bildirgec.org

uncategorized hakkında tüm yazılar

Umut Dolu Bir Geleceğin Altın Kanatlı Meleklerine…

firatocal | 04 August 2010 17:11

Tarih yazarak 20. Avrupa Atletizm şampiyonası‘ nın fatihi olan atletlerimiz Türkiye ‘ ye dönüşlerinde kahramanlar gibi karşılandı… Ne de çok özlemişiz gurur dolu zaferleri…

Özellikle bayan sporcularımızın göğsümüzü kabartan başarılı sonuçlara imza atmaları , beylik haber başlıkları olmasının ötesinde , sporla alakaları olsa da olmasa da , 7 den 70 e tüm halkımızın dikkatini çekmeyi ve onlardan destek görmeyi başardı… Anadolu ‘ nun cefakar kadının kürsüde başı dik bir şekilde temsil edilmesi herkes tarafından fazlasıyla özlenen bir manzaraymış…

Müsabakalarda , haberlerde ve spor programlarında doyasıya izledik altın , gümüş kadınlarımızı… Spora bakışımızı değiştirmek , olimpik dallarda başarılı olarak sporcu ruhunu yakalamak için yıllardır sürdürülen çabalara inanılmaz bir katkıdır onların zaferleri…

Geleceği yeniden yaratacak , toplumun hassasiyetlerine el verecek atılımlar sizlerin zaferlerinizden güç alacak… Sizler umut dolu bir geleceğin altın kanatlı meleklerisiniz… Sağolun , varolun… Sevgi ve Saygılarımla… Fırat Öçal

“Yaş ” mı da, kuru mu…?”

| 04 August 2010 11:29

İlk öğrendiğim tekerlemelerden biriydi,”Yaş mı da kuru mu…..? “anlamını bile bilmeden bir dönem dilimizden düşmedi.Uzun bir müddet sonra, TrT de, Erkan Yolaç klasiği, Evet/hayır yarışmalarını izledik. Yolaç, yarışmacıları mat ettikçe, zıplar durur, pot-poker edası ile şaşırtırdı yarışanları..Yıllar akıp geçtiMillet olarak gene şaşkınız; Pot-pokerler öylesine çok ki, suratları da dilleri de bizlere bir şey anlatmıyor..Referandum giyotin gibi tepemizde; Evet desen bir türlü hayır desen bir türlü.
Yaş mı?
kuru mu? gibi birşey.Ne desek gene sonuçta anamızın cinsiyeti ortaya dökülecek..Donmuş tarih bize bunu anlatıyor..Hadi Anayasa işini yaşına kurusuna bakmadan hallettik diyelim.
Bitmiyor ki!önümüzde” yaş” kararları belası var!Bir millete de bu kadar yüklenilir pes!oturmuşuz, kim terfi edecek?tutuklu adam nasıl terfi edecek? Ya ettirmezlersenin kalp çarpıntılarını yaşıyoruz..Daha aklıevvellerimiz ; Oturmuş, 3-5 sene sonranın Genel kurmay Başkanı kim olabilirin hesabını yapıyorlar..Essahtan komik milletiz.Eşek hayatı bu eşek. Git otla daha iyi samanlığa gir, ye ve yuvarlan!

Yahu be kardeşim, Edirne’den dışarı çık, senden başka Genel kurmay bşk.nının, kuvvet komutanlarının ismini zihnine kazıyan, merak eden, bilen var mıdır?Bu kurumun , sayıştaydan, vakıflardan, defterdarlıktan ne farkı var?

