Kapı aralandı, içeriye bir birinden şekilsiz renkler girdi. Ya da birbirinden daha koyu. Kendilerine uygun olan yerlere dağıldılar ve benim hareketlerimi diğer oda varlıklara daha net göstermeye çalıştılar. Kollarımı iki yana paralel bir şekilde kaldırmıştım. Sesim, aç bir fareninkini gibi derinden geliyordu. İnceden kalına tonlama farkını hissettirmeden usulca ve asice bir yansıma tattırdım dünyaya. Titreyenler zevkten kırılıyordu. Bense kendimi 1973 yılında Mozart’ın “Don Giovanni’’ sini dinlerken buldum.

İnsanlar orkestra şefinin ahenkli hareketleriyle yönettiği grubu izlerken kim bilir neler düşünüyorlardı? Çünkü kendilerini müziğe teslim etmeleri o kadar kolay değildi bu eski salonda. Akustiğinin o kadar iyi olduğu da söylenemezdi. Öndeki para babaları ve onların kokana eşleri, kendilerini diğer para babaları ve kokana eşlerine göstermek için geldiği her hallerinden belliydi. Ya da kendini müziğin doğasını bırakıp gözlerini kapatmış, horlamaya ramak kalmış hallerine başka bir ad bulmaya gerek var mıydı? Sinsice yaklaştım müziğe. Kendimi kahrolası bir ruha benzetmekten nefret ediyorum ama sanrım bu tür salonlarda öyle oldum hep. Etraf sallanmaya başladı birden. Renklerin bir oyunu bu dedim yeniden. Beni terk etmeye mi geldiler?