bildirgec.org

3

buddhala | 28 July 2008 08:54

Haliç’ te yürürken, kütüphanedeyken, çay ocağında oturmuşken, vapurda boş boş etrafıma bakarken, bazen dokunulmaz insanlar görürdüm. Böyle görünmez olmaya başlardı önce. Tutulamazdı ama, bu halinden memnun sanki, çünkü böyle bir gayesi yok. Bir şeyi amaç edinip, sahip olunca hayatının monotonloştuğundan dert yanmaya başlayanlar olur hep mesela ama bu ufak ve beyaz insanlar öyle değil. Nice yasağı delip oraya geldiklerini düşünürüm onların, eşsiz bir tat vardır üstlerinde. Mutluluk vardır, anne olur, baba olur, torun olur, selvi boyludur ağza tebessüm katan, oltaya gelen balıktır, gelmese bile balık, ağzında sigarayla onu birlikte beklediğiniz arkadaştır ya da serinlikte okuduğunuz kitaptır ve okşar satırlar ruhunuzu, diğer avucunuzda ince beliyle bir çay bardağı, ağzından öpülmeyi bekler arada… siz satır satır kitabı okurken, o belini ısıtan elinizin üstünden süzer sizi uzun uzun…Kütüphanede otururken karşıma bir kız oturunca, benim için mi oturdu yoksa arkadaşına bu masada mı söz verdi diye düşünmeye başlardım. Tabi bakışlarım önümdeki kitaptaydı. Biz erkekler acayip varlıklarız. Kim kimi ne kadar anlamış, kim kendi cinsini karşı cins kadar anlamış o da soru işareti ama benim aşık olmak veya ilgimin çekilmesi vb. birşey için, kütüphane gibi ağzında sus işareti olan insanların bulunduğu mekanda, karşına bir hatunun oturması yeterli demek ki. Şu kadarını söyleyim, hiçbir kız karşıma benim için oturmadı. Ve hayatım boyunca, her kütüphaneye gittiğimde, kendimi onlarca florasan lambanın altında ve haliyle onlarca florasan lambanın sesi arasında buzdolabına konmuş patlıcan gibi hissettim. Niye patlıcan diye soranlarınız vardır belki, merak etmeyin onun hikayesini anlatmayacağım ama buzdolabına konacak bir şey olursam patlıcan olmayı hayal etmişimdir hep…Kütüphaneden çıkarken, girişin solundaki masada bir kız vardı. Hayatımda gördüğüm ilk dokunulmaz insan karesiydi. Kitapta okuduğu karakter o kadar güzeldi ki, ışığı ona yansımış ve yanıp sönen florasana ve lambanın bozuk starterinin çıkardığı sese rağmen, kendini onca sesten ve okumayı engelleyecek ışıktan izole eden bir katmanı vardı. Kütüphaneden çıkarken o kız gibi pür dikkat olabilmeyi hayal ettim. Tuvalette yüzümü yıkadıktan sonra aynadaki aksime baktım. Ben sorunlu lambalara sahip bir kütüphanede; gazetelerin haftasonu eklerinde, o hafta çok satan ilk beş kitabın, ilk on sayfasını okuyan ve kendini her kitabı okumuşlardan sayan, bir tarla faresiydim.Haliç’ ten elimde, içine çay katarsak nasıl bir tadı olacağını düşündüğüm sigarayla geçerken, balıkçıların yüzüne bakmaya başladım. Hep balık tutma hayali kurmuşumdur zaten. Bu yaşıma geldim, asla bi bok öğrenemedim ve balığa da gitmedim zaten. Gençken neden öğrenmedim diye kendimi yiyip bitirdim. Ama balık tutan dayıların keyfi yerindeydi. Arada bir tanesi geldi yüzüme. Oltasına birşey takıldığı yoktu ama öyle çok şey yakalamış gibi bakıyordu ki denize, dokunulmaz bir dünyası vardı. Görünmez insanların arasına katıldı o da. Sanırım ağzında en çabuk öldüreninden bir sigara vardı. Adı Bekir diye düşündüm bu amcanın. Bekir Amca’ nın dünyasında sigarayı bırakmak yasaklanmıştı ve din denilen şeyin bundan 2177 sene sonra yapılacak arkeolojik kazılarda, kazının yapıldığı bölgede yaşayan insanların sadece bi ibadet şekli mi olacağı sorusu sorulmuyordu. Ona çok baktığımı görünce, somutlaşıverdi birden ve oltasına konsantre oldu. Eminim, istese hala bomboş olan kovasından üç tane doldururdu.Dünya başkenti olduğu ilan edilen Eminönü’ ne geçerken, büfelerin birindeki gazetede Eminönü Belediyesi diye bir belediye kalmadığı okudum. Olmayan başkent, Neverland… Türkiye hakkındaki düşüncelerim çok değişiyordu ve insanlarla olan problemimi, kime yıkacağımı şaşırmıştım. Dünyanın dört bir tarafından iğrenç haberleri