edebiyatla ilgilendiklerini söyleyip yusuf atılgandan bihaber olanları duymak, garip. anayurt otelini, aylak adamı duymamak ne garip. öykü diyen ağızlar nasıl bilmezler bodur minareden ötesini…
yusuf atılgan
bu kadar mı sade ve derin olabilir bir yazarın dili..oğuz ataya ışık tutan eşsiz yazardır, o..başka dünyalara gitme özlemini ve taşra sıkıntısını öyle iyi anlatır ki metinlerinde..
yorumlar
yusuf atılgan deyince aklıma j.d. salinger gelir hep. ilginçtir şimdi kitaplıktan aldım kitapları, onlar bile yanyana durmuş. çok ortak noktaları olduğunu düşünmüşümdür. inziva halleri, yazmaktaki ataletleri, yazarkenki detaycılıkları. (not:aylak adam -‘ın başlangıcına koyduğu baki dizesi “mufassal kıssa başlarsın garip efsane söylersin” sözü, yükseltin tavan kirişlerini ustalar‘ın başına cuk diye oturmaz mı?) çağdaş oldukları düşünülürse, aynı zaman dilimi içerisinde yaşayan insanların dil, din, ırk, coğrafya, ekonomi (ve daha ne kadar değişken varsa) fakretmeksizin aynı hissiyat olabiliceklerini görmek çok çarpıcı. aylak adam’in c.’sinin, hep caulfield olduğunu düşünmüştüm. iki yazarı peşpeşe okursanız aynı şehirde yaşayan iki kişinin hiç kesişmeyen hikayeleri ile karşılaşabilirsiniz.yusuf atılgan tanpınar’ın talebesi. oğuz atay’da yusuf atılgan’ın hayranı. yapılan bir çok edebi tap ten değerlendirmesinde ilk 3 sırayı alıyorlar. müteselsil halef-selef durumu.oğuz atay, atılgan’a tutunamayanları gönderiyor. yusuf atılgan da kitabı çok beğenmesine rağmen, eski ve önemsiz bir yazar olarak kendi yorumunun önemsiz olduğunu düşünüp yanıt yazmıyor. oğuz atay, beğenmediğini düşünüp çok üzülüyor. atılgan da bu durumdan atay’ın ölümünden sonra haberdar oluyor. bu sefer de o üzülüyor. bir nevi edebiyat trajedisi. :)30 sene boyunca ne yaptı? neden yazmadı? niye tekrar köyüne sığındı? belki de c.’ye benzemek istemedi? kuyara’yı istemedi. ama kim istemez ki?hanimiş? : kahraman çayırlı, uzun zamandır düşünmediğim şeyleri hatırlattınız, teşekkürler. ama bu yazdıklarınız ne yazı ne blog. mastürbasyon detayları ve aşk acıları arasında kaldığımız bu dönemde, “topic” olarak güzel seçimler yapsanız da şu yazıları detaylandırsanız, başka linkler ekleseniz, edebiyat öğretmeni kıvamından çıksanız diyorum.
