‘Ekşi Sözlük’teki tanımda taşra için, “hukuki olarak başkent dışındaki bütün yerleşim birimlerini ifade eder” denilmiş. Bu tanım oldukça net ve yalın bir tanım. İnsan neden, hangi nedenlerle başkent dışında bir yerleşim birimin(d)e yerleşir? Kendi iradesiyle mi, kendi iradesi dışında mı? Yerleşir mi, yerleştirilir mi? ‘Başkent dışındaki yerleşim’ dediğimizde buradaki ‘dışsallık’ bir sosyopolitik tanım olarak neyi, ne kadar ifade edebilir?Bir yerleşim birimini (hayatta önem taşıyan olgu ‘yerleşim’ olgusu mudur asıl?) ‘baş’ yapan etmen, sanırım ‘dışta’ kalmamak, ‘dışlanmamak’ olgusudur. İnsan bu yüzden seçtiği yerleşimi ‘başkent’ kılmak için bir takım eylemlere girişir. Bu eylemlere girişmeyen, bu eylemlerin dışında kalanlar da ‘başkent’ yerleşiminden rahatsız olduklarına inanıyorlarsa; kendi varlıklarına başkentten birtakım zararlar isabet ettiğine hükmediyorlarsa veya bir şekilde başkentle iletişim içinde olamıyorlarsa farklı bir yerleşim biriminde varlıklarını sürdürmeye ve kesinlikle başkent olmayan, başkentin dışında kalarak yaşamaya çalışacaklardır. Zor veya kolay; bu yaşam(a) biçimi, zaman içinde çeşitli kavramsal değişimlerle ‘taşra’ olgusunu post modern bir gerçeklik karmaşası olarak önümüze getirecektir.“Topuğa çıkmayan çaylar deniz ile savaş eder.”Yunus Emre’nin bu mısraında, her zaman, her iklimde, her şablonda hayatın anlamına dair bir sır buluruz, gerçeğin ta kendisi var sanki bu mısrada. “Topuğa çıkmayan çaylar” şurada-burada, taşralarda büyük umutlarla yayınlanan küçük kalibreli dergileri çağrıştıramaz mı?Dergiler de hayatın gerçeğini yansıttığı kadar hayatta kalabiliyor. Hayatı kavradığı ölçüde bir dergi, okuruna hayatla mücadele edebilme imkanlarını verebilir. Hep mücadele, mücahede..Kişi oğlu için, şair Cemal Süreya“Marmara’dan yirmi yılda çıkaramayacağı gerçeğiOkyanusu beş dakika seyretmekle kavrar” diyor. Evet “büyük durumlar doruk anlar” lâzım hayatı kavramak için.“Bir hayata çattık ki hayata kurmuş pusu”Fakat her mücadelenin bir diğerine kapalı olduğunu görüyoruz. Yani taşradaki etkinlikle “içerdekinin” frekansları hiç de uyuşmuyor. Neden?Topuğa çıkmadan denize tutacağı kafayı hangi cesaretle, nereden buluyorlar?Hayır, denize falan kafa tutulmuyor. Deniz yok zaten. Gerçekte, deniz diye bildiğimiz, evvela İstanbul Boğazı, Haliç ve Marmara! Marmara’ya nasıl ve niye kafa tutulsun ki!Büyük Okyanus’a kafa tutmak lâzım, elbette, gerçeği kavradıktan sonra!Yani, Marx’a kafa tutmayan bir Namık Kemal’in; Rimbaud’ya kafa tutmayan bir Yahya Kemal’in; Ezra Pound’a kafa tutmayan bir Orhan Veli’nin; ama buna rağmen, kendi değerlerine kafa tutan bir neslin, belki de kafa tutmayı bırakın, kafasını kaldırıp bakmayan bir geçmişin genetik izlerini taşıyor olabiliriz.Taşra’nın tepkisiyle merkez’in, kendisini merkeziyetten uzak kıldığı bir süreci yaşamaktayız. Taşra’dan merkez’e, dıştan içe doğru bir yönelim yaşanmaktadır. Bu, bir açılım değildir. Bu yönelimde, tepkinin olumsuz tavrı söz konusudur. Taşra, merkezin etki alanından çıkmış durumda; ne zamandır merkezî anlamda bir boşluk, bir karmaşa yaşanmakta. Şiirin, merkezî konumunu kaybetmiş olduğu söylenebiliyorsa, bunda, taşra ağırlıklı bu olumsuzlayıcı tavrın, bu olumsuzlayıcı duruşun rolü olduğunu görebiliriz.Taş gibi, taş yürekli bir taşralı olarak Said Nursî’yi gösterebilirim. Kafa tutan bir taşralı. Merkeze kafa tutuyor yeri geldiğinde ama ilmî gelenek içerisinde, aynı zamanda taşradan hiç çık(a)mayan tek isim de o. Nursî’nin hayatı tipik bir taşra mücadelesi olarak geçmiştir diyebiliriz. Hayatı boyunca dışlanarak. Tam anlamıyla sarayın dışında kaldı, hatta Abdülhamit tarafından saray dışına kodese atıldı.Tipik bir dışlanmış taşralı da Cemil Meriç’tir.O da ‘taşra düşüncesi’ diye bir şey varsa eğer, bu düşüncenin baş mimarlarından. Hayata, hep taşralı bir kafayla baktı. Antakyalı düşünürün dünyadaki konukluğu bir dışralık olarak sürdü. O, hiçbir zaman içre olmadı. Tamamen bir dış duvara sahipti; bir anlamda düş duvarına da.İslâm tarihini incelediğimizde taşra olgusu diye bir şey yok, rastlamıyorum. İslâm, Müslümanın yaşadığı yeri taşra olarak görmesine izin vermiyor. O, Müslüman olarak nerede yaşıyorsa orası başkentidir yalnızlığının.
