1970’lerin sonları, 80’lerin başları, Güney Afrika Cumhuriyeti, Apartheid günleri… Irkçı beyaz yönetim, her totaliter rejimde olduğu gibi kendi fikrinden olmayan, kendi söylemi dışında fikir beyan edenleri sistem araçlarını kullanarak en basit tabiriyle yaşayamaz hale getiriyor. Tabii ilk başta eleştirel ironinin tavan yaptığı Pink Floyd’un “The Trial”’ında “Bleeding hearths and Artists” denilen sanatçı türleri, sistemi şarkılarıyla eleştiriyor ve ırkçılığa kitlelere en rahat ulaşabildikleri araç olan müzikleriyle karşı çıkıyorlar. İşte o yıllarda, Güney Afrikalı bir beyaz olan Roger Lucey ırkçılık karşıtı şarkılar yapıyor, hatta utanmadan bu şarkılardan oluşan albüm filan da çıkarıyor. Üstüne albüm bir de fena halde satmasın mı? Satıyor… Sistem de çileden çıkıyor tabii… Sen suya sabuna dokunmadan şarkı yapacağına utanmadan ırkçılık kötü bir şeydir dersen, sistemin işkenceyle öldürdüğü siyahlardan bahsedersen, sistemin eli de armut toplamaz tabii… Tez araçlarından birini devreye sokuyor sistem; Bu işleri iyi beceren bir polisi Paul Erasmus’u, Roger Lucey ile uğraşmaya, yıldırmaya görevlendiriyor…Erasmus, Lucey’i yakın markaja alıyor, tehditler, sorgular, hırpalamalar. Ardına konser vereceği salonları kapatmalar, hatta bombalamalar, dinleyicisini tutuklamalar… Lucey dayanabildiği kadar dayanıyor ama müzik yaptığı bar sahiplerini de tehdit edip yakıp yıkan sistemin sıkı aracı Erasmus, Lucey’e bir an olsun aman vermiyor. Lucey kendini destekleyenlerin de korkudan yavaş yavaş çekilmesi üzerine yorgun düşüyor, müziği bırakma raddesine geliyor…Erasmus, çabalarının meyvesini topladığı günlerde daha başarılı olabilmek, düşmanını daha iyi tanımak ve neyi engellemeye çalıştığını tam anlayabilmek için Lucey’in müziğini dinlemeye başlıyor… Sözden sıyırdığın zaman sonuçta müzik ruhun gıdası, beğeniyor olsa gerek ki biraz da Lucey’in müziğini Erasmus, Lucey konseri basmaya giderken bile arabasında Lucey dinler oluyor bir süre sonra… Lucey dinleyip, konserini bombalıyor…Lucey’in bu baskılardan dolayı psikolojisi bozuluyor. Müzik yapamaz hale geliyor… Altı yıl boyunca eline müzik aleti alamayacağı, alkol ve uyuşturucuyla mücadele edeceği, çalışıp ailesini geçindiremediğinden dolayı ruhunun iyice karanlığa sürüklendiği bir döneme giriyor…Bu altı yılın sonunda bir gece Lucey’in telefonu çalıyor. Evet, arayan Erasmus…Erasmus geçen yıllarda Lucey dinlemekten vazgeçmemiş ve zamanla Lucey’in işaret ettiği ırkçı ikiyüzlülüğe kafayı takmaya başlamış bir adam olarak arıyor, Lucey’i. Vicdanındaki derin yarayı iyileştirmeye çalışan bir adam olarak arıyor. Geçen yıllar içerisinde Erasmus’un da Lucey’den çok da farklı bir ruh halinde olmadığı anlaşılıyor.Erasmus, bu yıllar içinde travma sonrası stres sendromu ve şiddetli depresyon nedeniyle polislikten ayrılıyor. Gerçekleri Araştırma ve Uzlaşma Komisyonu’na katılıyor ve tüm yapılanları anlatmaya başlıyor. Elbette, ciddi tehditler alıyor ve hatta polis olan akrabaları tarafından öldürülmeye kalkışılıyor… Gidiyor, felsefe ve hukuk eğitimi alıyor, üzerine bir de polisken yaşadıklarını, ırkçı rejimin günahlarını anlatan bir kitap yazıyor…Burada kısa bir ara verip, sanatın hayatı değiştirmekteki gücü ve rolü üzerine bir ahkam kesmek isterim. Sıkça tartışılıyor, sanatçının politize olmasına, sosyal içerikli eserler vermesine karşı çıkanlar çok oluyor. Bu tür totaliter sistemlerde buna sistem karşı çıkar da sistemin doğru olmadığını düşünen insanlar neden karşı çıkar bunu hiç anlamam. Sanat değiştiricidir, öncüdür, çağının şahididir… Sosyal içerikli eser veren sanatçılara karşı çıkmadan önce, sanat dediğin çiçek böcektir, sosyal içerikle bizi kandırmazsın demeden önce içeriğe ve dışarıda yaşanana bir bakmakta fayda var diye düşünüyorum…Gelelim Erasmus ve Lucey amcalara… Barışırlar, birbirleriyle vakit geçirmeye başlarlar, ırkçılıkla birlikte savaşmaya karar verirler…Nerden çıktı şimdi bu konu? Geçtiğimiz hafta Danimarka menşeli bir kuruluş olan ve sanatta ifade özgürlüğü için dünya çapında çalışmalar yapan “Freemuse” 3. Dünya Kongresini Bilgi Üniversitesinde yaptı. Türkiye’den de birçok sanatçının katıldığı kongrede yaşadıklarını anlatmaya gelmiş iki davetli vardı; Lucey ve Erasmus… Onlar şimdi ifade özgürlüğü için savaşan bir ikili ve yolları az önce Kasımpaşa’dan da geçti…Laf açılmışken, bizim sanatçılar da Türkiye’de sanata karşı sansürün, baskının uzun yıllar yoğun olduğunu hala da sürdüğünü söylemek, sanata, ifadeye biraz daha nefes aldırabilmek, bu konuda kamuoyu oluşturabilmek amacıyla “SSS”, “Sanatta Sansüre Son” adıyla bir girişim başlattılar. Konu ilgisini çekenlere sansursuzsanat.org’ da bolca sansür hikâyesi ve destekleyen sanatçıların listesi var…