bildirgec.org

uncategorized hakkında tüm yazılar

MASALLAR GERÇEK OLSA…..

suleceizler | 09 August 2010 17:45

Ve bir gün mutluluğu arayan insanlar bir araya toplanırlar. Herkesin bir derdi vardır, yüzleri asla gülmez ve mutluluk sanki onlara çok uzaktır. Ama yinede mutluluğu aramak için yola çıkmaya karar verirler. Gitmedikleri ülke kalmamıştır nerdeyse ama bir türlü aradıkları mutluluğu bulamazlar. Aslında mutlululuğun tek bir gülüşte olduğunu bilmezler.

İçlerinden biri derki “O zaman mutlu insanlara bakalım ne yapıyorlar? Nasıl mutlu oluyorlar?” der.

Mutlu insanları gözlemlemeye başlarlar.. Hepsinin yüzü gülüyor, neşeyle kahkaha atıyor, sanki dünya umurlarında değil gibi davranıyorlardı. Bu insanlar ne çok zenginlerdi, ne de dertsiz insanlardı. Aslında hepsinin bir dünya derdi olmasına rağmen hayata gülüp geçebiliyorlardı. Birde kendilerine bakarlar, hiç gülmediklerini ve hep söylendilerini fark ederler. Aslında mutluluk yanı başlarındadır. Hatta mutluluk tam içlerinde, kalplerinin tam ortasındadır. Nasıl farketmediklerine şaşırırlar, halbuki ülke ülke gezip mutluluğu arayacaklarına kendi kalplerini dinlemeyi bilselerdi mutluluğun yalnızca sevdikleriyle birlikte olmak ve kalplerindeki sevgi olduğunu anlayacaklardı. Geç de olsa bunu anladılar ve mutluluğu arayan o insanların küçük köyünde gülüşmeler, kahkalar ve şenlikler yükseldi. Her yıl mutluluk şenlikleri düzenlediler ve doyasıya eğlendiler. Ve o günden sonra mutluluğu kalplerinde yaşamayı öğrendiler……

Sinir Krizleri ve Kendimizi Cezalandırmamız Üzerine Mazoşistçe Bir Yazı…

firatocal | 09 August 2010 16:33

Sinir halleri , kızgınlıklar , insanın kendini cezalandırma yolları gibi… Yaptığımız hataların intikamını alırcasına farklı karakterlere bürünüyor ve yabancılaşarak kendimizi cezalandırıyoruz… Normal hayatımızda sahip olduğumuz benliğimizin gerektirdiği davranışlardan uzaklaşıp tam tersi davranışlar sergiler hale geliyoruz…

Biraz mazoşitstçe bir tutum… Sanki hatalarımızın kefaretini ödemek için acı çekmek ve bundan da manevi bir haz almak çok insansı ve bizden bir davranış biçimi…

Kendime biraz yakından biraz da dışarıdan bakma fırsatı bulduğum anlarda , yaptığım aptallıkların üstüne türlü bahanelerle sinir krizlerine girdiğimi görüyorum…