yorumlar
hımmm
deja vu
yahu tam anlamıyla kışkırtıcı. bi dakka. becerir’in yazısında acaip göndermeler var. said nursi, cemil meriç. taşra olgusunu şu ara suni gündemleri bir tarafa bırakıp da gerçek gündem olarak almakta yarar var diyorum ben. teşekkürler becerir. zihnimizi taşraya açtın.
taşra yeni bir özcülük biçimi değildir, bunu becerir’in yazısı tüm uç noktalarıyla ortaya koyuyor. sanırım artık taşra’nın ve taşra düşücesinin refleksif ve “merkez” adı verilen yapının karşısında tepkiselci bir biçim, hareket,düşünce olmadığının altı kalın çizgilerle çizilmelidir. tüm müesses nizamların karşısında sığınılacak bir mağara bir kale olarak da görülmemeli.. taşra bizi dışarının eşiğine taşıyan bir özgüllük ve özgürlük alanıdır.. o yüzden bugünkü türkiye jeopolitiğini her yönüyle anlamamıza yardımcı olacak bir anahtar kavramdır, taşra, aynı zamanda.dönüş hep taşraya.. çünkü çocukluğun tüm düşsel evreni halen daha orada soluk alıyor..o soluğa sarınmak, onunla yüreğimizi ısıtmak çok mu yavan bir duygu?
Deniliyor ki, taşra “müesses nizamların karşısında sığınılacak .. bir kale olarak da görülmemeli..”İshak Paşa, müesses bir nizam olan Topkapı Sarayının epeyce dışında (karşısında da denebilir) kendi kalesine neden sığınmıştır?”Taşra’nın merkez’den daha ihtişamlı olmasına merkez asla izin vermez. Bir anlamda, merkez taşra’yı belirlemektedir. İshak Paşa’nın bir vali için fazla ihtişamlı olan sarayı yüzünden başının derde girdiği söylenir. Vezirlik rütbesi ile Çıldır ve Ahıska valisiyken azledilip Hasankale’ye sürülmüş. Söylentiye göre Paşa, Doğubayazıt’taki sarayında misafir ettiği İran elçisinin İstanbul’da Topkapı Sarayı’na gelince İshak Paşa’nın sarayının daha görkemli olduğunu söylemesi üzerine azledilmiş. Saray, üç kuşak tarafından yüz senede bitirilmiş ve merkez, üç kuşağa da sarayın cefasını çektirmiştir.Taşra, coğrafyanın konusu olan bir alan mı, yoksa ruhsal bir alan mı?Taşra ve taşranın dışı(!) hep bir belirsizliğe sahip. Belirsizlik insanın belirsizleşmesidir; taşradaki insanın, merkezdeki (taşrayı oluşturan ana şehirdeki) insanın belirsizliğidir.” (Taşra’nın Dış Duvarı, sayı 1, yaz 2006, sayfa 40, Taşra Soruşturması)”özgüllük ve özgürlük alanı” olduğuna göre, kendi kalemizie ve kendi mağaramıza (tıpkı modern apartman dairelerimizdeki sevimsiz mağaralarımızda olduğu gibi) sığınma ihtiyacını neden dışsallıkla, düşsellikle bağlantılandırmayalım?diyorum ben.
İstiklâl Marşı, Tıpkı Cumhuriyet Türkiyesi Gibi, Kâfirlerden Kaçırılmış Bir Metindir. Konuyla ne alkası var? Onu da siz bulun.
sayın isme özel, ne demek istiyorsunuz?ayrıca: istiklâl, cumhuriyet, kâfir gibi kelimelerin “taşra” türkiyesindeki yerini mi sorgulamamızı istiyor gibi bir haliniz mi vadır nedir anlamış değilim öf yani.
