AŞKOLSUNKadıköyün’de yağmurun ince bir rengi vardı. Aşağıda iskelenin oralardan bir deniz kokusu gelir, alırdı aklını adamın. Güz akşamları erken kararan havalarda, rıhtımdaki büfelerde sosisli, döner satan büfelerin kırmızı ışıkları olurdu. Eski bir lodos unutulmuş şarkılar söylerdi bana.Ordaydım. O ilk gençliğin tükendiği yerde. Ara sokaklardan hep aşağı doğru inerdim. Sevgilim yoktu, sevenim yoktu, tek başımaydım. Yüzümde arkadaş evlerinin kirli sarı kokusu, içimde geceden kalmış bir kanyak-çay acılığı. Yürüyüp giderdim. Üniversiteli, gözlüklü, ceketli bir öğrenciydim. Uzun bir yağmurluğum vardı, atkım karışır giderdi rüzgara.Çantamda bir dolu şiir, ucuz kitap, renkli kalem, eski resim…Ders kitaplarından ölmüş babama mektuplar atardım. Annem uzaktaydı Eskişehir’de , gelip geçenleri gören bir tren istasyonunda. Ordaydım ve tektim.Nasıl kokuları olurdu bilseniz. Cemil diye bir adam vardı, yerde kitap satardı. İlk tanıdığım kitapçı. Denize inen sokaklardan birinde, bir apartmanın zemin katına depoladığı kitaplar arasında, bir yatak ve üç beş kap kacakla yaşar giderdi. Her gün, yaz kış demeden, saat iki sularında sokağa yavaş yavaş tezgahını açar, kitapları yayardı üzerine. Yavaş yavaş ama. Hiç bir şey için acele etmeye değmez derdi. Bense gençtim. Ne aceleceydim. İçimde bitip tükenmeyen bir kuş yağmuru. Nasıl kokuları olurdu bilseniz Kerime Nadir romanlarınn. Hıçkırık, Samanyolu. Kapaklarındaki (Münif Fehim mi çizmişti kapaklarını, yoksa o Kulüp Rakısı’nda mıydı) kadın resimlerinden birine aşık olmuştum. Reşat Nuri’nin Çalıkuşu’ndan, Acımak’ından konuşalım. Eski kitaplardan konuşalım.Bu akşam, pencereleri yağmuru döverken, susmayalım ne olur, konuşalım.Eski kitaplar, eski günlerin perdeleridir, ağır bir geçmişi usul usul aralar. Cemil gibi acele etmeden. Maldoror’un Şarkıları’nın en eski basımı var bende diyordu. O zamanlar ah, ne Maldoruru ne Şarkıları, benim için varsa Selim İleri , yoksa Sait Faik. Varsa kar yağarken Burgazada önlerinden tut da , yoksa bir yaz öncesinde gittiğim Bodrum’a. Her Gece Bodrum’un Altın Kitaplar’dan çıkan kapağı gözümün önünde; Cemal Süreya’nın dediği gibi, burnumun kemiğinde sızı. Şöyle sakallı bir adamla, kırgın bir kız elele tutuşmuşlar. Bir kalp, bir gönül gibi durmuşlar. Eleleliklerinde öyle bir görünüm var. O görünüm arasından Bodrum Kalesi ve mavi mor deniz. Her Gece Bodrum’u özlüyorum.Sonra başkaları dökülüşüp geliyor. Koço Restaurant’ın karşısına bakan Eski Moda İskelesi’ne giden, ağaçlıklı yol. Eski Moda İskelesi’nde ateş yakılmış bir akşam. Cebimde Yeni Türkü yayınlarından Ahmet Erhan. Alacakaranlıktaki Ülke. Kapağında dikenli teli andıran bir desen var. Ama çiçeklerle bezeli dikenli teller. Sanki basma bir entariden çiçekler bunlar. Kapakta Ahmet Erhan. Erhan Bozkurt değil artık. Babası ölmüş. Sokakta. Ankara o zaman buz gibi soğuk. Ve dizeleri hala içimi kanatan bir şiir. “Acı takunyalar giyerek yürürdü içimde / Sevincinse tüyden ayakları vardı.”. Eski Moda İskelesi’nde ben ayışığını tanımıştım bir de bu.Nasıl kokuları olurdu bilseniz -kasımpatılara benzer- eski kitapların. Sonra sahaflar başladı. Önce Kadıköyü’ndekiler. Ara sokakların birinde yine. Kapıda bir kutu içinde beyaz diziler vardı. Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç’ı o zaman görmüştüm. İlk basım. Hemen girip almak istediğim. Kapağında filizi bir renk. Sonra içerdeki adam. Tanışıp nice zamanlar birlikte çay içtiğimiz. Eskişehir’de bir kardeşi varmış onunda. Eski albümler açıldı sonra. Kardeşi doktormuş orada. Küslermiş.Hayatın kırgınlıkları. Eski albümlerden eski resimler. Kendisinin değil, yaşamadığı bir hayatın resimleri. Ola ki Akademi Kitabevi. Edip Cansever ile Turgut Uyar oturmuşlar, ellerinde limonlu votkaları (anlaşılmıyor içtiklerinin ne olduğu, siyah beyaz bir resim çünkü.), bir merdiven altında, kitap yığınları arasında. Bir diğerinde Sait Faik, Özdemir Asaf. Kara gözlüğü gözünde Sait usta’nın. Adadan inivermiş yine. Resimler…Hayatımı çalmış gibi.İşte bir roman yine. Selçuk Baran. Bozkır Çiçekleri. Şimdilerde yine bahsedildi adından. İnce, kırgın bir roman. Kapağında ola ki Nurten’in resmi. Romanda, sekreterliğini yaptığı müdürün sevgilisidir. Romanlar o zamanlar hayatı mı anlatıyordu ne. Orhan Kemal’ler, Kemal Tahir’ler. İçinde güpegündüz yaşadığımız hayatı. Gerçek, kanlı canlı insanları. Sanıyorum postmodern bir şeyden öte, gerçek kanlı canlı hayat vardı onlarda. Sıcacık kapanırdı dolmuş kapıları, muhallebicilerde çayın dumanı tüterdi usuldan, kırmızı koltuklar vardı – Pangaltı’daydı, iki ermeni işletirdi, tavuk göğsünü ağzında tutup emdikçe, geriye anılar gibi tarçınlı bir tat kalırdı-, sonra yağmur tarifleri… Farkında mısınız eskiden romanlar bir odanın, bir yerin, bir ormanın bir mevsimin tarifiyle başlardı.Ve Beyoğlu’nu keşfedişim. Yağmur kokan paltoların, pasajın kendi sıcağından yavaşça kuruması. Pasaj diyorum hangi pasaj, var mı bilen. Balık Pazarı’nın içinde Şampiyon’dan sonraki ilk pasaj, solda. Kaç kere sarhoş sarhoş gezdim oralarda. Video kasetlerine baktım, plaklara baktım, 1949 senesindeki bir alfabe kitabına baktım. At yazıyordu, altında at resmi vardı. Ne garip. Kapağında Konya yazıyordu. Kimbilir kim yazmış. Sahaf kitaplarının uyandırdığı bir kimbilir kim duygusu vardır. Emin olun. Nasıl söylemeli. Bir Attila İlhan kitabı almıştım. Abbas Yolcu’ydu sanırım. İçindeki ilk sayfada, Salih diye birinin Siyasal Bilgiler Fakültesinde, 1977’de öğleden önce bir saldırı olduğuna dair notu vardı. Beğendiği yerleri çizmişti romanda Salih. Kimdir şimdi nerdedir. O saldırıda çok yaralanmış mıdır. O saldırıyı kim yapmıştı. Salih kimlerdendi. Neden bunu o kitaba yazma gereği duymuştu. Hiç bilmiyorum. Kimi zaman da bir sinema bileti, hiç ilgisiz, bir kağıt parçası bulursunuz arasında sahaf kitaplarının.Tomris Uyar sonra. Dizboyu Papatyalar, 80’lerde kitabın baskısı tükenince Adam Yayınları tekrar basmış. Kapakta Erkal Yavi’nin iç sızlatan bir resmi var. Turuncu, bir ilkbahar kadar turuncu bir zeminde bir keman var. Kopuk tellerinin yerine papatyaların saplarını koymuş ressam. Sonra “Danaburnu”. Oktay Rifat’in en güzel romanlarından. Kaç basımı unuttum şimdi. Kapak düzeni Semih Gümüş yazıyor. Simsiyah bir gece, arkada dağlar –dağlar uzundur, akar gider yollarda, Eskişehir’e giderken, anneme, ölmüş babama…- Karanlık içinde, yeşil renkli gül işlemeli bir sandık var. İçinde romanın kahramanı Berber Recep’in ölüsünün durduğu.Edebiyat sanırım böyle böyle bir aşk oldu bende gitgide.Yani en çok okunanlar listesine bakmadan gidip aldığım, aradığım, ağladığım kitaplarla. Roman deyince de, sevda deyince de, yolculuklar, arkadaşlar, ayrılıklar, anılar deyince de şiiri düşünmemden.Edebiyat, dedim ya, evet … Aşk oldu.
yorumlar
Kulüp Rakısı’nın etiketi İhap Hulusi’nindir.
Adına makale demişler ama bu bir öykü bence ve asıl hikaye Mülkiyeli Salih.Sevgili T.U.Ç.Mademki seviyorsun edebiyatı, eline de üşenmiyorsun, yazıyorsun, kaleminin ucu da kırılmış hafiften.Kitap altı çizgilerinden çık yola da yazıver Salih’in öyküsünü bize.(Bu arada Baby700 benden çok yaşayacaksın.)
