuçlar sadece büyük cisimler (makroskopik) için yaklaşık olarak kuantum mekaniğinin verdiği sonuçların aynısıdır, ama cisimler küçüldükçe (mikroskopik boyuta inmeye başladığında) aralarındaki fark büyür ve şu an için daha doğru gözüken kuantum mekaniğinin sonuçlarından çok farklılaşır. Bu sebeple Newton mekaniği iki asıra yakın bir süre boyunca koşulsuz olarak doğru kabul edilmesine rağmen kuantum mekaniğinin bulunmasıyla aslında doğru olmadığı ve sadece makroskopik cisimler için doğruya yakın bir çözüm yolu olduğu ortaya çıkmıştır. Bilgisayarlar içinde aynısı geçerlidir, bir bilgi daha doğru bir bilgi bulunana kadar varlığını tam anlamıyla doğru kabul edilerek koruyabilir. Yeni edinilen bilgiler bunun doğruluğunu etkileyebilir, kullanımını kısıtlandırabilir hatta önceki bilginin tamamıyla kaldırılmasına sebep olabilir. Bilgisayar’ın edindiği yeni bir bilgi daha önceden sahip olduğu bilgiye ters düşerse bunları sorgulayıp sahip olduğu diğer bilgilerle de karşılaştırır. Gerekirse iki bilgiyi de biribirine uygun düşecek şekilde değiştirir. Bilgisayar işletim sistemi yeni bir program yüklediğinde bilgisayar’ın tekrardan başlatılmasını ve böylelikle bu programın daha önceden varolan programlara uygunluğunu kontrol eder. Eğer uygun olmayan bilgiler varsa bu bilgileri bir şekilde değiştirir.
İnsanlar’ın sanat dediği şey algıladıkları dünyayı öncelikle taklit etmekle daha sonraları ise bu algıladıklarını sahip olduğu bilgiler ışığında değişik bir şekilde yorumlamaktan ibarettir. Yorumlamak ise aslında sahip olduğu bilgi ile algıladıklarını sentezleyip oluşan yeni “sanat eseri”nin dışarı çıkarmasından ibarettir. Bilgisayarlarda çeşitli programlar aracılığıyla insanların kendilerinin oluşturmalarının çok zor olduğu eserleri kolaylıkla oluşturabilir.
İnsan bilgisayarı kendi yaptığı işleri daha hızlı ve daha yüksek verimle yapabilmek için yaratmıştır. Diğer bir deyişle insan kendi fonksiyonlarının bazılarını daha hızlı ve daha verimli bir şekilde gerçekleştirebilecek bir varlık yada yapay bir insan yaratmak amacıyla bilgisayarı yaratmıştır ki, bilgisayar günümüzde insanın yapabileceği her şeyi yapbilecek duruma gelmiştir. Hatta bir insandan daha gelişmiş olduğu bile rahatlıkla söylenebilir. İnsanlar tanrı rolü amaçlarına kendilerinden güçlü ve üstün bir varlık olan yapay zeka olarak da nitelendirilebilen ama insandan bağımsız hareket edemeyecek şekilde programlanmış bilgisayar olarak adlandırılan ‘yapay insanlar’ ile ulaşmışlardır. Belki de insanlar kendilerini daha iyi inceleyebilmek ve daha güçlü bir vücuda kendilerini geçirebilmek için tam anlamıyla kusursuz olacak bir bilgisayar yaratmaya çalışıyorlardır. Belki bir komplo teorisi gibi gözükebilir ama burda önemli olan bir soru ortaya çıkıyor. İnsanlar mı bilgisayara benzer yoksa bilgisayarlar mı insana benzer?
Aslında insanlar da eğitimleri sırasında önlerindeki hayatları ile ilgili olarak nasıl hareket etmeleri, nasıl davranmaları ve hatta hangi durumlara karşı nasıl tepki vermeleri konusunda bile programlanıyor mu? Aslında bizim eğitim dediğimiz şey bir insanın farklı bir isim altında programlanması değil midir? Bizler de bebekliğimizden beri her yeni olayla daha üst bir seviyede programlanan bilgisayarlar mıyız?
Bu sorular karşısında şaşırmış, üzülmüş, umursamamış olmanız veya her hangi bir şekilde etkilenmiş veya tepki vermiş olmanız da size küçüklüğünüzden beri alışık olmadığınız durumlar karşısında ve bu durumları kendi içinizdeki olaylarla karşılaştırdığınızda elde ettiğiniz sonuçlara göre vermeniz gereken eğitim programınızın birer sonucu neden olmasın!?
Duygu olarak insanların ‘bizi bilgisayarlardan ayıran en önemli şey’ dediği aslında sadece insanlara ilk gösterilen programlardan biridir. İnsanlar kendileri için iyi olan bir şeyden mutlu olması kötü olan bir şey karşısında üzülmesi ve hatta bu kötülüğün seviyesine göre ise kızması, karşı çıkıp isyankar davranması öğretilir. Bunlar bebeklerin anne ve babalarının hareketlerini inceleyerek bunları kendi içlerinde sentezlemesinden kaynaklanmaktadır. Bebekler aslında içlerinde sadece yaşamaya yetecek kadar bilgiye sahip olan bilgisayarlardır. Kullanabilecekleri hafıza, olabileceği en yüksek düzeyde olduğu için öğrenme düzeyleri en yüksek seviyede olmakla beraber, her algıladığı şeyden bir bilgi edinmektedirler. Kültür farklılılıkları denilen olay aslında insanları programlayan diğer insanların (anne ve babaların) değişik ‘işletim sistemleri’ ve ‘programlara’ sahip oluşundan kaynaklanmaktadır. Bu insanların davranışları yeni doğan ‘bilgisayar’ için ilk öğrenimlerdir. İnsanlar kendi davranışlarını ve öğrenimi net olarak anlayabilmek için mi yarattı bilgisayarı?
İnsanlar kendilerini kontrol ettiğine inanmak için yarattığı “TANRI”yı kıskanıp, bu “TANRI” rolünü istedikleri gibi oynayabilmek için mi, yarattılar “YAPAY İNSAN”ları?! Aynı zamanda bunun bilincinde olup bilgisayarların da kendi kendilerine tanrı rolü oynamaya kalkışmamaları için mi, onların iradelerini özgür bırakmadılar?!