Taşrayı @nevdalist yazmıştı. bir konu bulunca hepiniz onun üstüne atlamayın. yakında taşra neden kötü, ben neden kötüyüm başlıkları da açılacak. onun yerine diğer konuların altına yorumunuzu ekleyin. boş yere aynı başlıklarla serbest dolmasın
“Tanıl Bora bir yazısında “Taşralaşan ve Taşrasını Kaybeden Türkiye’’nin hali pür melalini anlatırken bilhassa İstanbul’da odaklanan dışlayıcı şehirli kibrine; tarihsel perspektiften bakıldığında, Türkiye’nin yerlileştirme becerisinden ve kaygısından hayli yoksun modernleşme tecrübesine karşı bir reaksiyon olarak tespit etmişti taşra özcülüğünü.Taşra kavramını mekansal ve zamansal tüm bağlamlarından kopartarak, onu, bir “öteki” olarak kodlamadan ele alan bir bakış açısına henüz varamadık. Merkez-çevre açmazının halen daha önümüzü tıkayan en önemli sorunlardan biri olduğunu görmek bu kadar zor mu?Taşra kavramı, her şeyden önce, kendisini imleyen yerlilik düşüncesinden ve onun çağrıştırdığı tüm imgelem biçimlerinden ayrı düşünülemeyecek bir alana sevk eder bizi. Tek başına bir yerlilik düşüncesini kutsayacak değilim. Fakat bilinmesi gerekiyor: Yerlilik, dünyaya ve kültüre “içeriden’’ bakmanın uzamsal yoludur. Modern bir partikülarizm biçimi olarak yerlilik, hiçbir zaman türdeş ve özsel bir yapı arz etmez. İçinde barındırdığı kültür ve kimlik nosyonuna bağlı olarak hep farklılığın simüle edilerek yapıbozumuna uğratıldığı bir aynılığın dolaysız göstereni olarak yerlilik tek başına kendinden menkul bir alanı ilgilendirir. Kendi kurduğu bir dışsallık üzerinden kendi varlığını inşa eden (temsili) bir yerlilik düşüncesinin belirlediği tüm görme biçimlerinin dünyaya biçtiği değer de Heidegger’ in “varlığın mekanı olarak’’ gördüğü “dil’’ de içsel bir dönüşüme uğrar.Taşranın aksine, Metropollerde yoğunlaşan şehirli kibri tek tipliliği kutsayan yapısıyla neo-faşist bir söyleme sahiptir. Taşranın, modern zamanlarda metropol algısının zihinlerde yeşerttiği bu neo-faşist dalgaya karşı ürettiği reaksiyoner bir sonuç olarak görülebilecek romantisist taşra özcülüğünün de mazur görülecek bir tarafı olmasa gerektir.”Ahmet Bozkurt, böyle diyor, Şair Çalışıyor, İstanbul 2007, s. 133-134.
sevgili İsme özel’e de İstiklal marşının psikanalitik ve hermeneutik bir okumasını yapmaya başlamasını tvsiye etmem gerekir. o zaman istiklal marşının nerede durduğunu da sanırım daha iyi anlayacaktır. hem bir metin olarak hem de ona yüklenen bağlam dışı anlamlar konusunda.. bunu da artık kendileri düşünsünler.
@nevdalist’in yazdığı yazıyla @becerir’inki aynı kategoride ama ayrı nitelikte yazılar sevgili @devinim 71. konuya atlanmış değil ki. konuyu bulmak da ne demek hem, senin derdine de derman oluruz güzelce, bak takip et. beni ve buradaki ciddiyet sahiplerini sinirlendirme. konunun nasıl bulunduğu falan biraz araştıma yapman gerek öptüm.
ayrıca(lık taşıdığını sanarak) @dibbuk işi karıştırmış iyice. nerden alıntı başlıyor nerede bitiyor, kim, ne falan, arapsaçı.netleşmeye ihtiyaç var arkadaşlar. NETLEŞMEYE.
taşrada bir gül ektim..güneş doğmayan gölgelerde büyürmü diye hiç düşünmedim. taşrada bir ev yaptım. gelip geçenlerin bakacağını bilemedim. taşrada bir yar sevdim. başklarının da seveceğini bilemedim.
Beni nasıl değerlendireceğinizi merak ediyorum. Ciddi kaygılar içindeyim ama, olsun, açıklamam gerektiğini düşünüyorum.Paris ve İstanbul. İki merkez. Bu tespitten hareketle, periferiyi taşra olarak nitelememizde bir sakınca yok. Bu niteleme, tarihselci, fenomenolojik bir nitelemeyle de örtüşür.(Bakınız: kitap-lık, Taşra, edebiyatta merkez-çevre ilişkileri, haziran 2004)Şimdi, merkez neyin merkezi, neyi temsil eden bir merkez, nereye göre?Çevre, periferi, dış neyin dışı, neyi temsil ediyor, nereye, hangi niteliğe göre taşra?Yani; taşra, merkezi merkez kılan unsurdur!!!!!!
