İlk tanıştığımızda provanın ikinci günüydü. Oyunda bu rolü benden başka isteyen olmamıştı, işin kolayına kaçtığımı düşünen yönetmen bozuntusu bana daha ağır bir rol verme peşindeydi. Sanki asıl düşüncesini anlamayacakmışım gibi. Birlikte olmak istediği kızın en yakın arkadaşıydım. Etle tırnak, Oya’yla Bora gibiydik. Eğer bana oyunda büyük bir rol verirse hemen her gün provalara gelmek zorunda olacaktım. Tabii benimle birlikte yakın arkadaşım da gelecekti. Böylece ynetmen olası dedikoduların önüne geçerek sevgili adayını her gün görme şansını elde edecekti. İstediği de oldu. Başrolü bana verdi. Ben her gün en yakın arkadaşımı da alıp provalara gittim. En yakın arkadaşımın da ikinci perdede 5-6 dakikalık bir rolü vardı. Oysa benim aklım Agop’un aldığı roldeydi. Oyun bir otel lobisinde geçiyordu. Ben baş müşteriydim. Agop’sa otele bir kaç dakika yanlışlıkla yolu düşen turistti. Dil bilmiyordu, yön bilmiyordu. Yalnız üç beş kere “bravooo!” diye bağıracak ve bu işkenceden kurtulacaktı.O minicik rolüne hazırlanmak için her gün geldi. Hiç aksatmadı. Her provada rolünü biraz daha genişletti. Önce “Yavv çat pat İngilizce konuşsam, fena olmaz mı?” dedi. Zaten Türkçe aksanı da kırık olduğu için söylediği her sözcük bize daha komik geliyordu. Sonra çaktırmadan rolünü daha da genişletti. ” Yahuu ben resepsiyonistle biraz takılsam, hani o da dil bilyormuş gibi bana yaklaşsa….” Öyle yerinde ve zamanında önerileri vardı ki. Bir zaman sonra oyunun aslından epey uzaklaşmış da olsak turist rolünün bizi çok eğlendirdiğini farkettik. Ki sonlara doğru adı afişte daha büyük puntolarla yer bile aldı. Tabii ne yazık ki en üstte benim adım vardı. Onun yanında oyunda ne kadar da sönük kaldığımı bilerek, biraz kıskanarak, daha çok da imrenerek….Günler geçiyor, provaları arttırıyorduk. Ne de olsa amatör bir topluluk olduğumuzdan prova sayımız abartılıydı. O arada bizim yönetmen benim yakın arkadaşlımla işi pişirmişti. Tabii her Zeki- Metin’in, her Emel- Erdal’ın başına gelene biz de engel olamadık. Sevgili tırnağım benden kanayarak ve liseli kızların yapmaya utanacağı türden tartışmaları yaparak ayrılmıştı. Artık sıkı dostlar değildik. Sadece birbirimize sinirlenerek ve üzülerek bakan eski iki iyi arkadaştık.Çok stres sahibi olduğum, yalnız kaldığım zamanlardı. Yorgunluğum, halsizliğim yüzümden belliydi. Bir gün prova sırasında Agop yanıma geldi. Provadan sonra konuşmak istediğini söyledi. Asla mesleğinden bahsetmeyen Agop bana bir takım ilaçlar getirmişti. “Kansızlık var sen de, çabuk yoruluyorsun, yarın vaktin olursa bir ara hastaneye gel, bazı testler yapmak istiyorum” demişti.Sadece kendi derdiyle meşgul görünen bu adam beni haftalardır gözlemlemiş, farketmiş bir şeylerin yoluda olmadığını. Ona uzun uzun teşekkür ettim. Ama testlere ihtiyacım olmadığını, biraz yorgunluk dışında çok iyi olduğumu söyledim. Gülümsedi, ama aynı zamanda kızdı da. Nubar Terziyan hep ailenin doktoru olmamış mıdır? Bir an kendimi Yeşilçam’da bir sahne çekiyormuşuz gibi hissettim. O Nubar, bu Agop. Ne fark eder ki? Ben de sahnede en az Hülya Koçyiğit kadar fecii koşmuyor muydum? Onun kadar güzel olamasamda…Ertesi gün yine usulca yanıma sokuldu. Yine provadan sonra konuşalım dedi. Bir an yanılgıya kapılmadım değil, ama sonra hemen kendime geldim. Bu çocuk doktordu ve benim için endişeleniyordu. Bunun için Edi- Büdü kankalığı şart değilmiş. İnsanlıkmış, meslek aşkıymış asıl gerçek…Yeniden bana sağlığımla ilgili bazı şüphelerini söyleyecek diye beklerken birden özür diledi. Hayatıma öyle pat diye girip beni olmadık düşüncelere gönderdiğini düşünmüş, bütün gece uyuyamamış, telaşlanmamdan korkmuş, üzülmüş….Dedim ya insanmış.Nihayetinde bizim müsamere kıvamındaki oyun sahnelendi. Eş- dost, aileler, arkadaşlar, bir kaç da devlet tiyatrocusu geldi. Beğenildik. Mutlu olduk. Ama en çok