size tarhana çorbası yaptım

byrsim | 15 November 2007 00:38

Ben aslında insanlara inanmıyorum, Allah’la alıp veremediğim yok. Yaratıcıya inanmak konusunda insanların düşünme şekli şüphelerimin doğmasına neden olmuştu. Aksini idda edenlere kör gözüyle bakmata haklıyım.
Kendimden biliyorum olayları nasıl çarpıtığımı. Bence yaşamda
yorum ve durum var. Önce bir durum oluşur, arkasından bu durumla ilgili söylenen her şey yorumdur. Ne kadar pozitif olmaya çalışılırsa çalışılsın kişi. en küçük zerresine kadar tanık olsa bile, bir duruma, ancak yorumla izah edebiliyor. Bize ulaşan durumun yorumu oluyor. İnsan ancak bildiği kadarını görebiliyor.
Kendi işimden bir örnek vereyim
Animasyon izliyorsunuz, ekranda bir karakter var, mutlu bir küre olsun izlediğimiz.
Kürenin mutluluğunu nasıl anlayabiliriz . konuşmasından anlayabiliriz.
Eğer küre konuşmuyorsa ya da kürenin dilini de bilmiyorsak onun konuşma şeklinden yada yüz ifadelerinden anlayabiliriz.
Kürenin üzerinde kaş, göz, ağız yoksa hiçbir mimik belirtiside yoktur ve de kımıldamıyorsa bu küre için mutludur veya mutsuzdur diyebilirmiyiz?
Mutlulukla ilgili işaretleri bildiğimiz için o küre mutludur diyebiliyoruz. Bildiğimiz kadarını görürüz. Bir karınca gibiysek mutluluğun sembollerini bizim için bir anlam ifade etmiyorsa, Kürenin mutluluğunu göremeyiz.
Bütün hikaye böyle başladı. dünyada olanları insanlar bildikleri kadarıyla yorumladı
Yaratıcıyı insanların sözlerinde aramak bana güven verici gelmiyor.