Efenim katılımımızı bekliyorsunuz. Kendi yazımda zaten söyleyeceklerimi, derdimi yazmıştım. Ekstra ekleyeceğim cümlem yok. Taşranın edebiyatını elbetteki bir sürü kişi yapmıştır. Ben en iyisi olarak Yusuf Atılgan’ı bulduğumu söyledim. Ve bunun kişiselliğimle alakalı olduğunu da vurguladım.
Bakınız aynı cümleleri tekrar kullanmak zorundayım. Taşra dıştır. Yapısı gereği merkez, sistem içtir zaten. Öteki kavramı taşrayla beraber ortaya çıkmadı. Öteki kavramı hep vardı. Altkültürler bu anlamda ötekidir. Çünkü bir sistem, bir merkez, bir yönetim, bir gelenek var ise bu geleneğin karşısında olan herşey dıştır, ötekidir. Taşra bu anlamda dıştır, ama öteki değildir. Yani taşra kendi altkültürünü yaratmamıştır. Tşra mekansal anlamda da dıştır. Uzaktır, yalnızdır, umudu yoktur, kimseye sesini kolay kolay duyuramaz.Taşra elbetteki, önemlidir. Tıpkı kent gibi. Ama taşralılık veya kentlilik övünülecek kavramlar değildir. Bunlar bir durumu, bir kimliği ifade eder. Kimliği oluşturan etkenlerdendir, tıpkı sınıfsal konumlar gibi. Bu yüzden taşra önemlidir; ama taşranın içinde kendinize bir merkez yaratmanız yanlıştır. Taşrayı olduğu gibi kabul etmek gerekir. Geçen tartışmada da söyledğim gibi; taşranın edebiyatını, sanatını yapmak ile; taşra sanatı yapmak arasında fark vardır. Taşra sanatı sizi kitchliğe götürebilir, bu tarz tehlikeleri mevcuttur. ben kitchiliği severim, o da ayrı mevzudur.Ben; bu sefer ruh halimden dolayı taşrayı yerle bir edelim diyorum.
İstiklâl Marşı bizim emniyetimizin temini için husule gelmiş bir metin. 1918 yılında bu topraklarda, bilhassa İstanbul’da en belalı yer Türk bayrağının altı idi. İstiklâl Harbi ve Anadolu. Efendim?
“emniyetimizin temini” sözünde ben yine dört bir yanı iç ve dış düşmanlarla çevrilmiş bir kutsal milletin, kutsal devletin derin ve sorunlu bekaa kaygısı sendromunun iniltilerini duyuyorum nedense.. Efendim?
bir sivas taşralısı.ahmet hamdinin beş şehir kitabına karşılık olarak, altıncı şehir kitabı yazarak sivası anlatmış…askerlik hariç bu şehirden hiç çıkmadığını duymuştum…en sevdiğim kitabı; üç noktanın söylediği..çokta enaniyetli biridir. çalıştığı üniversitede ki odasının kapısında “bu ziyaretin gerekli olduğundan gerçekten emin misiniz?” diye yazdığını duydum.ayriyetten recai güllaptan mahlası ile çeşitli dönemlerde ilginç yazılarada imza atmıştı, sanırım hala da yazıyormuş bu isimle
Dünya sistemi dediğimiz şey, metropol-periferi münasebetiyle işleyen bir şey. Bu metropol-periferi münasebeti içinde ne olur? metropolden periferiye talimatlar gider, periferiden metropole değerler gider. Dünya sistemi, kendine bağlanan, uyduluk eden birimlerin doğmasına ses çıkarmaz, destek verir.
Mükemmel bir olgunluğa ulaşıyoruz arkadaşlar. Helal olsun!