BİR PAZAR GÜNÜ

cememr2000 | 09 August 2010 14:59

BİR PAZAR GÜNÜ
Pazar günleriyle ilgili sıkıcı, karamsar düşüncelerimi sizlerle paylaşarak, içinizde belki güzel bir Pazar kahvaltısı sonrası biriken azıcık yaşama sevincini de yok edecek değilim.Yine de samimi olmak adına; Pazar günlerini sevmediğimi, bu sarı sayfaların, kırmızı defterin, bej rengi masanın, soğuk gri kasvetli havanın, kendisi siyah, yazdıkları mavi pilot kalemin şahitliğinde ilan ediyorum.
Yazdıklarımdan da anlaşılabileceği gibi; kendime dost tuttuğum nesnelere dikkat edilirse yahut şöyle söyleyeyim; kendime nesneleri dost tuttuğuma -insanları değil- (bu tire çizgilerini de pek severim parantezleri hiç sevmem. Çünkü parantezler bana, biri konuşma yaparken, kinayeli fısıltılarla birbirlerinin kulağına bir şeyler söyleyen, seyirci kalabalığından iki kişiyi hatırlatır. Özetle parantezler; hain, sinsi, dedikoducu ve düşman gelir bana. Tire çizgileriyse daha çok edebiyatçılarca tercih edilen, anlatılmak istenen şeyi daha da iyi anlatmak kaygısıyla kullanılan masum, yardımcı -belki de boyuneğici- dostane noktalama işaretleridir.) Konumuza dönersek nesneler, özellikle yazma nesneleriyle, beslediğim bu yalnızlık, hayatımın büyük bir bölümünü kapladığından, eskiden pek sevdiğim, şimdilerdeyse çokça hazzetmediğim bir eski dost…
Hele hele Pazar günleri bu eski dost, hiç çekilmez olur çünkü Pazar günleri aile günleridir. Pazarlar aileye ayrılır. Hava güzelse sabah erkenden –erken demekle dokuz on sularını kastediyorum-eşofmanlar giyilir, saçlar atkuyruğu yapılır, spor ayakkabılar ayağa geçirilir, güneş gözlükleri takılır ve bahçeye inilir. Bu süreçte; bagajı açık bekleyen bir araba, aile sakinlerine öfkelenen, uflayıp puflayan bir baba, “Hadi, geç kalıyoruz” diyen bir anne, sıklıkla görülen figürlerdendir. Böyle bir günü anlatan bir öykü ya da roman yazmak isterseniz- belki de ben istiyorum ama sanırım cesaret edemiyorum-bu figürleri çekinmeden kullanabilirsiniz.

Artık Yeter!

karuma76 | 09 August 2010 13:49

Anladık… Kıbrıs’ta iyi gitmeyen birşeyler var. Yönetimde günden güne büyüyen çatlaklar var. Tamam, belki de iyi yönetilmiyor olabilir. Memur, Türkiye’deki memurdan, öğretmen de Türkiye’deki öğretmenden fazla para alabilir. Burada hayat daha refah içinde, insanlar da daha ferah yaşıyor görünebilir.
Ama artık yeter!
Şimdi size birşey anlatayım. İlk geldiğim günlerde, yani adaya geldiğim illk günler, burada müthiş bir pahalılıkla karşılaştım. Üzerimdeki kazak, mağazada tam 10 katı paraya satılıyordu. Önce garip geldi. Marketler, manavlar ateş pahasıydı. Türkiye’de insanlar 50 kuruşa domates yerken biz burada tam 5 katı para veriyoruz. Yani anlayacağınız insanlar burada kazandığı kadar da harcıyor. İşsizlik had safhada. Mezunlar okullardan fışkırıyor, fakat işsizler ordusuna asker olmaktan başka birşey olamıyorlar. Burada hayat hiç de kolay değil arkadaşlar. Bunu burada yaşamadan anlayamazsınız. Ev kiraları, işyeri kiraları el yakıyor. Toplu taşımacılığın olmadığı bir adada benzine hergün yeni bir zam geliyor. İnsanlar burada alternatifsiz bir adada alternatif arıyor. Özel sektör çökmüş bir durumda. Devlet memurluğuna yığılma var ve maaşlar hayat pahalılığı karşısında eriyip gidiyor. Aileler aldıkları maaşın daha fazlasını harcıyor.
Peki burada olanları, burada yaşayanlar mı böyle olsun istedi? Kötü olan da bu ya. Buraya sürekli Türkiye’den para akıyor. Yol yapılacak para, şu olacak para, bu olacak para… Oysa balık vereceğine balık tutmayı öğretsen fena mı olur.
Düşünün ki, Kıbrıs’la Türkiye arasında gümrük vergisi var. Türkiye’den gelen bir mal daha gümrükte pahalılanmaya başlıyor. Satışa başlayana kadar fiyat 4-5 katına çıkıyor. Türkiye’deki bir sürü iş adamı dış devletlerde yatırım yapmak için yarışırken, hemen yanındaki KKTC boynu bükük kalıyor. Güney Kıbrıs’ta boy gösteren Carrefour, KKTC’de hayal olarak kalıyor. Nerede bizim değerli iş adamlarımız ya da nerede o adayı korumak isteyen devlet büyüklerimiz?
Artık herkes buradaki masum halkı suçlamaktan, horgörmekten vazgeçsin. Birkaç günlüğüne ziyarete gelenler ve buradaki lüks otellerde kalıp jakuzisinden ahkam kesenler KKTC’yi karalamaktan vazgeçsin. Burada kumarhanelerde eğlenirken her tarafın aynı şekilde yaşadığını zannedenler önce halkın içine girsin. Haberciysen eğer haber, otel odasında değil halkın içindedir. Misafirsen eğer ziyaret misafir odasında değil, köylünün, milletin içinde sokaklardadır.
Her yerde olduğu gibi, KKTC’de de yolsuzluklar, çarpıklıklar olabilir ama kesinlikle genele maledilemez. Ve şunu kesinlikle unutmayın. Birine yardım etmek istiyorsanız ona pozitif eleştiriler yapın.
Şehitlerin kanının son damlasıyla sulanan bu Yavruvatan, gereksiz insanların iftira ve yalanlarıyla heba olmasın! Unutmayın, düşmandan hiçbir zaman dost olmaz. Türk’ün dostu yine Türktür! Unutanlara ithaf ediyorum.

