Otobüsteyim, kulağımda güzel bir müzik… Reklam panoları sinirimi bozuyor. Yaratıcılıktan uzak, bayağı, rengârenk… Oysa dinlediğim müzik hiç de öyle değil. Alabildiğine yaratıcı, sade ve karanlık… Bir Rolling Stones şarkısını Bob Dylan söylüyor:

“Send me dead flowers every morning/ Send me dead flowers by the mail/Send me dead flowers to my wedding/ I won’t forget to put roses on your grave.”

{Bana her sabah ölü çiçekler gönder/ Ölü çiçekleri postayla gönder/Düğünümde bana ölü çiçekler gönder/ Ben de senin mezarına güller koymayı unutmam}

Bu sözler birkaç gündür zihnimi işgal ediyor. Bir insan böyle sözleri yazmak için birini hem ölesiye sevmeli, hem ölesiye nefret etmeli… 70lerde yazılmış olmalı bu şarkı. O zaman internet yoktu, reklamlar bilinçaltımıza bu kadar işlemeye başlamamıştı daha. Hâlbuki teknoloji yaratıcılığımızı ortaya koymak için iyi fırsatlar veriyor bize. Şu anda bu yazıyı bilgisayarda yazıyorum örneğin. Shakespeare’in 16. yüzyılda çekmesi olası zorlukları geçiriyorum gözümün önünden. Kâğıt, mürekkep eksikliği; geceleri yazmanın zorluğu, başında dırdır bir eş, patronunun ve kraliçenin yazmasını istediği konuları dayatması. Hiçbiri Shakespeare’in yaratıcılığına ket vuramamıştı.21. yüzyılda ise yaratıcılığı engelleyen hiçbir şey yok, ama içinde yaşadığımız karmaşayı hiçbirimiz hakkını verecek şekilde dile getiremiyoruz. Çok şey üretiyoruz, bu doğru, ama filmleri de, kitapları da, müziği de o reklam panolarında gördüğümüz ve bize söylendiği gibi bir kerede tüketiyoruz. Daha da önemlisi yalnızca bir kere tüketilmesi yetecek yapıtlar üretiyoruz. Her yıl yüzlercesini izlediğimiz, sanal efektlerine hayran kaldığımız Hollywood filmlerinden bir tek sahne bile kalmıyor aklımızda. Sadece teknolojiye mi yüklemek gerek suçu, ya da seri üretime, kapitalizme? Zaman geçtikçe insanın ruhu mu çürüyor yoksa?