Evet! Taş(ra)landım!Teşekkürler.Üç günlük serüvenimi geri alıyor ve hepinize hakkımı helal etmiyorum!İçimizdeki taşradır bizi birbirimizden uzak kılan!:(
hımmm
Müdür müdür diye bağırmak istiyorum. Moderasyon hafif kullanma klavuzu hazırlasın ve yeni üye olanlara günde 3 defa okuma zorunluluğu getirsin.Bu site edebiyat forumu değil. Bu site herkesin kendince, kendi bildikleri doğrultusunda paylaşımda bulunduğu bir site. Siz bu siteye farklı anlamlar yüklemiş, farklı bir ilgi beklemiş olabilirsiniz. Bu sizin probleminizdir, bizim değil. Bu yüzden bizi suçlamanız saçma ve yersizdir. Bu yüzden olaya karışıyorum. Ayrıca böyle 10 tane farklı nick almanız şiddetle eleştirilecek bir konudur.Taşra üzerine kafa yoran, bu konuda uzun emek süreçleri yaşamış biri olabilirsiniz. Çok bilgili, çok özel biri de olabilirsiniz. Ancak bunların hiç biri benim umrumda değil. Benim umrumda olan bu sitedeki paylaşımınız ve aktarımınızdır. Taşra ilgi görmedi diye ne yapalım, hayata mı küselim? Siz içselliğinizde kendi taşranızı yaratıyorsunuz ve ısrarla bizi de bu oyuna çekiyorsunuz. Üstelik, yine ısrarla buradaki insanlarla aranıza sınır çekmeniz ( ki karınca yazımdaki yorumunuza hiç değinmiyorum) beni sinirlendiriyor. Biraz alçakgönüllü ve mütavazi olun, canımı alın.Eleştirim ve çekincem budur!
Kimse yoktur şairden başka kendinden bunca uzağa gidenCemal Süreya’dan Ergin Günçe’ye bir tayyare pulugibi, kaldım bir içimde kimsesiz bir zarfın boşluğu,bir içimde taşraya iadesini bekleyen güz yoksulluğuHAYDAR ERGÜLEN
hımmmmm
kiralık kelimelşer dükkanında hep birbirinden uzak düşen taşranın kül akrabaları…dönüş nereye..farkında mısınız, herkes kendi yalnızlığını çoğaltıyor..
şimdi nevdalistin bu konuyla ilgili ilk yazısında becerir in yorumunu okuyunca çok kibarca yapılmış bir yorum demiştim..ve konu gerçekten tartışmaya açıldı diye düşünmüştüm..ancak aynı konuya bağlı kalınarak yeni bir konun açılması ve şu hale gelmesi çirkin..nevdaliste katılıyorum..kendine güveni olmayan insanların yaptığı iştir farklı karekterlere bürünmek farklı nicklerle farklı yorumlar yapmak..baydı yani
o zaman bir hımmmm da ben diyorum.. ama nereye kadar..hımmm demenin de bir susku haddinin olması gerekmez mi?o halda yaşasın simulacr’lar..yaşasın simulatif gölgelerimiz..hayat zaten bir yanılsama değil mi…gerçeğin çölüne hoş geldik o halde…yoksa buna taşranın çölü mü dememiz gerekir..hakikatin çölü..?
deli ettiniz len beni, bi taşraya bi buraya bişeyler okucaz diye kafayı çizdik sizin yüzünüzden
bu delilik bahsinde sizlere o zaman Cahit Koytak’ın Avluda Oturan Şizofrenler şiirini önerebilirim arkadaşlar. ha unutmadan bir de Deleuze ve Guattari ikilisinin Mille plateaux adlı yapıtını…iyi okumalar..
“genel af ne zaman çıkacak albayım?”oğuz atay
Le reve est une seconde vie..
kendimize ait olmayan odalarda yaşıyoruz.. insanın taşrası biraz da yalnızlığı, kırılgan düşleri değil midir?
yoğunlaşalım.. taşraya mı aşk’a mı..
bu cevabı bekliyordum ben de.. ama aşk’ı da ihmal etmeyelim. varsa tabii.
henüz değil, mümkün de değil..
taşra özde “dışarıda olmanın” adı. her siyasi görüşün merkeze “yığıldığı”, tabiri caizse hücum ettiği bir gündem içerisindeyken tekrar düşünülmeli derim bu konuda. merkezi cazip kılan ne? merkez niye hep hazandırır da çevreye kaybetmek düşer?merkez anlayışıyla, içinde barındırdıklarıyla periferiyi yani dışta olanı kuşatabilir mi? ve dahi periferi merkeze “değerler-kültürel anlamda-” katabilir mi? günümüz şartlarında zannetmem. merkez kendi ufuksuzluğu, çekişmeleri içinde boğuluyor; taşra donuk. siyaset, edebiyat, kültür..hiç farketmiyor.merkezde olmak da yetersiz. işte nurettin topçu: bir istanbullu. sorbene’de sosyoloji doktorası yapıyor ama bir üniversite de dahi çalıştırılmıyor. umudunu taşraya, istiklal marşı’ndaki özü kaybetmemiş nesillere, anadoluya yönlendiriyor. lakin bir sorun vardır: sessizlıik… anadoluyu kıyasıya eleştirir topçu, sever ve eleştirir. hareket’sizlik diz boyudur. merkeze doğru bir açılım gereklidir, kuşatıcı, kucaklayıcı; özünü yitirmeden. olabilecek bir şey midir, tartışılır. topçu’nun hikaye kitabının isminin “taşralı” olduğunu da kaydedelim burada.hülasa: becerir’in dediği gibi yoğunca içimizde yaşıyorken yalnızlığı pek de farketmiyor taşra da yahut merkez de olmak.dibace: “şair çalışıyor” merkeze açılım mı yaptı yoksa terfi mi etti? erzincan da isim yapmak ve merkez de yer edinmek. ilginç!