Sanal Yetişen Bir Nesil…

firatocal | 09 August 2010 12:49

düşünmeyen , sorgulamayan , düşünse bile düşündüklerini dile getiremeyen ve yazıya yede eleştiriye dökemeyen bir nesil…

yazılarımı zaman zaman internet cafelerden yazmak zorunda kalabiliyorum… bazen ihmalkarlığımdan netbookumun pili bitmiş olabiliyor , yada ne bileyim aklıma gelenleri hemen kaleme yada klavyeye dökmek istiyorum… soluğu klimalı bir internet kafede alıyorum…

en ufağından en liselisine , çeşitli yaş gruplarında onlarca yüzlerce genç arkadaşımla karşılaşıyorum buralarda… belli bir süre oyuna benim de bir itirazım yok ama yok artık olmaz böyle birşey…

Türk Edebiyatının İlk Romanı Akabi Hikâyesi

YasinTekin | 09 August 2010 11:44

Başlığı okuyunca içinizden bu işte bir terslik var diye geçirmiş olabilirsiniz. Bize lise yıllarından beri “Türk edebiyatının ilk romanı Şemsettin Sami’nin yazdığı Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat” diye ezberletilmiştir. Edebiyat tarihimizin giderek aydınlanmasına rağmen resmi tarihin kalın duvarları hâlâ sapsağlam durmaktadır ancak artık bu ezberin bozulma zamanı çoktan geçmiştir.

Bugüne kadar ilk roman olarak bildiğimiz Şemsettin Sami’nin yazdığı Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ı 1872’de Şemsettin Sami tarafından Osmanlıca yani Arap alfabesi ile yazılmıştır. Hâlbuki bu eserden çok önce basılan Türkçe roman türünde eserler de vardır. Yazımızın konusunu oluşturan Akabi Hikâyesi‘de bunlardan biri olup Türk edebiyatının gerçekten ilk romanıdır. Akabi Hikâyesi, bir Osmanlı Ermenisi olan Hovsep Vartanyan (28 Mart 1813-1879) tarafından gençlik yıllarından yazılmış ve 1851’de İstanbul Mühendisoğlu Tabhanesi’nde basılmıştır. Eser Ermeni alfabesi ile Türkçe olarak yazılmış olmasına rağmen uzun yıllar yok sayılmıştır. Eseri günümüz Türkçesine kazandıran ise Avustralyalı dilbilimci ve Türkolog Andreas Tietze’dir. Paris’te bir kütüphanede bularak çevirdiği bu eser Türkiye’de 1991 yılında Eren Yayınları tarafından basıldı. Ermenice basımı ise 1953 yılında Karnik Stephanyan tarafından yapıldı.

Bitti Ritim…

maltoferfol | 09 August 2010 10:34

Bir çift el…

Sol elinle çekiyorsun derinden, sağ elim avucunda…
Bak izle hayat çizgimi, geçmişimi özümse, geleceğin(d)e hasret kokumu çek içine…

Sağ elinle itiyorsun, sol avucun yüreğimde…
Bak dinle;
bir melodi iliştir kulağına,
içi çığlık çığlığa sen…

İzin ver…
Neler yaşatacağım, neler yaşanacak izle…