kendi kendime…

onurtuyan | 29 August 2007 10:58

İçinde kendini keybetmiş hissetmesine sebep olan bu duygunun adını henüz bulabilmişti,içerisinde neler döndüğünü bilmiyordu,sanki duygularına ,hislerine hakimiyetini kaybetmiş gibi..Depresif düşünme diyorlardı onlar bu duruma,peki bunun hakimiyeti kimdeydi,kendinde mi?Hislerinin derinlerinde boğulduğunu düşünüyordu çoğu zaman belkide duygularını bu kadar depresifliğe iten şey buydu.Kendi kendine, kendi derinliğinde boğulduğunu biliyordu. Dışarıdakiler kendini iyi yada kötü bir ruh haline sokabilecek kadar derin hislere sahip değildi beklide..Onu bu denli koparan noktada buydu bizlerden,ruhunu keşfedememiş, onlarla yaşamayı bilmeyen,birbirinin aynısı bir klon topluluğundan ibaretti gördükleri.Aynı şeyi yiyen, aynı şeyi içen, aynı olaylar zincirinde yaşayan ve aynı tepkileri veren bir klon ordusu..Anlaşılamamaktan öte anlatamamak daha korku vericiydi. Yolun sonunda odadaki tüm aynalar orda olduğunu bildiğin halde yansıtmıyordu bedenini, daha ileri bir anlatım yoktu. Çok yüzeysel olduğunu düşünüyordu yaşanan olayların ve her şey fazlasıyla sisteme dayalıydı artık… Aşklarımız,sevgilerimiz,aldanışlarımız,sonumuz,başımız, bakışlarımız bile..Ruhumuzu çoktan teslim etmiştik bu sistem denen düzene,ne kadar somut, ne kadar plana yönelik yaşarsak o kadar uzaklaşıyorduk kendimizden …Ve o kadar başarılı oluyorduk düzen içinde.. Tatminsiz mutluluklar yaşıyorduk mutlu olmayı başardığımızı sandığımız o küçücük mantığımızda!mantık…Beyin sinirlerimizin vurduğu ilk nokta olmuştu, biraz daha gerilerde durması gerekirken belkide…Hislerin derinlerine bir kere indimi insan bir daha toparlayamıyordu kendini, kendi ile birlikte bu sonu olmayan yolda ruhunu çözmeye çalışıyordu,bu bir inişten çok düşüştü belkide, düşüşün sonu yoktur derler ya.Belki de tüm sorun kendi ruhumuza gerçekleştirdiğimiz bu ani düşüştü.Tıpkı bir uyuşturucu gibi müptelası oluyordu kendinin.Bu yolculukta kendi kendini çok kurcalıyordu, kim bilir kendi ruhunu deneme yanılma yoluyla öğrenebiliyordu, beklide yarar değil zarar veriyordu yaşamına,ama yaşamın çok bir önemi yoktu ,bu yolda yaşam çizgisini ne kadar değiştirdiğinin de çok bir önemi yoktu..Bakışların, hissetmenin çok da kayda değer olmadığı anda yaşantısının nasıl gittiğinin bir önemi olabilir miydi?Her şeyin bir kalıba sokulduğu bu hayatta yazdığı bu yazının bile stil,şekil,yazı karakteri,konu gibi bir ton kalıba sokulacağının farkındaydı..Okyanusta bir yelkenlinin kaptanıydı o..Pruvada öylece sonsuzluğun mavisine bakan ama karaya inanan biri..Gemisine yön veren ne kendi nede dümeniydi ,rüzgarı hissetmeye çalışıyordu nerden gelip nereye gideceğine rüzgarla birlikte karar verecekti,dümen sadece doğru ve dengeli bir şekilde gitmesine yarayacaktı..Belkide içinde yaşadığı o yoğun hazzı dışarıdakilerde göremiyor, dışarıda bulamıyordu,anlaşılır gibi değildi.. Sanki insanları kendi kendinden uzakta yaşatmak için yılar öncesinden tasarlanmış bir senaryo gibiydi yaşam.