Uzmanların Türkiye’de nasıl yetiştiğini hala izah edemedikleri Oğuz Atay, 25 sene önce 13 Aralık’ta bu dünyadan gitmişti. Kendisi 30’lu yaşlarının sonlarına kadar işinde gücünde, evli-barklı normal bir insan gibi yaşamış; daha sonra üzerine bir delirme gelmiş ve son yedi yılını yazı yazarak tamamlamıştır. Türkiye’nin ruhu diyebileceğimiz mevcudiyet hallerini, onun kadar iyi tarif ve ifade eden bir insan bir daha gelmemiştir. Zaten ondan önce de Atay gradosunda bir yazarımız yoktur.

Peki neydi bu adamı bu kadar özel yapan? Bu bir tür bile olmayan nadide ve endemik yaratık, bu topraklarda nasıl yetişmişti? Kastamonu’nun İnebolu’sundan çıkıp Ankara’nın tozuna bulanan, oradan Istanbul’un gazını teneffüs edip, Londra’nın sisinde yuvarlanan bu adam nasıl bir şeydi? Bazı edebiyat eleştiricilerinin, bir takım akademisyenlerin ve kimi hayranlarının yazdığı, çoğu ipe sapa gelmez yazılardan başka ne var onun hakkında?
Aradan geçen 25 sene içerisinde bir tane Turgut Özben çıkmamış, Oğuz Atay’ın peşine düşülüp şöyle hakkını vererek bir monografi yazılmamıştır. Onun, hocası Mustafa İnan için yaptığı şeyin (Bir Bilim Adamının Romanı) onda biri bile kendisinden esirgenmiştir. Her zaman ve her kıymetli insana, yazara yaptığımız gibi ‘o bir kuyruklu yıldızdı’ denerek geçilmiştir.
Onun yazdıkları her ne kadar başka bir dile çevrilmemiş de olsa, bize özgü olanı, bu milletin nev-i şahsına münhasırlığını evrenselleştirir (gerçi Tutunamayanlar daha yazılırken, eşzamanlı olarak ingilizceye çevrilmişti; fakat bu versiyon hiçbir zaman ortaya çıkmadı. Zaten Atay’ı ingilizceye falan çevirebilmek için, Joyce çevirmenleri düzeyinde ingilizce, Şiar Yalçın ayarında türkçe-osmanlıca bilmek; Nevzat Erkmen kalitesinde bir obsede olmak gerekir).
Bu topraklardaki haller, onun için kullanılacak bir edebiyat malzemesi, yansıtılacak alegoriler demeti veya pazarlanacak toplumsal gerçekler sepeti değildir. Roman ve hikayelerinde bize bizi işaret eder, gösterir, anlatır. Bu arada kendisini de dışarda bırakmaz, özel ve ayrıcalıklı bir yere koymaz. Kalemindeki akrep kendini de sokar durur hep. Oğuz Atay’a, onun eserlerine dair bir şeyler söylemek hep çok zordur; çünkü o zaten bunu kendi karakterlerine yaptırmıştır. Dolayısıyla kendisi hakkında yazı yazmak isteyenleri, kendisinden alıntı yapmak zorunda bırakır. Ve ondan yaptığımız alıntılar, onun hakkında yazacaklarımızdan her zaman daha iyi olur. Yani kısacası, bize edecek pek laf bırakmamıştır.
Onun keskin zekası, hiciv kabiliyeti, erişilmez ironisi, trajik ve komik olanı yanyana koyup hatta içiçe geçirmesi karşısında ne b.. yiyeceğimizi bilemeyiz. Bazen kitabı kapatır ağlarız; bir an sonra gülmekten kırılırız. Yıllar önce, Atay’ın özellikle son döneminde sürekli yanında olan bir arkadaşıyla içki içerken, alkolün de tesiriyle bir ‘samimiyet buhranı’na kapılarak zırlamaya başlamış ve bunun üzerine o arkadaştan şu lafı işitmiştim: “Onun yazdıklarından etkilenme halimiz o kadar ağır bastı ki, sağlığında olduğu gibi öldükten sonra da kendisiyle, yani yazdıklarının kendisiyle pek ilgilenemedik”. Halbuki ilgilenmeliydik. Onun romanlarındaki derin ve detaylı hesaplaşmalardan ders almalı, bugün geldiğimiz çok daha perişan insanlık durumlarına düşmemek için çabalamalıydık. Olmadı; onun uyarılarına kulak asmadık; bu milletin neredeyse bütün fertlerini yıllardır kemiren Alzheimer hastalığına karşı gereken önlemleri almadık.
Bugün onun yazdıklarını tekrar okuduğumda, Oğuz Atay’ı fena yapan, canını yakan biçimsizliklere bile nerdeyse sarılasım geliyor. Eski Türk filmlerindeki kötü adamları görmüş gibi oluyorum. Bugünün kötülüğü, sahtekarlığı ve kalitesizliği karşısında, 30 sene önceki alçaklıkları bile affedilebilir buluyorum. Mesela o zamanların ‘kendini bulamamış’ ve de ‘tedirgin’ cumhuriyet aydınları bile, şimdinin kendini, yolunu ve sponsorunu bulmuş, çetesini kurmuş, ‘söylem’ini oturtmuş modern, hatta postmodern hokkabazlarının yanında naif falan kalıyor. O zamanın örümcek kafaları bile, şimdinin global-globül beyinlerine nazaran daha orjinal ve hakiki gözüküyor.
Oğuz Atay bir tarih yazarıydı aslında. Üstelik sadece cumhuriyet dönemine değil, bir şekilde bu coğrafyaya, bu ‘kenar Batı’ya gelmiş insanların varoluş-hissediş-duruş tarihine tanıklık etmiş; fiction’larıyla yaşadığımız gerçekliği sarsmıştı. 1987’de Cumhuriyet’te onun hakkında bir yazı yazma cüretini gösterdiğimde “Oğuz Atay’ın koyduğu dil aynasından kaçış yok” demiştim. Bugün hala o aynanın kör noktasız olduğunu düşünüyorum ve ne zaman onunla ilgili bir birşeyler yazmaya koyulsam, kendimi yakalanmış hissediyorum. Kitaplarından birini açıyorum; herhangi bir pasajı okumaya başlıyorum ve üstüne bastığım zeminin sağlam olmadığını hatırlayıp rahatlıyorum.