Agop alkışlandı. Çok güldüler ona, çok sevdiler kırık aksanını.Aradan iki yıla yakın bir süre geçti. Yönetmen bozuntusuyla eski iyi arkadaşım, hani şu Laurel ve Hardy gibi olduğum kız sözlendiler. Ama ben olmadık insanlardan duydum bunu. Sevinemedim onun adına, çünkü sevemedim o yönetmen bozuntusunu. Belki de artık asla Thelma ve Louis olamayacağımızı hissettiğim için. Neyse zaten aramızı düzeltebilmek için daha çok zamanımız vardı.Diğerleri neler yaptılar hiç bilemiyorum. Koptum çoğundan, yollar kesişmezdi artık, bende “paralel doğrular” deyip zorlamadım. Sadece arada sırada Agop’u sorardım. Tanıyan bilenlere. Severdim onu çok tanımasamda, çünkü o bana kimsenin yapamadığını yapmıştı. Sadece insanca yaklaşmış, sadece hiç bir karşılık beklemeden benim iyiliğimi istemişti.Ser verir sır vermezdi ama Agop. Kimse bilmezdi ne yer, ne içer, nerelere gider, neler okur, neler izler….Kimse aklının ucundan geçirmezdi bir sevgilisi olacağını, hatta öyle sanırdık ki bu çocuk bir gün bir kızla tanışacak, iki ay sonra nişanlanacak ve tam da Yeşilçam geleneklrine göre evlenip, harika bir aile babası olcaktı. Tam kalender Kadir Savun olacaktı. Ama bunlar ancak tahminlerdi. O hiç anlatmazdı.Taa kii bir kaç hafta öncesine kadar. Tayin yeri belli olacaktı. İlk kez gerçekten göreve gidecekti. Neler yapıyor diye sordum. Bir kız arkadaşı varmış, kız hamileymiş, görev yeri belli olur olmaz evleneceklermiş. Bir an çok mutlu oldum. Biliyordum! Onun karda yürüyüp izini belli etmediğini adım gibi biliyordum. Onun sıradan olmadığını, bir yolla, ama ne yol olursa olsun bizi şaşırtacağını biliyordum.Dün gece sevgilimle telefonda yine ondan bahsediyorduk. Artık düğün için gün saydıklarını, düğünden çok bebek için heyecanlandıklarını söyledi. Sonra konu bize geldi. Evlilik için onlar mecbur ama biz değiliz. O halde erteleyelim, zamanı gelince klişelerine girdik. İkimizde şartların en düzgün olduğu zaman için bekliyorduk. Agop değiliz ki biz insanları şaşırtalım. Tayin çıkacak, iş güç hallolacak, para birikecek, aileler tanıştırılacak…Hem acelemiz ne daha önümüzde yıllar yok mu?Bu kasvetli telefondan sonra saate bakmadan kendimi mufağa attım. Olmadık malzemeleri karıştırıp fırına koydum, mufağı temizledim, sevgilimle konuştuklarımızı düşündüm, bulaşık yıkadım, fırını kapattım, tepsiyi çıkardım, vakit var daha dedim, her şey sırayla, her şey zamanla dedim, keki dilimledim, tabağa yerleştirdim, tepsiyi yıkadım, saate baktım ve yatmaya gittim.Saat üç buçuktu.***Üç genç iyi bir yemek yedikten sonra araçlarına bindiler. Ayrılmadan önce son yemekleriydi. Eğlenelim, bu geceyi hiç unutmayalım dediler. Hem Agop bir ay sonra evlenecekti. Bekarlığa da veda olurdu bu yemek. Dertleştiler, eğlendiler, görüşmek için sözleştiler. Daha çok görüşecektiler. Vakit çoktu. Agop arabasına bindi.Saat üç buçuktu.***Bu sabah sevgilim gelen bütün hastaları hafiften hırpalayınca asistan yanına çağırmış. “Biraz sakinleş öyle gel, ne bu sinir?”***Beni aradı. “Üzülmeyeceğine söz ver” diyerek başladı cümlesine. Ama o üzgündü. Agop’u o araçtan çıkaramamışlar. O lanet olası demir yığını almış onu. Yine şaşırttı bizi. Biliyordum, beni her zaman şaşırtacağını biliyordum. Ama artık zaman yok. Önümüzde hiç bir vakit yok şaşkınlıkla ona bakacağımız. Oysa ben kek yapımıştım. Kahvaltıda yiyecektik. Hatta ilerde, o çooook uzun vaktimizin olduğu zamanda sevgilime de yapacaktım bu keki, belki Agop’ta gelecekti ikinci, üçüncü çocuğunuda kucağına alarak. Yine olmadık şeyler yapacaktı bizi şaşırtacak…..***Bir iki gün içinde toprağa verilecek, onu ne doğacak bebek tanıyacak, ne de ondan şifa bulacak hastaları.. Ama ben onu şaşkınlıkla hatırlayacağım hep. Bu olmadı Agop! Son sürprizin tam bir fiyaskoydu bilesin. Böyle aptal şakalar yapmanın hiç zamanı değil. Zaman! Artık hiç bir şeyin zamanı değil, olmayacak….