Uyandım. Daha bir özgürdüm bu sabah. Benim değildi bugün, belki başkaların da. Nasıl desem, bu sabaha kadar binlerce parçaya bölünmüş düşüncelerim bozgun sonrası yenik bir ordunun askerleri gibi komutanlarına –yani benliğime- isyan ediyor ve geçmişimde bedelini ödemeyi göze alamadığım her kare arka arkaya sıralanıp tanıdık bir filmin -yani hayatımın- bütün trajedisini ve sefaletini intikam alırcasına önüme seriyordu… bu dehşet verici bir durumdu. Ben kahramanı olduğum filmin senaryosunu yazarken bunu hiç mi hiç düşünmemiştim…

Öyle ya görünüşte hayat tepe taklak yuvarlanıyor, kahraman yaşıyor, dostluklar kuruyor, insanlarla geçiniyor yada geçinemiyor, kadınlar tanıyor, aşık oluyor, tanımadığı kadınlara aşık oluyor, tanımadığı kadınları unutuyor, kadınları tanımadığını unutuyor. Birinde mutlu oluyor. Bütün bunlar olurken yemek yiyor, yemek için çalışıyor, çalışmak için çalışıyor, çalışmamak için çalışıyor. Meslek sahibi oluyor, ev sahibi oluyor, çocuk sahibi oluyor, sahip oluyor, sahip olmazsa sahibi oluyor, sahibi olmazsa sahipliğe karşı oluyor, biri olmazsa öbürü oluyor, o da olmazsa her şeye karşı oluyor. Duyarlılık içinde, uyarlılık içinde, kararlılık içinde, tutarlılık içinde, -lık, -lık, -lık, içinde ve her şey birbirinin içinde, hayat tepe taklak kör bir noktaya yuvarlanıp gidiyor… kısacası her şey kelime manası dışında hiçbir kişiliği olmayan bütünsel bir boşlukta birbirine karışıyor ve hepsi aynı noktaya yönelmiş oklar gibi aynı delikten yukarı doğru fışkırıyorlardı. Kendime “yaşadığın bir tek şeyin ama bir tek şeyin arkasında kaya gibi durabilir misin?” diye sordum, görünüşte her şeyin arkasında durabilirmişim gibi geliyorken beynimde fırtınalar koparan o soruyla uyandım… “Hayır!” diye bağırdım “sen hiç başka film seyretmedin ki…”

Uyandım. Daha bir özgürdüm bu sabah. Benim değildi bugün, belki başkaların da. Nasıl desem, her şey ama her şey en ince ayrıntısına kadar inceldikçe inceliyor ve sonunda kopuveriyordu. Öyle ki hayat kopuşları düğümleme çabasıydı sanki… eski bir çiğnene melodisinin ılık notaları geliyordu dışardan ve ben şarkı söylüyordum. ve hayat şarkı söylüyordu. Bir de insanlık kadar, arayışların kavgayla karışık dizeleri… sen yaşamayı hak edecek kadar değerlisin… diyordu sanki. Oysa ortada tek senaryo vardı ve bizler oyununun baş aktörü olmak için çırpınan figüranlar. Anlaşılan bu sabah, hayat şarkı söylemeye yeni başlıyordu…

Uyandım. Nasıl desem, aklım başımda yani bir belediye otobüsünün tekli koltuğunda oturmanın verdiği rahatlıkla, tıklım tıklım yalnızlık ve ter kokan hayatı daha ne kadar okuyacağımı merak ediyordum. Buğulanmış camlara karalanan saydam mutluluk cümlelerinde… oysa asırlardır uyuyor gibiydim. Nereye gideceğini bilmeyen bir otobüs şoförünün arkasında duraklarını bekleyen diğer yolcularla beraber ve durağın geldiğinde ineceğini bilmek, yolculuğu hiç yaşamamak demektir. Yaşamamak… durağa kadar… ve diğer durağa… ve öbürüne… yaşamamak… ama ben böyle olmadığını düşünüyorum… bu bir nevi gideceğim yer yok anlamına gelebilir. Çünkü ineceğin yer, gideceğin yerdir. Bazen hayallerin kondisyonu yoktur diye düşünür aslında sınırların sıklığıyla değil, hayal kurma gücüyle zorlanacağına inanırım. Garip tesadüf ama kadınlar konusundaki düşüncelerimde çoğu vakit aynı özellikleri gösterir. Onlar şarkılar gibidir. Gözlerinde en coşkulu notalarla hayatın güzelliklerini sunarlar, dinlemesini bilenlere… ve o şarkılar hep bir hüznün arayışını taşır, kimi zaman arayışın kendisi olma korkusu olmak ile hep bir intikam saati gibi bekleye durur aşıkları, daha derinlerdeki şehvetin maskesini gizleye gizleye… ama bir kopuştur aşk, o şarkıyla incelir birden bire… ben düğümü olmadığını düşünüyorum ve hayat denen arayışın aşka ayıt bir delili… ve delili olmayan her kopuş bir kadın eksiltir hayatımızdan, bir senaryo fazla… artık biliyorum ki kelimelerinde hayallerinde sınırı yoktur… bütün bunların oyun ve senaryo ile ne alakası var diye bilirsiniz. Hele bir duraktan diğerine giden satırların ortasında dikkat edilmeden geçirmesi gereken kişisel bir kısır döngü ve konuyu saptırma çabası olacakta nitelendirebilirsiniz. Fakat sizde sonuç olarak ezberinizdekilerle yetinen oyuncularsınız. Kokularınız acılarınızı yüceltmeye yetmiyor böyle olunca… bu sebepten aşkla oyun arasında gizli bir suç ortaklığı var. Kadınlar ve senaryo arasında olduğu gibi… işte tekli koltuğun sol tarafında değişen manzaralara bu yüzden yolculuk adı veriliyor. ve her kadın, her manzara gibi, siz istemeden değişiyor bu yolculukta. Geriye bütün bir oyun bırakarak… Bir dostum, “kadınları anlamak dünyayı anlamaktır…” demişti. Bunu bir durak önce hatırlamak, belki bir rüyayı gerçeğe çevirecekken, şimdi kendimi bir yolculuğun devamına sürüklüyor umarsızca… hala bildiğim tek şey ise, ineceğin yer aslında gideceğin yerdir…