TATİLE NOKTÜRN: İŞİM GEZMEK OLSUN , BAŞKA İHSAN İSTEMEM…

firatocal | 04 August 2010 10:14

Tatilin başıboş saatleri… en dertsiz , en kaygısız hayat parçaları…Hiçbirşeyin umrumda olmadığı ,bitmeyecekmiş gibi gelen tembellik savruluşları…

şöyle bir param olsa sevgili oğlum Rüzgar , biraz büyümüş kendini kurtarmış olsa , her etkinliğe katılır , hiç gitmediğim yerleri , o gün sanki hayatımın son günüymüş gibi , dere tepe düz gider , gezer tozardım…

Nasıl konuşur gibi yazmaya çalışıyorsam , yazar gibi konuşup , toprakla , suyla , püfür püfür esen meltemler en başta her tür rüzgarla dertleşir , gamsız kaygısız halimle , bana anlattıklarını bir bir yazardım… Gittiğim şehirlerin dili olur , konuştuğum insanların rüyasını anlatırdım teker teker…

şöyle biraz param olsa , sevgili oğlum Rüzgar söylediklerimi anlasa gezmeye dünden meraklı sevgili eşimle ikisini kapar hayatın karmaşalı koşturmacasından kaçırır , nereye gitmek istiyorlarsa oraya uçururdum…

Hiç anlatılmamış yada anlatılsa da atlanmış köylerin kasabaların hikayelerini en saf , en taze ürünlerle donattıkları kahvaltı sofralarında , eteklerindeki taşları döken köşe bucak gezmiş derviş misali netbookuma bir bir dökmek isterdim… Özgürce dur duraksız uçan kuşun , tabiat anayla fıslıdaşan sazlıkların , misler gibi kokan yar misali türlü türlü çiçeklerin , sözlü çalgılı Aşık Veysel ‘ i olurdum…

Tatilin başı boş saatleri … eğer oğlumun keyfi tıkırındaysa en önemli işlerim ,gerine gerine yataktan kalkmak , kendime gelmeden önce şööööyleee bir şekerleme yapmak , sabah sporum yürümek ve koşmak , üstüne cila niyetine çarşaf misali günün ilk ışıklarıyla pırılpırıl parlayan ege ‘ ye kendimi vurup yorulucaya kadar yüzmek , ardından kahvaltı sofrasında sabah gazetesinin eşlik ettiği fırından yeni çıkmış , dumanı üstünde , gevrek ötesi , misler misi simitleri , yorgunluk unutturan dert ortağı demli çayımla aile saadeti tablosu eşliğinde yavrumla oynaya oynaya götürmek … Daha sayayım mı … Oğlum ve eşimle birlikte kesmedi diye oğlum ve eşimle birlikte ikinci parti deniz keyfi , akşamında kardeşimin ustalığı ile şenlenen mangal sefası , aralarda da oğlum Rüzgar ile oyun molaları…

Saymakla bitiremem aylaklığa övgümü , tatilime döktürdüğüm noktürünümü… Romen Diogen ‘ e selam durup , gölgeler arasından sesleniyorum..İşim gezmek olsun , başka ihsan istemem…

Yunus Gösterilerinin Ardındaki Gerçekler

5x3y | 04 August 2010 09:17

Son yıllarda hayvanseverlerin ve çevrecilerin gündemine damgasını vuran “yunus parkları” gerçeği, özellikle The Cove belgesiyle birlikte tüm dünyada yeniden konuşulmaya başlandı. Peki 12 yunus gösteri merkezine evsahipliği yapan ülkemizde durum ne? Türkiye yunus gösteri merkezlerinin sayısının en hızlı arttığı ülkelerden biri. Buna karşılık pek çok Avrupa ülkesinde bu merkezler kapatılıyor ya da yenilerinin açılmasına izin verilmiyor. Çünkü;

1)Yunuslar koloni hayatı yaşayan sosyal canlılardır. Kolonisinden kopartılarak beton bir havuzda hapsedilen yunuslar depresyona girer. Yunuslar bu şartlar altında hastalanır, kendini yaralar ya da intihar eder. ( Yunuslar, insanların aksine istemli bir biçimde nefes alıp veren canlılardır. Dileği anda nefes almayı keser ve ölür.)