İnsan psikolojisi bir bireyin en hassas noktasıdır.O halde ustaca şekillenmeliydi, zaten her insanda bunun meyvelerini göremiyordu.Yanlış arayışlar yanlış yolculuklarla kendi kendinin en hassas olduğu noktayı bozabilirdi,tıpkı bilinçsiz ama meraklı bir çocuk edasıyla, tornavidayı kaptığı gibi oyuncağını sökmesi,arabasını kullanırken kurduğu hayallere zıt bir metal yığınıyla karşılaşması gibiydi bu..Onu, kaldırımın üstünde sürme hazzını yeterince almadan büyük bir doğaliteyle açmak istemesi sonucunda bozabilir hatta toparlayamayabilirdi.Biz bir çocuğun tamamen bilinçsiz tertemiz olan duygularıyla mı yaklaşıyorduk ruhumuza?onu şekillendirmek yerine nefes alış verişimiz kadar doğal,sorgusuzca mı yaşamalıydık yoksa hislerimizi?bir çoğumuz ruhumuzu olumsuz yönde etkileyen problemlerle karşılaştığı zaman yanımızda iki çift dertleşmek isteyeceğimiz bir dost,yada iki kadeh içki ararız ,kimilerine göre bir rahatlama, iç huzura kavuşma biçimidir.Alkolün maalesef duygularımızı daha açığa çıkarttığı bir sistemdir yaşadığımız düzen..Meyler içilir sohbetlerimiz olması gerektiği hali alır; derinleşir..Asıl konuşmak isteyipte nedense es geçtiğimiz sohbetlere gelir sıra,gözlerimizden iki damla yaş süzülür belkide muhabbet koyulaştıysa..Sığınacak bir liman, sarılacak bir omuz ararız..Kim bilir belki de o an hissetmek isteriz değil mi? Dostluklar pekişir her gün saatlerini yan yana geçirdiğin insana onu ne kadar sevdiğini anlatmak ve ona sarılmak istersin… Günün yüzeyselliğini, hislerin ve içinin derinlerinden gelen duygular almıştır.Sonra itiraflar başlar,kendi kendimize yalan söyleyerek günlük hayatta dışladığımız ve hep itmeye çalıştığımız o hisler..Acılarımız,kinlerimiz,eski sevgiliyle otobüsün içinde yolladığınız o sıcak bakış gelir aklınıza?halbuki ne kadarda kısa bir anı değimli?Tabiri caizse saliselerin bir kovalamacası kadar kısaydı..-O anı diğerlerinden özel kılan ve şu an beynime kazınmasına yol açan şey ne ey tanrım? diye düşünmeden edemezsiniz değil mi?Yanındaki dostumuza bizim için ne kadar değerli olduğunu, elini tutarak,sırtını sıvazlayarak söylemekte bu zamana kalmıştır,ve daha neler neler.Annelere onların ne kadar mükemmel bir insan olduğunu söylemek,anne şefkatinin, anne olmanın nasıl yüce bir duygu olduğunu düşünmek ve daha binlerce şey.hep bu zamanda mı gerçekleşir?Yanımıza gelen köpek,üzerine oturduğumuz otlar,karşında sana gözleriyle ilham veren dost,gün boyu attığımız binlerce boş bakışın içinde ufuğa bakan o düşünceli gözler..Artık bize çok uzak olduğunu bildiğimiz halde, sesini duymak, gören bakışlarla bakmak,ne olduğunu tanımlayamadığımız kadar yüce duygularla, hissetmenin o müthiş keyfini aldığımız dokunma eylemi…Hayalimizden hiç çıkmamış,hiç çıkmayacak olan o hayal ürünü aşk meleklerimiz..
Sabah olupta kafamızı yastıktan kaldırdığımızda her şeyin bitmiş olduğunu anlarız nasıl olursa.
Kafamızın içi bize anlamsız gelen karmakarışık şeylerle doludur, alkolün verdiği o iğrenç baş ağrısını hepimiz hissederiz değil mi? Aklımıza o zamandan kalma birkaç bukle şey geldiği zaman kimimize saçma, kimimize komik gelir. Kimimizde ufak bir suçluluk duygusu, pişmanlık ve utanmışlık olur değil mi? Hemen kafamızdaki şalteri kaldırır işimize gücümüze bakarız, koşar adımlarla tıpkı kaçar gibi. Kim bilir ben şalterini kaldıramayanlardanım belki de. Bu yüzden hayata monaliza gülüşüyle, dışarıya pamuk ipliğiyle bağlıyım…Hikâyenin sonuna varılmıştı artık, o duygularıyla yaşamanın yolunu arıyordu, bu yolda kaybettiklerinin çok bir önemi yoktu. Kendisini heyecandan tirtir titreten şeyden öte bu duygu selini çözmeye yönelikti arayışı, belkide titremesine sebep olan şey her hangi bir şeydi birçoğuna göre. Duygularını açığa çıkartmak için alkole, içindeki aşkı dile getirmek için aşk şarkılarına, nede başka bir etkene gerek kalmayacaktı bu saatten sonra.O ruhunun derinliklerine inen bu yolculukta hepsinden çok daha fazlasını bulacaktı…

