bildirgec.org

yazar hakkında tüm yazılar

bir dinazor

nazokiraze | 11 August 2009 10:44

Onun Bir Dinazorun Anıları ve sonrasında Bir Dinazorun Gezileri adlı kitaplarını ardarda okuduğumda maşallah yaş 85 i bulmuş ama dinazor teyzemiz hala geziyor,tozuyor yazıyor demiştim akabinde de kendisinin ölüm haberini almıştım.

Aziz Nesin kitaplarını sevdiğim gibi Mina Urgan’ın o iki kitabını da sevdim. Gezmiş, yemiş içmiş, tanışmış, sevmiş, kızmış, komik bulmuş gülmüş,dolu dolu yaşamış devrimler, darbeler ,ölümler görmüş , eskiyi yeniyi yaşamış , ilginç bulmuş, eleştirmiş her bir şey yapmış ve sonra bunları yazmış okunmaları çok keyifli gelir, kahramanın sonunu merak etmeden, kasılmadan okunası kitaplar her bölümde ayrı kişilikler, yerler,yemekler, dersler, hatıralar mevcut. Her şeyden önce Cumhuriyet tarihi görmüş yazarın içten anlatımları var (kendisi de kitabının bu kadar satmasına şaşırdıgını her fırsatta belirtmiştir)

Kendisi aslında İngiliz dili ve edebiyatı profesörüdür ,ödüllüdür, Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin kurucu üyesidir, Thomas Moore, Shakespeare, D. H. Lawrence ve Virgina Woolf üzerine pek çok çalışma yapmıştır, ülkemizin ilk bayan yüzücü ve kayakçılarındandır, onun dışında kendi tabiriyle bir kocakarıdır. Günde iki paket sigara içen, cebindeki üç kuruşla orda burda gezen ama hayatın tadını çıkartan, ateist, içkiseven ,kominist,duayen ve sözünü asla sakınmayan yalansız dolansız bir kocakarı. (Kitaplarımın nasıl bu kadar sattığını anlamadım, hala da anlamıyorum. Nasıl satar benim kitabım. O kadar aykırıyım ki bu topluma” Mina Urgan)

Yardım

beatmawe | 07 August 2009 15:02

…sonuçta çok abartıyordu.o kadar ağlamaya değmezdi hani. ağlamasını bildiği gibi dudaklarına, bol parlatıcılı vişne çürüğü ruj sürmeyi de gayet iyi biliyordu.e nasıl bilmesin? o dudaklar bende olsa ,üzerlerine bol tanrılı bir kainat sürerdim. makyajlı bir kadının ağlaması kimi zaman komik olsa da, çoğu zaman hüzün barındırır -sarılma isteği uyandıran bir hüzün-. makyaj ağlamadan önce gelirse güzel akıyordu o “A” kalite hüzne doğru ve ben hayatımda ilk defa ikisini aynı anda yapmaya çalışan bir kıza denk gelmiştim.hem ağlıyor hem de dudaklarına ruj sürmeye devam ediyordu. dördüncü boyut hatası yaşanıyordu adeta.
“hayvan herif!..resmen tecavüz ettin bana!”
doğru söylüyordu.

ufak çapta bir partiydi. herkes ordaydı hemen hemen. kıvırcığın evinde toplanmış bir avuç “kaybeden” bir avuç “yalancı” bir avuç “eroinman” bir avuç “sanatçı” ve göz kararı serpiştirilmiş bir miktar “pislik” ile servis edilmiş tanrı evi havası buram buram. karanlık ışık altında, yüksek müzik üstünde iç çamaşırlarında esrar türevleri veya ufak bıçaklar saklayan hatunlarla döşeli kanepe kıyılarında tüttürürken buldum kendimi. zaman değil, hayat geçirmeye çalışıyordum yine her zamanki gibi. fonda yansıtılmış porno, beynimde ise moonwalk yapan zombinin biri dönüyordu. tanıdık haricinde kimse alınmıyordu partiye bu yüzden tanrı içeri giremiyordu. kafamız rahattı yani.
kıvırcık her zaman giydiği ayağındaki terlikleri sürüye sürüye yanıma geldi “içeri geç. seni biriyle tanıştıracağım”.