Salih’in öyküsü var ya Salih’in. İlk yitirdigimiz gencligimizin oykusuydu.Yaziyorum zaten. Altı yedi ay içinde tamamlamaya planlıyorum.Bakalım.
Selim İleri değil de,Sait Faik’ten daha çok keyif alıyorum ben.Beyoğlu’nu da daha çok severim zaten.
45-60 yılları arasında Yeni dünya adında bir dergi çıkmış, dünya edebiyatından güzel hikaye öykü ve fıkralar var. Sahaflarda zor bulmuştum hala saklarım. Sah(h)afın kokusu bir başka…Abinin biri sahhaf üzerine bir site yapmış.
sait faik benim de en sevdigim oykuculerden biridir. hele ki martının ölümü diye bir öyküsü vardır. bu işte yazardır. balıkçılarla takılmaktadır. bir gün bir martı ölür. üzülür bizimki. balıkçı sinirlenerek der ki :” ne oluyosun be! insanlar da ölüyo. şair misin ne boksun lan”çok önemli adamdır sait faik yahu.. Haldun Taner’le Orhan Kemal var bir de.Selim İleri’nin de çok hoş hikayeleri vardır. Dostlukların Son Günü’nü okudunuz mu?
Keyifle okudum, teşekkürler.
ah ah. ben de bizim oralarda bir sahaf buldum gecen gün. varlik cep kitaplardan cikmiş bir antoloji. basinda yeni hikayeler yaziyor kitabin. tarih 1953.nefis hikayeler var. gercekten eski dergiler kitaplar beni bir süredir o kadar mutlu ediyor ki..
en eski basımı, artık kapanmış olan, gece yayınları olmalı. sınırlı basılmıştı. hayır, bende var diye söylemiyorum ama, sanırım özdemir ince çevirisi, adı geçen diğer (lanetli) şairler ile uzak düşmez diye düşünüyorum.koço (koça?) ve moda diyince, kuzguncuk belediyesi can baba’nın balkonunun önüne, kendisine özel çöp bidonu koymuştu, baba boş şişeleri basket atsın diye. hey gidi günler hamdi abi, edebiyat hiç bitmeyen bir aşkmış.alacakaranlıktaki ülke’nin kapağı turuncuydu galiba.diyeceğim odur ki, istanbul’da her ara sokak denize iner, ilhan berk bizzat adımlamış ve saymıştır.
Kitaplığımın en kuytu köşesine yerleştirdiğim, zaman zaman elime alıp her seferinde “ON İKİNCİ GECE yahut NE İSTERSENİZ” yazısını gördüğümde gülümsediğim Shakespeare oyununun, 1946 basımı var bende. Saman kağıdının gün geçtikçe güzelleşen, kutsal bir kitap izlenimi veren görünümünü bilirsiniz. İşte “eski kitap kokusu” deyince aklıma hep o saman kağıtlarının kokusu geliyor. Eski türkçenin gizemi de cümleler arasına serpiştirilince, her bir karakterin altında yatan entrikalar daha etkileyici oluyor sanırım. Zaten 46 basım Shakespeare bu güne kadar kimbilir kimlerin elinden geçti diye düşündükçe deli oluyorum.1950 basımı Candıde (Voltaire) da, hep Shakespeare’in gölgesinde kalmaya mahkum..
Galiba kurmak lazim artik. Kitabin cikarsa musterinim.
?!?!!
gri maddeyi calistir cekirge, mus-te-ri.Para karsiliginda kitap alan kisi.
salondaki kitaplıkta güzel duracak bunlar. kırmızılarla maviler arasına koyarsak tam olur…bu arada arkadaşa beyin salatasının yanına içecek birşeylrde verelim.. boğazında kalmasın…hay bin kunduz.. eskiden yazararın okuyucuları olurdu.. artık sadece müşterileri oluyor. (not:bu bölüm sadece GA için yazılmıştır. Çalışmaktan yorulan giri hücrelerine ithafen)(nota not:burası için ayrıca para ödemeye gerek yoktur, eşantiyon olarak değerlendirilsin)
Yazıda adı geçen yazarların bazılarını severim, bazılarını yapmacık ve sahte bulurum.Bu yazıdan da bir miktar 80’li özellikle 90’lı yılların salya sümük, ağlak, Sezen duyarlılığının izlerini edinmedim değil. ELK kardeşim bu yapmacıklığı(nı) farketmen için, haddim olmayarak sana günde üç doz Dostoyevski ikişer doz Borges ve Marquez ve aralarda da bol bol sağlam polisiye yazıyorum. Algısal gelişimin için..Yoksa kalemin güçlü gibi görünüyor. Emek de harciyorsun, yazık olmasın..
bir de server tanilli çevirisi var.
ağzına saglık….
bu haftaki aktüel’de ihap hulusi ile ilgili bir yazı var.
son ahkama katılıyorum sanki içimden geçenleri yazmış