ARAYIŞ

FREMDE | 22 August 2007 14:36

ARAYIŞ

bir arayış bir ömre sıgmayacak dahi olsa .. yaş gruplarıyla sınıflandırılmış hayat’ı anlamaya çalışmak bilgileri demek istedigim farklı alanlardaki bilgileri bir araya getirip bir voltran yapma istegi üretkenlik idealizm kibir ingiliz kahkahaları …

peki ya tutunmak istedigimiz veya anlamını aradıgımız şey zamanı icat etmiş insanoglunun istedigi şey neydi?

ölümsüzlük mü mutluluk mu tanrısallaşmak mı günlerce eglenmek mi sarhoş olup gazetesini okumak kahvede atıp tutmak mı okey taşlarını

huzur

astral | 02 February 2007 18:32

Bir ay önce ölmek isteyen ben, fena sayılmam. Hatta mutlu da sayılabilirim. Bunun nedeni hiç erkek filan değil. İşimde mutluyum ve bu bana huzur verdi. Zaten huzur arıyordum. Evet, huzur.

AYNA OLMAK

plakton | 27 January 2007 10:44

Yaşamımızda davranışlarımıza en etkili olan duyguyu uzun süredir arıyordum. Ölüm korkusu, başarısızlık korkusu, yalnızlık korkusu, kaybetme korkusu
Dikkatimi çeken şey; bütün bu duyguların alt tabanında KORKU denen enerjinin var olduğuydu. Yaşamımızda olumlu ya da olumsuz bütün davranışlarımızın kökeni bu tanımdan filizleniyordu. Bir düşünce fırtınasının sonunda bir sonuç bulmuş ve limana sığınmıştım.
Ama hayır; sorunlarım çözülmemişti. Çözülmesi bir yana, elimde bir sonuçla; ama bulunan sonucun sorunları çözemeyeceği doğrusu ile karşı karşıya kalmıştım.
Tanrıyı arıyoruz, kökenimizi ve nereye gideceğimizi anlamaya çalışıyoruz, Maya Takviminden kıyametin ne zaman kopacağını, kıyametle neler olabileceğini bulmaya çalışıyoruz. Yürüdüğümüz yolu unutup yürüdüğümüz yolun nereye vardığını bulmaya çalışıyoruz. Sonuca kilitlendik neredeyse… Ama yine de elimiz boş, umutsuzluk ile mutsuzluk arasında gidip geliyoruz.
Önemli bir soruyu sormamız gerekiyor belki de: yürüdüğümüz yol mu önemli, yoksa yolun gittiği yer mi? Benim inancım; yürüdüğümüz yolun, sonuçtan çok daha önemli ve kayda değer olduğudur.
Öğrenmeye çalışıyoruz; en çok birbirimize bakıp, birbirimizle kıyas yapıp bir takım sonuçlara varmaya çalışıyoruz. Çoğu kez birbirimize ayna olduğumuzun bilincinde olmayıp birbirimizden bir şeyler öğrenmeye çalışıyoruz.
Mistik anlayışta aslında en çok hoşuma giden tanımlamalardan biridir AYNA OLMAK. Aynı şekilde; en çok yanlış uygulanan yöntem de budur. Sadece sonuca endekslenen, içinde olduğu anın bütünündeki duygu ve düşünce algısının dışına çıkıp sadece varılacak limana odaklanıyoruz. İşte bu yüzden; öğrenemiyoruz, elde ettiklerimizle tatmin olamıyor ve hep eksik hissedişlerde kalıyoruz.
Çevremize bakalım; bize ayna olacağını düşündüğümüz kişide ne aradığımızı düşünelim. Tanrının ne olduğunu ondan gelecek bir sinyalle anlamaya mı çalışıyoruz? Şu anda içinde olduğumuz 3. boyutun üstündeki 5. boyut ya da 7. boyuttun nasıl bir yer olduğunu mu bulmaya çalışıyoruz? İnsanların birbirine ayna olması bizce bu mu? Ben diyorum ki: Başka insanların bizde aradığını biz onlarda aramış oluyoruz. Onların bulamadıkları bizim bulamadığımız, bizim anlamadığımız onların anlamadığı oluyor. El yordamı ile bir takım nesnelere dokunup kimin tahmini daha tutarlı onu kestirmeye çalışıyoruz.
Biri bir şey söylüyor; bunu nerden öğrendin diyoruz. Söylediği şeyin akla ve mantığa ve hissedişlere ne kadar yakın olup olmadığından çok, bizim inanabileceğimiz bir kaynaktan gelip gelmediğini anlamaya çalışıyoruz. Hiç bir şey öğrenemiyoruz, birbirimize ayna olmayı bir yana bırakın, elele daha çok uzaklaşıyoruz AYNA OLMA enerjisinden.
İnanın; varacağımız yer çok önemli değil. Biz zaten o yolda ilerliyoruz. Nereye varacağımızı anlamaya çalışmak varılacak yeri bulma açısından değil ama oraya varmanın araçlarından biri olarak önemli sadece. O zaman kendimize ve çevremizdekilere odaklanalım. Ne bildiğinden çok, ne yaşadığından, ne hissettiğinden, nasıl davrandığından bir şeyler almaya çalışalım. AYNA geleceği değil bugünü bize yansıtandır. Peki, dostlar; biz aynadan bugünü mü öğrenmeye çalışıyoruz yarını mı, işte bunu düşünelim biraz.
Bizimle aynı şekilde davranan, bizim gibi düşünenleri arayıp o kişide bulduklarımızla kendimizi ve yaptıklarımızı onaylamaya çalışıyoruz. Ayna olmak bu değil ki Yargılamaya başladığımız o ilk an karşımızdaki aynayı paramparça yaptığımız andır.
Karşımızdakini ne kadar bildiği ile değerlendirmeye ve ne kadar çok bilgiye sahip olduğu ile bize ne kadar ayna görevi yapacağını bulmaya çalışıyoruz. Bilgi, ayna görevi için yeterli mi sizce?
Karşımızdaki aynayı kendimizi görmek için parlatmaya mı çalışıyoruz, yoksa kendimizi görmeye korktuğumuz için onu bin parçaya mı bölüyoruz? İşte cevaplamamız gereken ana soru bu…
Ve son bir şey: Biz kendimize bile dürüst değilken başkasına nasıl sağlıklı bir ayna görevi yapabiliriz? Aynı şekilde; karşımızdaki aynalardan kaçı kendine dürüst davranıp bize sağlıklı bir fotoğraf sunuyor?