Harunkardeş; siz by yazıyı yazan beyfendi misiniz? Çünkü habire farklı nick almayı çok seviyor ve becerir’in hiçbir yorumu kalmamışken onun yazdığı bir şeyi nasıl biliyorsunuz?Neyse, önemli değil. Ben bu yazıyı tutmuştum, çünkü yorumları ve tartışmayı çok sevmiştim. Ancak kendisinin yorumlarını silmesi ve öyle gitmesi kusura bakmayın, beni çok sinirlendiriyor. Okuyan insanlar saçma sapan bir blokla karşılaşıyor. Sanki kendimiz çalıp söylemişiz. O yüzden de ender yaptığım bir şeydir, ancak tuttuğum yazıyı bıraktım.Nurettin Topçu konusuna hiç girmiyorum. Herkesin hayalidir, sorbonne gitmek. Hele ben gerçekten de çok isterdim. Ama Topçu’nun oraya gitmesi bir şeyi değiştirmez. Bence kendi taşrasını yaratan ve benim desteklemediğim sentezleri olan bir kişidir. Türk İslam Sentezi vs. gibi.
nevdalist, yazıyı yazan kişi değilim. taşrayla ilgili sizin yazınızı da okudum. hiç de fena değil; en azından yorumlarınızdan daha iyi.siz bu yazıyı yazan kişi neden yorumlarını neden bırakıp gitti sanıyorsunuz? biraz sanatçı anektodlarını okumalısınız. “sanatçı duruşu” “düşünce ahlakı” diye bir şey var. işte topçu da bu nedenle kendi taşrasını oluşturdu. onun taşrasını merkezin en merkezine tercih ederim. kalbe dönük bir taşra. türk islam sentezi ise tartışılabilir tabi.evet, kendi taşramızın başkenti yanlızlık..onu da kalbimizin en mutena köşesinde yaşıyoruz. sizin de yazınızda belirttiğiniz gibi.
Hımmm şimdi tartışma farklı bir boyuta gider. Sanatçı duruşu diye bir şeye inanmam. İnsanın duruşuna inanırım. Sanatçı anekdotları dediğiniz şey de hiçbir işe yaramaz. Sadece size bir hayal dünyası yaratır. Bu kadar kesin ve net diyorum. Özellikle sanat sosyolojisi üzerine kafa patlatan, uğraşan biri olarak bunu söylüyorum. Kurduğunuz cümleler güzel; ama geçerliliği olmayan edebi cümlelerdir. Bu bağlamda da reelde karşılığı yoktur.Topçu’nun taşrası; onun nedenselliği ve tarihselliği için de değerlendirilmelidir. Siz bir başkasının taşrasına katılamazsınız. Bunu onaylayabilirsiniz, ama eğer taşrayı bilen, taşrada yaşamış biriyseniz; herkesin kendi taşrası olduğunu da bilmeniz gerekir.Her gidiş bir karşı duruş değildir. Gidişler, aynı zamanda kaçıştır. Bireyin kendine biçtiği kimlikle alakalıdır. Tıpkı taşradan üniversiteye gelip, “ben burjuvalarla yapamam” demek gibi bir şeydir. Çünkü dialog denilen şeyin onlar gibi olmaktan geçtiğini sanırsınız. Zannedersiniz ki! Ya aynı olacağız, ya da kendi kimliğimizi yücelteceğiz. Bunun üst aşaması da merkezde kendinize taşra yaratmaktır. Topçu’nun yaptığı da budur. Kimse onu taşralı olduğu için, öteki yapmaz. O kendini ötekileştirmiştir. Bunun için de Sorbonne’ye kadar gitmeye gerek yoktur. Boğaziçine gitsin, yine aynı duyguya sahip olacaktır.Yorumum bu kadar. Yorumlarımı beğenmemişsiniz, ama üzgünüm elimden gelen bu!