SivRisineKLERden nasıL kurTulDUm

super hero | 03 August 2010 21:18

Her gün dön dolaş aynı şeyleri yapmaktan sıkıldığımdan, o gün, yazlık villanın sınırına dayandığı ormanda biraz gezinti yapmaya karar verdim. Erkenden kalkıp sandaletlerimi giydim. Daha dün gece bunun ne kadar saçma bir fikir olduğunu söyleyen tatil arkadaşlarımdan hiçbirinin fikrini değiştirmesine fırsat vermeden evden çıktım.

İki dakika sonra ormanda yürüyordum.

Daha on yıla kalmadan, şimdi yürüdüğüm bu ormanlık alan villa istilasına dayanamayacak; beton duvarlar şu tepenin ta en üstüne kadar çıkacak, sadece bir tek nokta direnerek olduğu gibi kalacaktı. İnşaat sırasında önce kepçe kırılacak, sonra bu talihsizlikteki mesajı algılayamayan bazı işçilerin başına bazı talihsiz olaylar gelecekti. Akabinde, orada muhterem bir zatın yattığına karar verilecek, o nokta yatır ilan edilecekti.

Tabii bu kadar yakınlarında bir yatır olduğunu bilen tatilciler, akşamları mehtaba karşı kafayı çekmek veya aile müessesinin sınırları dışında kalan yakınlaşmalarda bulunmak gibi bu tip yerlerde sıkça görülen davranışları icra ederken huzursuzluk duymaya başlayacak; ve bölgeyi terk edecekti. Yazlıkçılar yazlık villalarını sattıkça bölgenin çehresi değişecek, bölgenin çehresi değiştikçe yazlıkçılar daha fazla villa satacaktı. Bir süre sonra da bu dağ sırtı, bir yatırın yakınlarında yazlık villa satın almayı cazip bulan, hayatı çok daha mutaassıp şekilde algılayan insanların rağbet ettiği bir merkeze dönüşecekti. Bir yazlık kasabada bu kadar çok mutaassıp insanın olması ise, hayatı algılarken mutaassıp değerleri onlar kadar ön plana çıkartmayan insanlar tarafından gövde gösterisi olarak algılanacak; ve ancak ondan sonra, en başta sormaları gereken soruyu –bence maalesef tamamen yanlış sebeplerle- sorarak, yatırda yattığı iddia dilen muhterem zatın mezarının, eğer iddia edildiği kadar muhteremse ormanın ortasında ne işi olduğunu merak edeceklerdi.

Milenyumun ve tüm Çağların Tek Efendisi:PARA PARA PARA

suleceizler | 03 August 2010 20:31

Lidyalıların bulmasıyla başlayan macera çağlar boyu sürmektedir. Biz bulduk parayı, biz icat ettik ama para bizden hep üstün oldu. Kraliyet zamanlarında kardeş kardeşi öldürdü. Osmanlı zamanına bakarsak kardeş kardeşi, bir hanımsultan kendi oğullarını bazen eşini hatta bazende öz anne babasını. Peki ne için? Hepsi ama hepsi sadece iktidar ve para için. O zamandan bu zamana kendi yarattığımız paranın köleleriyiz. Bu müslümanlıktan önceki putlara tapan insanlar gibi tüm insanlık paraya tapmaya başladı. En azından putlar orda öyle dururlar zarar vermezlerdi. Düşünün hepimiz neye döndük ?

O Gözler

HBOZTOPRAK | 03 August 2010 19:16

İzmit vapur iskelesindeyim, Vakit, çok uzaktaki yükseltilerin gölge gölge üzerime geldiği bir an. Bedenimde ise hafiften bir titreme, kaçmak mı… Nereye?