aylak adam’dan…“Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi. ( Bu sıkıntı garsonun yüzündendi. Öyle sanıyordum. Paltomu tutarken yüzünü görmüştüm: Gülmekten değil sırıtmaktan kırışmış, gözleri, ne derler, sırnaşık mı, yok yılışıktı. Para versem eli elime yapışacaktı. Vermedim.) Çevreme ilgiyle baktım. Erkekler yeni tıraş olmuşlar, kadınlar yeni boyanmışlardı. Yüzleri tasasızdı. Caminin dirseğindeki bacakları kesik dilenci, soğuktan morarmış, çorapsız gazeteci çocuk bile öyleydiler. Sanki onu tanıyormuşum, görsem bilecekmişim gibi bakıyordum geçenlere. Bu gece bencildim. Kendi kendime kızdım. Oysa onu bu caddeye pek seyrek gönderirdim: Binde bir, güzel bir filmi görsün diye. önlerde bir yere oturur, yanağı avcuna dayalı filmi seyreder, tam beni düşünmesini istediğim zaman beni düşünürdü. Film bitince eve yürüyerek dönerdi.Kalabalıkla ilgim kesiliverdi. Yine lök gibi oturdu içime o demin ki sıkıntı. Bu kere garsonun yüzünden değildi. Biliyordum. İlerde locaları derin sinemanın önünde müşteri beklediğini bildiğim şaşı kadının bende uyandıracağı tiksintiyle karışık acımayı düşünür düşünmez döndüğüm yan sokakta – o geceki sokaktı bu – bir yaralı kendine güven duygusuyla ağırlaşmış olarak geldi. Bir ay önce biri siyah bıyıklı iki terziden – niye terzi? Bilmiyorum – dayak yediğim gece de aynı sebepten aynı sokağa dönmüştüm. Belki bir ek-sebep de vardı. Ona bir yardımda bulunmam gerektiği, bu yardımın onun iş gururunu incitmemesi bahanesinin ardında gizli, o derin localardan birine onula girmek isteğinden korkuyordum. Şaşı kadın karmaşık yollardan bana Zehra teyzemi getiriyordu. Dizinde yatarken yalnız benim bildiğim kokuyla dolu, kimi duran, kimi kıpırdayan dudaklarına bakardım. Arada eğilir, ben büyük, inanılmaz bir şeyler olacağını beklerken salt burnumun ucunu öperdi. Yüzü bana inerken gözleri şaşılaşırdı.Bir ay önce yediğim dayağı haketmemiştim ben. Beş gün çenem sarılı – sanki bazı insanlara kendimce bir iş uydurup her sefer yanılmamışım gibi – Beyoğlu’ndaki terzi dükkanlarını dolaşmıştım. Uykulu sokakta beni çökerttikleri yer lambalardan uzak değilmiş, birinin kara bıyıklı olduğundan başka şeyler de biliyormuşum gibi arıyordum onları. Kimse anlamıyordu. Sadık bile , “- Bulacaksın da ne olacak?” diyordu.- Anlatacam yahu. Haksız olduklarını söyleyecem. Yanlarındaki üçüncü kişiye yapmak istediklerinin umurumda olmadığını, (- Olmaz, eve gidecem ben, demişti üçüncüsü) orada durduysam salt merak ettiğimden durduğumu söyleyecem. O iki terziye…” “- Niye terzi?” “- Bilmiyorum. O iki terziye beni dövmekle haksızlık yaptıklarını anlatacam.” “-Sonra? ” “- Sonu oradaki duruma bağlı.” Sadık başını sallıyor, gülüyordu. Onları aramam gerektiğini anlamıyordu. Beş gün sonra suratım iyileşip sargı atılınca aramayı bıraktım.Sonra o Rum kızını öptüm. Harbiye’ye yakın caddanin ortası tenhaydı. İki kişiydiler; kolkola gülüşerek gidiyorlardı. Yanımdan geçerlerken benden yana olanı tuttum, öptüm. Yüzü soğuktu. Bağrıştılar. Öteki,-Terbiyesiz, pis sarhoş, dedi.Kafamı hınçla geriye attım gülerken. Gittiler. Ne yamansınız dökme kalıplarınızla; bir şeyi onlara uydurmada rahat edemezsiniz. Oysa ben sarhoş falan değildim. Bir bardak şarap içmiştim yemekte. Hem onu öpmemiştim ki soluğumda şarap