Kapı aralandı, içeriye bir birinden şekilsiz renkler girdi. Ya da birbirinden daha koyu. Kendilerine uygun olan yerlere dağıldılar ve benim hareketlerimi diğer oda varlıklara daha net göstermeye çalıştılar. Kollarımı iki yana paralel bir şekilde kaldırmıştım. Sesim, aç bir fareninkini gibi derinden geliyordu. İnceden kalına tonlama farkını hissettirmeden usulca ve asice bir yansıma tattırdım dünyaya. Titreyenler zevkten kırılıyordu. Bense kendimi 1973 yılında Mozart’ın “Don Giovanni’’ sini dinlerken buldum.İnsanlar orkestra şefinin ahenkli hareketleriyle yönettiği grubu izlerken kim bilir neler düşünüyorlardı? Çünkü kendilerini müziğe teslim etmeleri o kadar kolay değildi bu eski salonda. Akustiğinin o kadar iyi olduğu da söylenemezdi. Öndeki para babaları ve onların kokana eşleri, kendilerini diğer para babaları ve kokana eşlerine göstermek için geldiği her hallerinden belliydi. Ya da kendini müziğin doğasını bırakıp gözlerini kapatmış, horlamaya ramak kalmış hallerine başka bir ad bulmaya gerek var mıydı? Sinsice yaklaştım müziğe. Kendimi kahrolası bir ruha benzetmekten nefret ediyorum ama sanrım bu tür salonlarda öyle oldum hep. Etraf sallanmaya başladı birden. Renklerin bir oyunu bu dedim yeniden. Beni terk etmeye mi geldiler?Burnum kanıyordu kırık vazonun yanında uzanırken. Ya da kanamıştı. Belli ki ben vazodan önce düşmüştüm kırılmış parçaların üzerimde olduğunu görünce. Ayağa kalkarken kendimi sersem gibi hissediyordum. Çatlamış küçük aynada burnuma bakarken musluktan akan suyla da onu temizlemek o kadar da zor bir şey değildi. Masanın üzerinde bir an önce sonuna getirilmek isteyen yarım bir beyaz şarap şişesine sahiptim. Doğal ışıklı ortamdan önceki gece onu yarılamıştım. Şimdi de bitirmeye yeltenecektim. Yüzümü kurulamadan dilim onu tattığında gözlerim kapalıydı. Açtığımda 1947 yapımı Rover marka üstü açık arabanın arka koltuğunda rüzgârın saçlarımı bir kadın gibi okşamasını hissediyordum. Kafamı çevirdiğimde Paris’in diriltici güzelliğini geride bırakmış yaşlanmak üzere Marsilya’ya doğru ilerliyorduk. İki şehrin sakinlerinin bir birilerini sevmeme nedenlerini bir tek o noktada anlayabilirsiniz. Güneşin ne kadar yorgun olduğunu, salgıladığı ışık süzmesinden görebiliyorduk onunla sevişen bulutların arasında. Sanırım güneş bulutları tatmin ediyordu ki bu havayı dağıtan bulutların boşalması oldu. İlk yağmur damlası dizlerimin üzerine düşerken son bir metresini 15 saniye görebilecek şekilde yavaşlattım. Bunu yapmak çok eğlenceliydi. İlk yağmur damlası.Beni tekrar odama geri getirdiğinde artık bir o kadar daha yorgundum. Zamanla dans eden yaşlı bir bunak olmanın yorgunluğuydu bu.Tozlu kanepem. Beni yıllarca tozlarından eksik etmedi. Var ol, sağ ol.Bu dediklerimi bir başkasına anlatsam beni akıl hastanesine kapatırlar eminim. Bunun farkına varabilecek hassasiyete sahibim. Bu yüzden sadece sana anlatıyorum. Sen gerçek bir dostusun çünkü.Sevgili dostum;Karanlığın olmadığı, renklerin birbirinden karmaşık olduğu, seslerin ayırt edilemediği, erdem denen şeyin saçma olduğu, dünyanın olmadığı bir düzlemdeyim şu anda. Ne ben sana ulaşabilirim ne de sen bana. Ve bu yaptığım bir ulaşım çabasıysa gerçekten af ola.İçimdeki kurtçuklar dışarı çıkma çabasında. Eminim nefes aldırabilirim onlara…