Tanrı Nerde?

ozguradam | 13 December 2006 16:59

bir gece vakti gök yüzüne yüzümü çevirdiğimde o parlak yıdızların ışığının ötesinde bir ilahi pırıltı arıyorum semada.

göremiyorum tabiki. çünkü yok ööle bir şey en azından benim için.

tanrı yok. tanrı yok. tanrı yok.

ben bu cümleyi devamlı tekrarlıyorum.

ve acı çekiyorum her tanrı yok diyişimde.

çaresiz ve boktan hayatım gözümün önünden geçiyor.elimi açıp dua etmek istiyorum o ilahi varlığa.

sonra yine tanrı yok diye mırıldanmaya başlıyorum.

tanrı yok. tanrı yok. tanrı yok.

İPUCU

hipangel | 07 December 2006 06:42

Soru işaretleri..
Bilinmeyenin dayanılmazlığı..
Soru işaretlerini takip etmek..
Soru işaretlerinin beni takip etmesi..
Karşılıklı bir kovalamaca..
Hayat..
Ve sen..

Benim hayatımdaki en büyük soru işaretimdin sen..
Ömrüm seni aramakla geçti..
Bulamadığım her an daha da merak ettim seni..
Neye benziyordun?
Seni bulunca ben neler hissedecektim?
Ben seni bulabilecek miydim?
Yoksa seni aramam gereksiz miydi?
Çünkü sen zaten yanımda mıydın?

Ve bir gün,
Gözlerimin içindeki parıltıyı farkettim..
Dayanılmaz bir ışıktı bu..
Bu ışığı her hücremde hissettim,
Benim olan her şeyde
Sahip olduğum ve olmadığım her yerde..