ard arda reklam arasıyla da duyabiliyordunuz. Haberlerde, reklamı verilen dizinin, finalinin haberi veriliyordu. Sokakta yürürken, yazarı 14 yaşındaki bir kıza tecavüzde bulunmuş bir gazetenin reklamının üstünde olduğu bir İett otobüsüne binip binmeme ikilemi yaşıyordunuz. Trafik sıkışınca devriye geziyordu reklamlar, durakta otobüs bekleyince, radyoyu dinleyince, televizyonda, internette dolaşınca hatta bu satırların arasında bile yine devreye giriyordu reklamlar, belki tedavi amaçlı…Sonra Boğaz Hattı’ ndan vapurla Kuzguncuk’ a geçeyim dedim hazır sefer varken. Vapurda boş boş bakıyordum etrafıma, Boğaz’ a. Boğazına kadar araba doluydu yine ve pavyon karısı gibi süslemişlerdi onu da. Diğer balkona oturup, güzel bi manzara aradım ama bulamadım. Ufukta ne deniz mavisi vardı ne de eteklerinde güneşi yorulmuş bir gökyüzü… ufukta, içime derin derin çektiğim sigara dumanının filtrede bıraktığı izden daha koyu bir toz bulutu, ne göğü bitirmiş, ne de denize mavi dedirtmiş. Güneş ordaydı; yorgan bulsa kapatacaktı üstünü sanki, şehri aydınlatmaktan bıkmış neden benim düğmem yok bakışıyla bizleri yeni icatlara teşvik etmekteydi.Kuzguncuk’ ta Sefa Çay Ocak’ ında oturup akşam yorgunluğunu atayım derken, Beylerbeyi’ nin güzel kızları geçiyordu sahilden. Cemrenin en son düştüğü yer olan etek boyları olabildiğince kısalmış, slim sigaralardan daha zarif bacaklar, bakışlarıma ve ilerde hatırlayacağım anılarıma değer katıyordu. Tuttuğum tek bel, çay bardağının ince beliydi ve bana kalırsa içindekinin tadı çok lezzetliydi. Elle tutulur pek birşeyim de olmamıştı zaten, başkalarının yüzünde gördüğüm mutluluklar vardı sadece. Görünmeyen insanlar ve dokunulmuz dünyaları sadece… belki bunların hafızamda koleksiyonunu yapıyordum ve bana ait olanını bunlardan oluşturacaktım belki…İkinci çayı da söyleyip, ileride bu çay ocağının sahibi olmayı hayal ettim. İstanbul’ un dokusu bozulmamış birkaç yerinden birinde, bir çay ocağı bana yeterdi. Dedeler; evlenen oğullarını, anneler; askerden dönen çocuklarını, gençler; sınav sonuçlarını, taksiciler; tarifelerini, manavlar ve berberler; enflasyondan etkilenmeyen futbol sohbetlerini… onların sohbetini hayal ettim ve gözümü açınca o görünmeyen adamı gördüm karşımda. Çay ocağının sahibiydi o dokunulmazlığa sahip olan, onun dünyasında çayın zamdan, tütünün 4207 sayılı kanundan ve bardakların kulptan haberi yoktu. Mutlu insanlar güzeldi işte, mutlu insanları görmek için de yaşamaya değerdi belki.Balık tutmak için Peru’ ya gitmeyi, Peru’ da Maya Harabelerini görmeyi hayal ettim sonra. Elimde kalem vardı hep bunları düşünürken, başkaları mutluyken ben rotring 0.7 ile onları not aldım durmadan. Ve kendi mutlu olacağım anı, dokunulmaz anımı ve görünmez olacağım saniyeleri bulmaya çalıştım. Halbuki gayem bu olmamalıydı işte, onu bulmamalıydım asla. Mutlu karelerdeki insanlar sadece keşfedilmeyi bekliyordu ama kendilerinin o anını keşfetmeye çalışmıyorlardı. Benim de mutlu anım onların bu anlarını yazmakmış işte ama keşke bilmeseydim, zamana bırakmazsak birşeyleri, o sizden kurban olarak birşey alır hep. O gün, kalemin beni mutlu ettiğini söyledim ve kalemimi keşfetmiş olmanın mutluluğuyla birşeyler yazdım hemen. Geriye ne mi kaldı o günden? Kalemim kayboldu ve yazdığım yazıyı hataları düzeltmek için açtığımda boş bir metin dosyası çıktı karşıma… sistem hatasından kaydedilmemişti. Kalem, kendisine ait hiçbirşey bırakmamıştı ve belki bu yazdığımı da alıp gidecekti.Artık Peru’ ya sadece balık tutmak için gitmemeyi, arada Rotring 0.7 kalemimle son bir yazı yazabilmeyi de hayal etmeye başladım. O kalemle sadece şunu yazabilmek isterdim: Mutlu insanlar, mutluluğunun farkında olmayanlar ve farkında olmaya çalışmayanlardı. Mutluluklarının farkında değiller diye dokunulmazdı onlara, farkında olmaya çalışmadıkları içinde görünmezlerdi…