Ünlü Yazarlar ve Eserleri -1

24black mamba24 | 28 July 2009 17:36

Desiderius Erasmus

liquidlightening | 02 June 2009 15:00

Erasmus, 1465-69 Yılında Hollanda’nın Rotterdam şehrinde dünyaya gelmiştir. Bu tarihle ilgili hakkında araştırdığım şeyler dahilinde kesin bir bilgi yok gibi gözüküyor. Erasmus Rönesans hümanizminin en büyük temsilcilerinden biridir. Eğitim hayatı 9 yaşında Hegius at Deventer’a gönderilmesi ile başlamıştır ve kendisinde hümanizmin temelleri oraya gönderilmesi ile ortaya çıkmıştır. 13 yaşına geldiği dönemde annesi ve aradan uzun bir zaman geçmeden babasını kaybetmiştir. Evlilik dışı bir çocuk olması ve babasının gezici bir rahip olması nedeniyle ölümlerinin ardında Erasmus’a ait olan az miktardaki mal varlıklarına vasileri el koymuş. Bu badireler atlatılıp öğrenim döneminin tamamlanmasının ardından Erasmus din adamı olmak üzere 1487 yılında Sageberg Manastırı’na bağlı Aziz Augustin Tarikatı’na girmiş ancak bağnazlığa karşı düşünce yapısı ile insancı yanın eğitim ve kitaplarla güçlendirileceğine ayrıca eğitimli kişilerin kendilerini körü körüne tutkulara kaptırmayacağına inanan Erasmus’un bu düşünceler çerçevesi içindeyken bildiğimiz rahip anlayışı ile ilgili herhangi bir etkinliği olmadığı biliniyor. Nihayet Erasmus 1492 yılında Papaz olabilmiş lakin kendini bilime adayacağını ifade ederek Papa Julius II’den papazlık andı içmemek için özel bir izin almış. Bu dönemlerde çalışmalarını sürdürmüş ve Papaz olmanın nimetlerinden bolca yararlanmıştır.

amerikalı bir genç, alkol, kadınlar ve blog

wassermann | 29 May 2009 13:07

“my mom told me when i grew up i could be anything i wanted. so i became an asshole.”

Sarhoşken yaşadığı garip maceraları anlatan Tucker Max isimli blogger amerika sınırları içerisinde artık bir “celebrity” muamelesi görmeye başlamış bile. Hikayelerin çoğu +18 olmasının yanında kendisi bazı yazılarında okuyucuyu eğlendiriceğinin garantisini de veriyor. Aynı zamanda bu hikayelerden bir kitapda oluşturmuş kendisi. Yazarımız kendisini ”
“my name is tucker max, and i am an asshole.

Ayn Rand

queennothing | 29 May 2009 10:54

20. yüzyıl’da Japonya ile Rusya arasında cereyan eden savaş yüzünden oldukça zorlu günler geçiren Ruslar, Japonlar’ın savaş stratejileri yüzünden ‘kaybedenler’ tarafında yerini alıyordu.
2 Şubat 1905 tarihinde, hala savaşın göbeğinde olan Rusya‘nın St. Petersburg eyaletine; Yahudi bir eczacı ile gündelik işler yapan genç bir kadının ilk çocuğu olarak dünyaya geldi Ayn Rand.
Alissa Zinovievna Rosenbaum‘ adıyla bir Rus vatandaşı olan Ayn Rand, ilkokul yıllarında edebiyat ve sinemaya olan ilgisinin, geleceğini şekillendirmesinde etkili olacağını biliyordu.
İki kızkardeşe sahip olan Ayn Rand, ailesinin Tanrı’ya kayıtsızlığından, ‘agnostisizm‘ adı verilen; Tanrı’nın var olup, olmadığının bilinmeyeceğini savunan inançlarından da etkileniyordu.
‘Gözlemleme’ yeteneğiyle ailesinin içinde bulunduğu maddi zorlukları anlamaya çalışan Rand, durmadan kitap okuyor ve annesiyle düzenli olarak Fransızca dil bilgisi çalışıyordu. Henüz 14 yaşına girmeden Victor Hugo‘yu sevdiği edebiyatçıların arasına ekleyen Rand, erkek kahramını olarak da ‘Cyrus Paltons‘u bellemişti.