kokusu duysun. Bir sigara yaktım, yürüdüm.Hol sıcaktı. Paltomu çıkarırken kaç kere beni yeniden sokağa uğratan o bildik düşünce geldi kafama takıldı. Öptüğüm kız bir şey dememişti. Yoksa o muydu? Niye gitmedim ardından? Ötekini kovup ona konuşmak için döndüğüm zaman, ” Sus, biliyorum,” diyecekti. Bir haftadır bana akşam yemeklerini aynı lokantada yedirten düşünceydi bu. O geceki kadında oraya uymayan bir şeyler vardı. Yemek yiyenlerin, eşyanın ötesindeydi. Kalktığı zaman garson pilavımı getiriyordu. Kalkmamıştım; başka gece kalkacaktım. Kadın gidince bir yarı-bilginin üzüntüsü geldi bana: başka gece yoktu. Gelmiyordu. Bu gece de gelmedi. Belki garsonun yüzünü benden bir hafta önce görmüştü.Sedire oturup radyoyu açtım. Piyano dinlemek istiyordum ama yoktu. Sanki bütün dünya konuşuyor, dans ediyor, operaya gidiyordu.Şu kutunun içinde bana piyano çalacak birini bulamıyordum. Yalnızdım. Kapadım kalktım. Duvarda “İkindi kahvaltısı” asılıydı: Yapma ışıkta bozluğu daha bir boz, kahredici. Masanın üstünde sigara küllüğü vardı. Biçimsiz. Kim koymuş onu kitapların önüne? Kaptığım gibi pencereden sokağa fırlattım. Kapalıymış, cam kırıldı. Karşı apartmanın yüzünde bir perde kalktı; bir kadın kımıldamadan sokağa baktı. Yoksa o mu? Perde indi. Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?”****************************************1987 yapımı anayurt oteli, atılgan’ın “yabancılaşma” ve “yalnızlık”temalarını oldukça başarıyla yansıtmıştır beyaz perdeye…amerikan aksiyonlarıyla bombalanan beyinlere “sıkıcı” gelebilecek bu film venedik film festivali’nde de yankı yapmıştı.kadıköy moda sineması’nda bir avuç seyirciyle izlediğim (yaklaşık yirmi kişiydi sanırım) bu filmden sonra hemen aylak adam’ı almaya gitmiştim.yusuf atılgan da, kadri kıymeti yeterince bilinmeyen edebiyatçılarımızdandır.kullandığı dilin yalınlığı, atmosfer oluşturmadaki üst düzey işçiliği çarpıcıdır.bodur minareden öte adlı kitabı ise ancak biyografisi incelendiğinde bilinecek hale gelmiştir.evrensel tema olan bireyin yalnızlığı ve yabancılaşması (kendine-topluma) teması zebercet’te zirveye ulaşmıştır bence.has edebiyat meraklılarının ıskalamaması gerekenbir kitaptır.küçük insanın büyük iç dünyasına tutulan sağlam bir pertavsızdır anayurt oteli.takıntı, saplantı, yalnızlık, yabancılaşma…1960 tarihi bodur minareden öte dokuz öykü barındıran “unutulmuş” bir kitaptır.özellikle “evdeki” adlı öykünün kurgusu, dili,öyküde ne, nedir ve zaman-mekan dengesi nasıl olmalıdır soruları gayet incelikli bir biçimde cevaplanır.”bu kitabı çalın” adlı öykü kitabıyla adından söz ettiren günümüz yazarlarından murat gülsoy da,anlatı tekniği olarak evdeki’ni ders niyetine öneriröykü yazmaya heveslenenlere…yusuf atılgan… bilinç akışı tekniği, “h/içten h/içe” monologlar, birinci tekil şahıs anlatım tekniği gibitürleri iç içe ve sırıtmayacak bir biçimde kullanırkenbize hiç de “yabancı” gelmeyen insanlık hallerini sunar gayet mütevazı, gayet muhteşem bir halde…
sinemadan çıkıp yusuf atılgan kitabı almaya gitmeniz pek bir manidar olmuş. 🙂
(aylak adam)ancak kadri kıymeti bilinmemiş kısmına katılmıyorum. sanki yazar kendisi seçmiş gibi bu durumu. az yazmayı, fazla da dahil olmamayı seçmiş.
anayurt oteli hakkında iyi ve ayrıksı bir inceleme var bu adreste