yorumlar

exorientelux | 28 July 2008 09:40

Yani hiçbir şeyin peşinden koşmuyor, hırs yapmıyor, niye böyle demiyor, sade yaşıyor ya… O bakımdan… 🙂

xNicox | 28 July 2008 10:13

Güzeldir. Mutlaka güzeldir ama simdi bu sicakta okuyamiyorum. Tuttum sonra okuyacagim…

teacher07 | 28 July 2008 10:31

Sonra Boğaz Hattı’ ndan vapurla Kuzguncuk’ a geçeyim dedim hazır sefer varken. Vapurda boş boş bakıyordum etrafıma, Boğaz’ a. Boğazına kadar araba doluydu yine ve pavyon karısı gibi süslemişlerdi onu da. Diğer balkona oturup, güzel bi manzara aradım ama bulamadım. Ufukta ne deniz mavisi vardı ne de eteklerinde güneşi yorulmuş bir gökyüzü… ufukta, içime derin derin çektiğim sigara dumanının filtrede bıraktığı izden daha koyu bir toz bulutu, ne göğü bitirmiş, ne de denize mavi dedirtmiş. Güneş ordaydı; yorgan bulsa kapatacaktı üstünü sanki, şehri aydınlatmaktan bıkmış neden benim düğmem yok bakışıyla bizleri yeni icatlara teşvik etmekteydi.

etkilendiğim bir paragraf…

buddhala | 29 July 2008 02:25

afiyet olsun ama arkadaşlar, forrest gump hiç gelmemişti aklıma yazarken… forrest gump konusunda mefkud’ un dırdraje yazısını daha uygun buluyorum. 0.7 dendrit ise kaybolan 0.7 rotring kalemim üstüne yazılmış bir yazı:) lakin ardından böyle ağıt yakınca ortaya çıkıverdi zıpır…

pilli pati | 29 July 2008 09:35

– ‘tek kelimeyle harika!’ ünlem cümlesine her zaman üç kelime sığabilir ve @buddhala’nın yazılarında hep itici bir nokta bulmak mümkündür. dürter adamı böyle, durduk yerde heyecanlandırır… ‘oh ne ala’ dedirtir, ala’nın 2.nci a’sına şapka kondurma gereksinimi yaratır.- inceltme işareti o! üstelik de artık kullanılmıyor!- şapka demek istiyorum, sanane! bak “mutlu muyum?” diye de sormuyorum, sorgulamıyorum.- tamam tamam! @nicox’nun da okuyacak çok yazısı birikti. onu da dürt bari!- benim dürtmeme gerek yok, yazıyı okuyunca dürtülecek zaten, haliyle!

Yorum yapabilmek için giriş yapmış olmalısınız.

(:

SUGA | 08 June 2005 14:15

mysterious
You have a mysterious kiss. Your partner never
knows what you’re going to come up with next;
this creates great excitement and arousal never
knowing what to expect. And it’s sure to end
in a kiss as great as your mystery.

What kind of kiss are you?
brought to you by Quizilla

Yorum yapabilmek için giriş yapmış olmalısınız.