Üniversiteyi St. Petersburg‘daki Leningrad Üniversitesi (eski adıyla; Petrograt Üniversitesi)’nde, tarih ve felsefe bölümünde okudu. Sosyalist eylemler ve Rusya’nın içinde bulunduğu durumu eleştiren yazılarla dolu olan günlüğüne, gelecek planlarından da bahseden Rand, İskoç asıllı ‘cesur’ şair Walter Scott; “Üç Silahşörler“, “Monte Cristo Kontu” ve “Siyah Lale” gibi eserlerin sahibi Alexandre Dumas (İngilizce biyografi), Edmond Rostand gibi isimleri okuyor; Dostoyevski‘nin felsefesini eleştirip, Eflatun (Plato) ve Aristo‘nun fikirlerini benimsiyordu. Edebiyata olduğu kadar, sinemaya da yoğun ilgi besleyen Rand, 1924 yılında Devlet Sinema Sanatları Enstitüsü‘nün ‘senaryo yazarlığı’ bölümüne kaydoldu. Bir süre eğitime devam eden Rand, yazdığı senaryo müsveddelerinin Rusların ve sosyalist insanların yaşam felsefesine ters düşeceğini düşündüğü için eğitim programını yarıda bıraktı. Operayla tanışan Rand, sahne görkeminden büyülendi ve oyunculuğa ilgi duymaya başladı. Sahnede olmak isteyen Rand, ‘sessiz sinema’ dersleri aldı.

Benim fikrim senin fikrini döver.

aggali | 09 May 2009 19:09

Son zamanlarda dikkatimi çeken birşeyler var hafifte. Bir çeşit “benim fikrim senin fikrini döver” mantığı görüyorum. Açıkçası hiç hoşuma gitmemekle birlikte, bunu bir toplumsal yansıma olduğunu da bilmiyor değilim.

Ancak bu durumun; okuyup yazan kesimde olması (hafif yazarları bence toplumdaki çoğu insana göre eğitimli) ve eleştirilere tahammül sınırının epey aşağılarda bulunması sebebi ile bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Fikirler birbirleri ile çelişebilir, bundan daha doğal birşey yok. Ancak fikir sahipleri bunu anlayışla, hoşgörü ile kabul etmekten kaçınırlarsa, işte o zaman yanlış olan şeyler var demektir. Çağdaşlık bana göre hoşgörünün egemen olduğu toplumlarda ortaya çıkar.

ihsan oktay anar

kahramancayirli | 07 May 2009 14:40

Aslında her gün Pasaport vapuru ile geçiyorum karşıya, dünse Konak vapuruna bineceğim tuttu. İyi ki de binmişim.
Vapurdan indiğim yerde bulunan kafede oturan bir adamı İhsan Oktay Anar’a benzettim. Önce o değildir herhalde dedim, utandım çekindim geçip gittim. On saniye sonra geri döndüm. “Affedersiniz, sizi bir yazara benzettim, İhsan Oktay Anar’a” dedim. “Evet, ben İhsan. Buyrun oturun karşıma” dedi. Erdal Öz Edebiyat Ödül Töreni’ndeki fotoğraftan kendisini tanıdığımı, Suskunlar hariç tüm romanlarını beğenerek okuduğumu, en çok Puslu Kıtalar Atlası ve Kitab-ül Hiyel’i sevdiğimi, karşısında çok heyecanlandığımı, herkesin bir an daha ekranda, fotoğraflarda görünebilmek için bunca uğraş verdiği bir zamanda hiçbir yere röportaj vermemesinden, hiçbir yerde görünmemesinden söz ettim. Medyatik olmanın kimseye bir zararı olmadığını, ama hiçbir yerde görünmemesinin kendi tercihi olduğunu söyledi. Ben de sıradan bir insanım, sıradan biri gibi yaşıyorum, dedi. Ne kadar bilgili ve derinlikli olduğu nasıl belli halinden, anlatamam, orada bulunup hissetmeniz gerekiyor. Nasıl ağırbaşlı, nasıl mütevazı. Onun kitapları kadar ilgi gören, satan, okunan ve beğenilen başka bir günümüz yazarı olsa havasından yanına uğranmazdı herhalde. Nerede çalıştığımı sordu. Ceketimin cebindeki kitaba bakmak istedi. Bu devirde pek rastlamadığımız bir durum, diye tanımladı yanımda kitap taşımamı. Nahid Sırrı Örik’in Kıskanmak romanı vardı cebimde. Bu kitabı okumadığını söyledi. Bu kitabı şu anda Zeki Demirkubuz’un Kastamonu’da filme çektiğini, Demirkubuz’u bir yönetmen olarak çok beğendiğimi söyledim. Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde akademisyenliğe devam ettiğini söyledi, ben sorunca. Çok teşekkür ederek, onca mutluluk ve heyecanlar içinde, yanından ayrıldım.
Elif Şafak, Anar’ın etrafta hiç görünmeyen tavrını biraz olsun kendine örnek alırsa Şafak’ın tüm romanlarının hayranı biri olarak çok mutlu olacağım.