“sanatçı duruşu” dediğim şey tam da sizin reel olmayan diye bahsettiğiniz “şey”e takabül ediyor. reel olan zaten sanatın içinde tam “kendisi olarak” barınamaz. ve bu duruş “insan gibi insan olma”nın ortak paydasıdır bence. eğilip bükülmemenin, merkeze(herkesleşmeye) yardaklanmamanın, İskender’e “gölge etme başka ihsan istemez” diyebilmenin, “koparılabilir ancak çekilmeye gelmez boynum” diyebilmenin adıdır benim değindiğim taşra. yoksa dağ, bayır, kelebek; bizim paltayı senin it götürdü edebiyatının değindiği taşra değil. o nedenle kalbi bir yaklaşımdan söz ediyorum. mevlana’yı halktan koparıp şemse yaklaştıran bir yaklaşımdan; gazaliyi on evet tam on yıl müderrislikten vaz geçiren bir yaklaşımdan. topçu’nun da ömrünün sonlarında bir çiftlikte yaşamayı tercih ettiğini not olarak eklemeliyim. tabi bu yaklaşımdan bir kaçış anlaşılmamalı. becerir’in yazısında belirttiği gibi “inandığımız” “benim” dediğimiz başkenti kurmaktan bahsediyorum. bunu “her” kişi değil “er” kişi yapabilir. “yalnızlık ateşi”nde yanmayı da göze alarak.bu cepheden bakınca yürekteki taşralar hep aynı. lisede öğretmenlik yapmak zorunda kalan doç. dr. topçu’nunki, cumhurbaşkanlığına aday dahi oldurulmayan prof. dr. başkil’inki, anadoluda degi çıkaran bir avuç edebiyat aşığı’nınki, doğru olanın peşinde koşan gazali’ninki, ibn-i rüşt’ünki, kendisine gül atılınca üzülen hallac’ınki, arabi’ninki, sylvia slath’inki, müntehir şair nilgün marmara’nınki… yani bunlar ve daha niceri kendi istediği için mi “öteki” oldu? yanlış anlaşılmasın: sanatçıyı ya da düşünürü kutsamıyorum; ama onlara saygıyı da elzem görüyorum. sadece ölenlerine değil yaşayıp merkezde de taşrada da olsa kendi “taşrasını” kuranlara da saygı…hamiş: nevdalist, yorumlarınızı beğenmediğimi değil yazınızdan daha az beğendiğimi belirtmiştim. taşra ile ilgili yazınızda katıldığım yerler yorumlarınızdan daha fazlaydı. mesele bu, ötesi egoistlik olur. ilgi alanına metin oku(n)ması ve dilbilim giren birisi olarak o cümlemi bu şekilde yorumluyorum.saniyen: sanat felsefesi, inceleme ve okuma çalışmalarında çok yararlı. ardıl anlamları yakalamada yardımcı oluyor. sanat sosyolojisi, sosyolojik eleştiriden mi damar buluyor bilmiyorum; ama bence çıkmaz bir sokak. text’in yazıldığı dönem şartları, insanların durumu vs. değerlendirilebilir; ancak “insanı” ve dahi “sanatçı görüsünü-ufkunu” yakalayamaz.
Offf, offf; nereden başlasam nasıl yazsam hiç bilmiyorum. Kavramları o kadar rahat harcamışsınız ki! Oysa durum böyle değil. Siz kendinizce yazdığınıza inanıyor olabilirsiniz; ama burada bizim inançlarımızdan ziyade; bu inançlarımızın doğruluğu da önemli, değil midir? Düşünsel anlamda yoğunlaşmak, böyle bir tartışma yürütmek, benim açımdan gayet keyifli. Tartışmayı farklı zemine çekmenizi de anlıyorum. Ama bu farklılığın yanlış olmasını anlamıyorum.Taşrayı direkt alt okumalar üzerinden değerlendiriyorsunuz. Oysa kendi yazımda da anlattığım, taşranın her şeyden önce fiziksel bir durumu ifade ettiğidir. Siz ısrarla sadece “dış” anlamına takıldınız. Üstelik bu dışı her şeye uygulayacağımızı bile bile…Sizin okumanızla gidersek, sanat zaten dıştır. Çünkü sanat özü gereği genelin dışındadır, sorgular, ona sunulanla yetinmez. Sürekli bir arayış içindedir. Bu bağlamda Andy Warhol dış mıdır? Sizin tanımınızla gidersek evet. Ama yanlış. Sistemin tam göbeğinde yaşamış, merkezin bütün nimetlerini kullanmıştır. O zaman bütün sanat akımları ve bütün sanatçılar Taşra’mıdır? Diyeceğiz. Hatta bu işi ileriye götürüp; altkültürler, azınlıklar, eşcinseller, sokak çocukları, Müslüman bir ülkedeki hristiyanlar hep dıştır ve taşradır. Ya
diyen Baudelaire’yi nereye yerleştiriyorsunuz?Hayır! Taşra her şeyden önce fiziksel bir durumdur, beğenmediğiniz dağ, taş bayırdır. Vazgeçin bu yanlış anlam biçmelerden. Çünkü tartışmayı kısırlaştırıyor. Sizin kavramsallığınız, ki! Benim onaylamadığım bir kavramsallık, üzerinden devam ediyorum. Taşranın da kendince merkezi vardır. Yani taşrada da merkez olabilirsiniz, ya da taşranın da taşrasını yaratabilirsiniz. Reelde karşılığı yok dediğim; gerçeklik, gözlemlenirlik, bilimsellik, ispatlanabilirlik anlamındaydı.
