Ben boş bir kağıt parçasıydım başta. Bozuk bir ‘printer’den çıkardılar beni.. Tuttular, çevirdiler, silkelediler. Bir yerimi kestiler ama görmedim. Parçalanma ilk o an başladı. İlk sözü yazıverdiler üstüme kara kalemle oracıkta.”boktan dünya”; bunu yazdılar bir kenarıma. Sonra ne oldu bilmiyorum katlamaya başldılar. İlk ikiye katlandım. Sonra üçe, dörde, beşe… bütün bunlara katlandım.zaman geçtikçe katlanmaya bile alışıyor insan. Katlandıkça katlandım. Ama boş durmadım bu arada. Notlar aldım kat yerlerime. Notlarla doldum. Her çizgi üstüne yazılı anlar ve ben o anlar not düşüldükçe küçüldüm. Zaman geçti, notlar büyüdü yoğunlaştı ama ben durmadan küçüldüm.Sonra yok olmak geldi aklıma. Ne kadar anlamsız gereksiz dedim tüm bu olanlar. Katlanıp duruyorsun işte. “VARLIĞIMI BİR YOK OLUŞA GÖTÜREN BU AMANSIZ SÜREÇTE” dedim büyük büyük harflerle “artık ne diye katlanayım?”. Ama o ara bir şey oldu, bu çok katlı yalnızlık bir başka kağıtla çöküverdi. Benden bir tane daha varmış dedim o an. Orada öylece duruyordu işte, nasıl gelmişti, nasıl olmuştu, kim atmıştı onu oraya yada nasıl olmuştu da en basit kelimesine kadar uyuvermişti üstüme.bilemiyordum. Tek bildiğim yapışmıştık birbirimize. “Bu” demiştim “işte sadece bu yüzden katlanılır”. Ve devam ettim katlanmaya. Bire ikiye üçe… çok geçmedi bir şeyi anladım yalnız. Bizi birbirimize bağlayan ne varsa plastikti. Zamanla sararan ve donuklaşan adi bir yapışkandı . Bozuktu da aynı zamanda. Zaman geçti yapıştırıcı uçuştu. Sonra ayrılık notu düştüm istemeden, ağlayarak katlarımdan birine. Orası hala acır bazen.Ama anladım bu iş böyle. Başka kağıtlarla da güzel sözler paylaştım sonra. Rengarenk kağıtlar girdi hayatıma. Kimiyle öyle uyuştuk ki ben buradan oraya baktığımda sanki kendimi görür gibi oldum. Dost dedim onlara. Her derdim onların en derin notlarında katlıdır. Bilirim.Tamam bu böyle sürüp gidecek derken cinsi bozuk mürekkeple yazılmış kağıtlarla karşılaştım bir anda. Neye uğradığımı şaşırdım. Onları okumaya çalışırken tüm samimiyetimle, iğrenç akışkan ve durmayan pislikleri bulaştı üzerime. ‘Kağıt kesiği’ diye bir şey var ya bilirsiniz. Ben de canlarını yaktım onların işte, istemeden. Bu bile yıpratıyormuş ancak onu anladım, onların kelimelerinden akan kanlar benim çizgilerime işliyormuş. Zalim olabilmeyi işledim en kopası parçama. Kopmadı ama hep orda sallandı durdu.Sonra gün geldi, notlar kabardı, bir düzenleme, bir iç sorgulama yapamam gerekti. Yazdığım binlerce notun arasında, hani belki bir bütün olarak bakarsam, bütün bunların asıl nedenini de bulurum ümidiyle kendimi gözden geçirdiğim dönemler yaşadım. Tam düşünmeye başlamıştım ki selülozun biri geldi ve “al, bak her şey burada zaten yazılı, tüm sorularının cevabı bu kağıtlarda” diyerek elime kutsal bir şeyler tutuşturdu. Gerçekten tutuşuyordum. Ama son anda düşündüm ki ya bunları kendime aynen kopya edersem kendi yazdıklarım ne halta yarayacaktı. O kağıtlarda diyordu ki: ‘Sen sıradan bir sınav kağıdısın. Teste tabisin. Ders bittiğinde yazdığın tüm notlar değerlendirmeye tabi olacak. Beğenilmezse sıfır basılıp bir köşede diğerleriyle birlikte yakılacak. O yüzden ayağını denk al!”. Ama ben pek inanmadım bunlara. Çünkü ben garip bir dürtüyle ‘geri dönüşüme ‘inanmaktaydım.O kutsal sayfalarda yazanlara inanmadım desem de aradığım cevabı kendimde de bulamadım sonuçta. Ama zaten orada yazılanların ana fikri de benim yazmaya çalıştıklarımla aynıydı. İyi şeyler yazmaya gayret ettim, hep güzel satırlardan olsun istedim yazdıklarım. Zaten inansanız da inanmasanız da sonuç aynı oluyor bir kağıt olarak. Yıpranmak ve buruşmak. Katlanmanın önlenemez sonucu ve iyice buruşmuşsanız, o notları okumak da zor oluyor zaten fiziksel olarak. Boşuna demezler ya, “bu yaştan sonra ne okuyacakmışım ben ha?” diye. Okumak zor ve anlamsız oluyor sonuçta buruşmuş ve yıpranmış hayat çıktısını.Ve sonunda ne oluyor. Senelerce katlandığınızla kalıyorsunuz. Bire ikiye üçe… bize buradan sonsuz gibi görünen bu geri sayım, alınan her nefeste kat kat hızlanıyor sanki. Son hızla boyluyorsunuz atık kağıt kutusunu. Şöyle kafanızı kaldırıp o buruşuk güruha bakmaya kalksanız; ne olacak? Sizinkilerden farklı birkaç şiir, birkaç hikaye olsa mesela. Okuyabilecek misiniz ki?Ama biz kağıtlar bunu düşünmeyiz. Yazılar vardır üstümüzde. Ya yazmışızdır ya da yazılmış. Bunlara inanırız. Bazen sanal bile olsa kağıdımız, biz gene de yazılıyızdır. Kimimiz heyecan vermez, donuktur. Hikayesi de yoktur öyle. Başka kağıtlar için beyaz zemin üzerine karaltıdan ibarettir. Benimki de o hesap sanırım……Tam bu noktadan sonra konuyu dağıttım. Yani dağıldım bir yazı olarak. Aslında sildiğim bölüm de bir şeyi sembolize ediyordu. İnsan yapamadıklarını kimseye göstermek istemez. Bu sonsuz beyazlık, yani yazıyla kirlenmemiş kısım insanın kimseye anlatamadıklarıyla doludur aslında. Bir başka yönü de; siz bu yazıya buraya kadar dayanabilmişseniz mesela, ben de sizin için bu kelimelerden, şu an gözlerinizi yarasızca ağrıtan bu sanal kağıttan ‘mürekkep’sem, beni işte bu kağıt kadar tanıyabilirsiniz ancak. Ancak bu yazının çıkış noktası o da değildi. Sanırım sadece, eski notlarımı özlüyorum. Bilinçsiz mutsuzluğu, yerçekimsiz gözyaşlarını ve bunun gibi diğer şeyleri. Giriş gelişme sonuç; doğum, yaşam, ölüm. Sonucu olan bir şeyler yazmak isterdim gerçekten tabi ama ben yazıyı taa en başından kaydırmışım galiba.