Hangi seviyedeyim bilmiyorum… Kaç seviyesi vardır bu işin onu da bilmiyorum… Hangi işin diyorsunuzdur… Mesela ayrılığın… Mesela terk edişin… Mesela terk edilişin… Bir kentten ayrılmanın… Mülteci olmanın… Sevdiğin birini kaybetmenin… Bir savaşı yitirmenin…Acının…Hep seviyeleri vardır. Her adımda… Her nefeste…Artan…Artık sen ile kurulan, senin ile başlayan, senin için olan cümlelerimi çıkardım hayatımdan. Yaşadıklarımdan ve yazdıklarımdan attım. Oysa hiçbir zaman “ben çizdim” dememiştim. Ama kesilen en ağır cezayı hep ben ödedim. Artık gülerek yüzleşiyorum olur olmaz cezalarla…Sen başkalarının kelimelerine eşses olurken, ben kendi sevdamı, kendime ait sensiz cümlelerde yaşıyorum. Artık sana ait olan tek sesli harfim bile kalmadı. Ünlemler yok artık. Senin için açılan tırnaklar yok, parantezlerin bir ucu kayıp bundan böyle.Sen başkalarının kelimelerine ağdalanırken, ben sevdamı kendi yalnızlığımda yaşıyorum. Herkesle aynı cümleleri kurmuyorum… Kuramıyorum… Sebepsiz gidişine en çok soru işaretleri sevinmişti o zaman, sorularıyla canımı sıkan, ortalıklarda sabırsız, cevapsız, amaçsız dolaşan… İşte bu yüzden seni tanımlayan kelimeleri gömdüm kendi karanlığıma. Hayallerime yaşayamadıklarımı siper ettikçe, hayallerimde öldü. Direndim yine de, iyi olacağına inanmadan iyi olsun diye bekledim… Güzel olacağına inanmadan güzel olsun diye umdum…Umutsuzca…Şimdi içim, dışım sanki irin kaplı. Her soluk alışımda bir acıya bulanıyorum… Kendi karanlığımda, kendi çorak kuyumda… Tepemde gökyüzünün ışıltısı… Ellerimle, tırnaklarımla tutunuyorum… Tutulamaz kaygan dilli, sivri dişli kayalara… Çıkmalıyım bu kuyudan. Eğer gökyüzünü görmek istiyorsam…Bazen tuttuğum ufacık taş parçalarının avucumun içinde dağılıp, sert kayaların tırnaklarımı sökmesine aldırmadan… Bazen kesilen küçücük bir cezanın beni tekrar dibe savurmasını umursamadan…Tırmanmalıyım…Gökyüzünün ışıltısında, ip atacak bir SEN yok artık…