Üstte yazdığım örnek tam da sizin bu verdiğinizle özdeşleşiyor. O zaman herkesin kendince hayran olduğu isimler, sanat kendi “taşrasını” yaratmıştır. Yok böyle bir şey!. Bu kadar keskin söylüyorum. Hele Nilgün Marmara örneği çok yanlış bir örnek. Merkezin, sistemin tam göbeğindeki bir isimden bahsediyorsunuz. Üstelik dış falan değildir, o. Dışı intiharı ile yaratmıştır. Bakınız taşra her şeyden önce bizdir, Nilgün Marmara ise bendir. Onun muhalifliği, arayışları, şairliği vs. birçok etken vardır, onun kendini ötekileştirmesinde. Evet! Kendisi kendisini ötekileştirmiştir. Yoksa Nilgün Marmara öteki değildir. Duygu bağlamında böyle hissetmiştir. Ötekinin en önemli boyutu, ezilmişliği ve dışlanmışlığıdır. Söyler misiniz Nilgün Marmara’yı kim ezmiş ve dışlamıştır. Türkiye’nin en iyi üniversitesinde tezini hazırlıyordu. Bu cümlelerden onu küçümsediğim anlaşılırsa üzülürüm. Şurada o tartışmayı yapmıştık. Benim size anlatmaya çalıştığım tanımlamaları yanlış yaptığınızdır.
Yazının sahibi beyfendinin, bu cümlelerini atlamışım. Demek ki! Daha dikkatli okuma yapmam gerekiyormuş.Böyle bir cümleye katılmam mümkün değil. İnsanın olduğu her yerde sınıflar, merkez, iç ve dış vardır. Çünkü bir sistem probleminden bahsediyoruz. Kapitalizmi yine bu bağlamda nereye koyuyorsunuz? Müslümanım ama kapitalist değilim mi diyorsunuz? Bu toplumda yaşıyoruz ve zorunlu olarak bu sisteme, tabiyiz.Bu konunun dinle hiç alakası yoktur. Müslümanlığın olduğu yerde bir merkez olmadığını ve dinin herkesi kucakladığına mı inanıyorsunuz? Yapmayın, bu hümanizm bile değil.Belki de kavafisin dediği gibi “başka bir deniz bulamazsın”Son olarak bu tartışma çok uzadı. Ben son sözü size bırakarak, çekiliyorum.
bu yazının sahibi beyfendinin geri dönmesini istiyorum. tabii ki tek bir nickle. geri dönsün söz artık ona deli demeyeceğim.geri dönsün tekrar düşünsel anlamda tartışmalar olsun. hayat güzel, sevelim sevilelim falan filan işte.
evet, geri döndüm işte! düşünsel anlamda tartışmalar olabilmesi için, farklı düzeyde, yeni, açık algılamalar gerçekleşmesi gerek. o zaman hayatın güzelliğinde kendi güzelliğimizin yansımasını görebiliriz. örneğin, ilk sorumu sorayım ve tartışma başlasın: istanbul, dünya başkenti mi, dünya taşrası mı, bugün itibariyle? buyurun.
Tasrali olmak demek, dunyaya daha genis acidan bakabilmektir, zira sehirlilerin hayat gorusu burunlarinin dibi kadardir…:-D
Taşralı, şehirli, önemli olan ”zeka”..Eğer buna sahipsen her yerde olabilirsin..Tamamı taşralıların kurduğu 8 ortaklı bir şirkette çalıştım..Dünyanın en harika insanlarıydı..Hala onlardan öğrendiklerimi uyguluyorum..
Taşralı kötü mü düşüncesi bile abes. Zekası değil ama “halis kalbi” olan nerede olursa olsun değerlidir. Sorgulanması gereken “taşradaki imkan ve bakış açısı genişliği” dir.Ve İstanbul ve İstanbul: bir mücevher gibi, çamura düşse de sakıt olmaz zannımca. Her ne kadar bir “medeniyet” düşüne şu sıralar ev sahipliği yap-a-masa da, düşleme hususunda düşüne dursun, İstanbul yine de dünya başkentidir naif gönüllerde. Arayan Eyüp Sultan’a uğramalı bir kuşluk vakti; sokak aralarındaki “geniş boşluk”u keşfe çıkmalı, vesselam…