“Uffffff… sabah oldu kalk oğlum Hazım!” diye sıkıntıyla genleşti. Akşam pestil gibi uyuya kalmıştı yorgunluktan. Rutubetli dört duvar içinde bir yer yatağı, piknik tüp, örtü niyetine üzerine gazete serilmiş klasik meyve kasası, bardak çanak, duvara asılı birkaç üst baş, duvara gerilmiş naylon çamaşır ipi burada yaşayan birileri olduğuna kanıt teşkil ediyordu. Yorganı üzerinden atıp “Bismillah” çekip kalkacak oldu, soğuktan içi ürperdi yorganı tekrar üzerine çekti. Beş dakika keyif yapacak vakti var mıydı? Yan tarafında yerde duran eski model cep telefonuna uzandı, aynı zamanda okkalı bir küfür savurdu telefona. “Konu komşu sesi olmasa uyuyup kalacaz anasını satayım” diye söylendi. “Hadi oğlum hadi” diye mırıldanarak zorla kalktı yerinden. Ayağına taktığı terlikleri sürüye sürüye bekar odalarının müşterek tuvaletine doğru yöneldi. “Tüh! Yine kaptırmışım tuvaleti hay aksi” diye geri döndü havlusu omzunda. Odaya girmedi. Koridorda asılı kir pas içinde köşesi çatlak aynadan kendine baktı dalgın dalgın. Birden müjdeli bir haber almışcasına yüzü aydınlandı. “Hazım bey, bugün güzel bir gün topla kendini!” dedi kasılarak. “Çocuklarını göreceksin. Onları ellerinle tutup sevip okşayıp koklayacaksın, her biriyle görüşme kısa da sürse sonuçta onlar benim çocuklarım. En acısı onları evlerine bırakıp dönmek. Daha da acısı bir zaman sonra onları bir daha görememek” diye sevincini hüzne dönüştürdü. Tuvaletin boşalacağı yoktu. Bir iki sefer kapıya vurdu, içeriden gelen yüksek desibelli öksürük sesi de ona inat “git işine benim işim daha uzun” der gibiydi. Ya Sabır çekti. Köşedeki kirli lavobada yüzüne acele tarafından su çarptı. “Belediye’de girerim artık kenefe” diye aklından geçirdi. Odaya döndü, sırtına dünden kalma kazağını, ayağına kırışık gri pantolonunu geçirdi. Çamurlu botlarını çarçabuk bağlayıverdi. Dışarı çıkar çıkmaz hemen bir sigara yaktı. Ağzı zehir gibiydi bir de üst baş berbat, sakal gelmiş. Tam kendine küfür edecekti ki aklına çocukları geldi yine. Yüzü aydınlandı…

Kamyondan kasaları indir indir bitmiyordu. Olsun. O çocuklarıyla beraber olacaktı. “Hazım hıyarı geldin 50 küsür yaşına bir baltaya sap olmadın gitti. Şu çocuklar olmasa var ya!.. Nefesin fazla bu dünyaya” diye düşündü. İşini severek yapıyordu. Neredeyse tapıyordu. İki de bir “çocuklarım” diye seviniyordu. Kamyondan kasaları aldı bir bir. Kaç yüz tane fide vardı acaba? Geçen sefer onları toprakla buluştururken sayacaktı, işe dalmış saymayı unutmuştu. Ama nasıl unutmasın dı? İşini özenle, zevk ala ala yapıyordu. Rengarenk çiçekleri toprağa dikmeden önce, belediyeden kendisine verilen planın dışına çıkıp gönlünden geçen desenleri yapmamak için zor zaptederdi yüreğini. “Çocuklarım” dedi yine. Akşama kadar bitirebilir miydi bu göbeği? Yanına bir adam daha vereceklerdi, yardım istememişti. Arabalar sağından solundan önünden arkasından vızır vızır geçiyordu. Otomobillerden, otobüslerden insanlar merakla ona bakıyorlardı. O da gururla işini yapacaktı…Akşam hava kararırken işini bitirdi. Aklına yemek yemek bile gelmemişti. Arada su içip cıgara yakmıştı. “Çocuklarım” dedi hüzünle fısıldadı kendi kendine. “Çocuklarım, canlarım benim. Beni affedin sizi sevgiyle okşayıp koklayıp burada bırakıyorum. Benim yaşam kaynağımsınız. Çocuklarım… Çocuklarım..” diye mırıldanarak araç gereçlerini topladı. Kendisini almaya gelen servis aracına bindi. Araba göbekten dönerken, Hazım çiçeklerine içinden “elveda” dedi…Ertesi gün öğleye doğru Hazım’ın odasının kapısını kırmak zorunda kaldılar. Sefaletten bakımsızlıktan deri kemik kalmış yüzünde huzuru gördü komşular. Yer yatağında kıpırdamadan yatıyordu. Başının hemen kıyısında dünden yanına aldığı sarı mor renkli hercai susuzluktan solmuş halde duruyordu. Sanki en son onunla vedalaşmış gibiydi… Çocuğu… Gözü gibi baktığı çocukları… En azından biri Hazım’ı yalnız bırakmamıştı…