Aşk; sevgiliyle kol-kola dolaşmak, kendini sevgilinin önüne atıp her türlü fedakârlığı yapabileceğini söylemek ya da sabah akşam aralıksız mesaj göndermek değildir. Gerçek aşk hiç kimseye söylenemeyen, hiç kimseye söylenemediği için erişilmez olan bir duygudur. Âşık sevdiğinin ismini dillendirmemek için kimseye söylemez. Hayallerinin, üzüntülerini, sevinçlerini kendi iç dünyasında kendi ruhunda yaşar ve gerçek âşıklar – bugünün âşıklarının tersine – bu yüzden büyüktür.Leyla’ya sorarlar “Sen mi Mecnunu daha çok sevdin yoksa Mecnun mu seni?”. Leyla der ki “Böyle bir soru sormanıza şaştım. Tabi ki ben o’nu daha çok sevdim.” “İyi de Leyla o senin için her şeyini feda etti. Aklından oldu. Şimdi ormanda vahşi hayvanlarla yaşıyor. Mecnunun yaptığı bunca şeye karşı senin delilin nedir ki ben o’nu daha çok sevdim dersin?” dediklerinde, Leyla “O benim aşkımı ona buna anlattı.( Leyla’nın ona buna dediği çölde yaşayan ağzı, dili, söyleyebilecek sözü olmayan hayvanlardır.) Dilden dile düşürdü. Bense o’nun aşkımı kalbime gömdüm ve kimseye söylemedim. Şimdi siz karar verin bakalım ben mi o’nu daha çok sevmişim yoksa o mu beni?” der.Buradan da anlıyoruz ki sevgilinin adı dillendirilmez. Âşık, aşk tohumunu kalbine eker ve yeşeren çiçeklerle ruhunu gülistana çevirir. İşte size sevgilinin adını dillendirmeden İstanbul’da yaşanmış bir aşk hikâyesi.

1522 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın Hürrem Sultandan bir kızı dünyaya gelir. Kanuni kızını çok sever. O kadar ki ismini Mihr-u Mah koyar. Yani Güneş ve Ay. Bellidir ki Kanun Koyucu kızının bir yanağının Güneş’e diğer yanağının Ay’a benzemesini istemiştir.Aradan on yedi uzun yıl geçer. Mihrimah Sultan devletin çıkarları için zamanın Diyarbakır valisi Rüstem Paşa’yla evlendirilir. Bu politik bir evliliktir ve Mihrimah Sultan bu evlilikten mutlu değildir. Bu yüzden kendine bir dünya kurar. Neticede padişah kızıdır, belirli bir geliri vardır. Ramazanda halka iftarlar verir, yoksullara yardım eder, mevlit okutur. Evlendiğinden bir yıl sonra, 1540 yılında, Mimar Sinan’ı huzuruna çağırır. “Usta benim için bir camii yap.”der. “Nereye yapayım sultanım” diye sorduğunda “Yerini sen seç” der Mihrimah Sultan. Bunun üzerine Sinan Usta Asya kıtasında ki Üsküdar’ın Sultan tepesinin yamaçlarına, dış duvarları denizle aynı hizada olacak şekilde bir camii yapar. Yapımı sekiz yıl sürmüştür caminin. Pencereleri küçük ama sanatlı yapmıştır Sinan Usta kapıları ayrı bir şaheserdir. Camii her yönüyle mükemmeldir.On dört yıl sonra Mimar Sinan tekrar Mihrimah Sultanın huzuruna çağırılır. Sultan “Usta bana bir camii daha yap” dediğinde Sinan Usta sorar “Nereyi uygun görürsünüz Sultanım?” “Yerini sen seç” der yine Sultan.Sinan Usta bu sefer Avrupa kıtasının o dönemlerde revaçta olmayan, tutulmayan semti Edirnekapısı’nı seçer. Edirnekapısı’nın en yüksek tepesine yapmaya başlar camiyi. Üç yıl sonra görenleri hayrette bırakacak bir yapı çıkar ortaya. Bu camii de Sultan adına yaptığı ilk camii kadar gösterişli ve sanatlıdır.Yıllar sonra yüreği yanık bir erkek ya da bir kadın aynı adla anılan bu iki camiyi de üstten görebilen bir tepeden veya kuleden, özellikle havanın bulutsuz olduğu Mart, Nisan Mayıs aylarında Baktığında bir şey fark eder. Üsküdar da ki caminin iki minaresinin arasından dolunay doğarken Edirnekapısı’nda ki camiinin kubbesi üstünden güneş batmaktadır. Ertesi gün Üsküdar’da kinin iki minaresi arasından güneş doğarken Edirnekapısı’nda kinin kubbesi üstünden ay baymaktadır. Aynı paralelde yapmıştır usta Mimar Sinan bu iki camiyi. Neydi Sultanın adı? Mihr-u Mah. Yani Güneş ve Ay. İşin ilginç yanı bu olay en iyi bir şekilde 21 Mart’ta yani geceyle gündüzün eşit olduğu günde yani Mihrimah Sultanın doğum gününde görülmektedir. Mimar Sinan böyle bir hediyeyi, böyle bir sanatı hiç kimseye hatta Kanuni ye bile yapmamıştır da neden Mihrimah sultana yapmıştır? Asıl sorulması gereken soru şu:Acaba Mimar Sinan Mihrimah Sultana âşık mıydı? Sizce?….