Sahilin ortalarında bir bank ilişiyor gözüme, ve ardından elimdeki sigara paketi. Martıların balık eğlencesine kendini kaptırmış yaşlı amcadan yaktığım sigarayla banka geçiyorum. Oturur oturmaz karşı tarafa takılıyor gözüm; üstte dağın ufuk çizgisi, altta ise denizin kıyı çizgisi. İki çizgi arasında binalar ve o binalardaki insanlar. Ya ben, ben hangi çizgiler arasındayım?

Zincirlere vurulmuş küçük demir direkler, ardlarındaki kararan su yığını ve o suyun üzerindeki halatlarla iskeleye kelepçelenmiş vapur… Hepsinde bir parça durgunluk, suskunluk… Benim yüreğimde ise, sessiz bir çığlık!

müdafaa

kemalcanizm | 03 August 2010 18:08


bilemedim çünkü
mutluluğa ayıracak vaktim yoktu
tuzu yoktu ekmeğimin
yaşımın merhameti yoktu
talaşlı bir yolda
telaşlı bir gurbet yolcusu
neyi düşünebilir ki dönmekten başka ?

üzerine gitmedim sevdaların
kendimi sevecek kadar
aklım yoktu..

sustum ve dinledim
meğer gözümün gördüğü yer
yüreğimin kabul ettiği kadar meşru

münkir sayıldım

bilemedim..

Kaçınılmaz Yazgı

yupeka | 03 August 2010 17:08

Jean Baudrillard’ın Türkiye distribütörü olarak tanımladıkları Oğuz Adanır’ı okumak simülasyonu farklı bir boyuta ulaştırıyor.
Bu güne kadar; simülasyonun başlangıcından önce, yani modernizmin de öncesinde karşımıza çıkan dünyanın seyrini değiştiren bütün akımların, devrimlerin içerisinde bir diyalektik söz konusu, fakat şimdi öyle değil.
Simülasyon denilen evrenin içerisinde diyalektiğe yer yok! Kitapta şöyle bir örnek var: saatte bin kilometre hızla uçan bir uçaktan yeryüzüne bakıldığında insan sanki aracın ilerlemediği gibi bir izlenime kapılmaktadır. Televizyon ekranında olduğu gibi, televizyonu kapattığımızda da çevremizdeki hiç bir şeyin değişmediğini görürüz. Ne kadar da ürkütücü değil mi? Dünyayı düşündüğümüzde de kendi çevresinde dönüyor ve biz hissetmiyoruz. Sanki havadaki uçağın simülasyonu gibi dünya da bize aynı oyunu oynuyor. İkisi de aynı enerjiye sahip olabilirler mi acaba? Bana bir kitapta okuduğum şu hikâyeyi hatırlattı: Eski kabileler ateş üzerinde yürüdüklerinde canlarının acımadığını yazıyordu kitap. Çünkü ateşin enerjisine ulaşabiliyordu vücutları. Ve insan da sonsuzluğun enerjisine ulaştığında ölümsüzlüğüne kavuşacaktı. Eğer öyleyse; simülasyon evreni de dünya içinde kendine küçük bir evren yaratmış, dünyanın dönme enerjisine ulaşmışsa, bu diyalektik olmaksızın sonsuza kadar sürecektir. Diyalektik kavramının olmadığı bir gelecek bizi bekliyor demektir.
Görünmeyen, hissetmediğimiz bir sürtünme kuvvetiyle karşı karşıyayız. Hiç hissetmediğimiz hızlamın içinde kocaman bir atalet durumu bizleri sarıyor. Kötürümleşiyoruz, sadece izliyoruz, tepkisiz kalıyoruz, her şey etrafımızdan geçip gidiyor, hissetmiyoruz.
“Her şey simülasyon olarak yeniden görünmeye yazgılıdır. Manzaralar fotoğraf olarak, kadınlar cinsel senaryo olarak, olaylar televizyon olarak. Sanki her şey salt bu garip yazgı yüzünden var. İnsan merak ediyor: Sakın dünyamız da başka bir dünyada reklam metni olarak kullanılmak için burada olmasın.” Diyor Jean Baudrillard.