bildirgec.org

sosyal ilimler hakkında tüm yazılar

Yapay Zeka

| 15 September 2002 16:28

Yapay zekanın en tartışılan konusu herhalde bir programın ne zaman bir zeka gösterdiğini kanıtlamak. Bunun için çeşitli savlar var. En çok üstünde durulanı da “Eğer bir insan, konuştuğu(yazıştığı) şeyin bilgisayar olduğunu anlayamayıp, onu da kendisi gibi bir insan sanarsa yapay zeka başarıya ulaşmış olur”

>AI filminin sitesinde bayağı bir tarihçe mevcut. ( Filmin 20 dakikasını seyretmeye tahammül edebildim ama site güzel.) Burada alice projesinde bilgisayarla muhabbet ediyorsunuz, o da sizin gerçek bir insan mı, yoksa başka bir AI mı olduğunuzu anlamaya çalışıyor.

İşin aklıma takılan kısmına gelince, moderasyondaki bu yazıda yazıyı yazan arkadaşın kadın mı yoksa kadın taklidi mi yaptığı konuşuldu. Eğer AI varsayımını insanlara uygularsak, gerçekten herkesi bir kadın olduğuna inandırabiliyorsa bir kişi, kadın mıdır? Yoksa kadın olmak sadece fiziksel bir durum mudur?
Ya benim beynim bulandı, ya da gerçekten kim olduğumuz bu sayfalarda karışıyor…..

Guernica

redstar | 29 August 2002 23:55

Yurdum insanını kökleri hep bi yerlere dayanır. yugoslavdır arnavuttur boşnaktır araptır kürttür lazdır gider…

bizimkisi biraz alengirli olmuş. atalarımız bask bölgesinden göçmek için bu memleketi seçmişler işte.. naparsınız başa gelen çekilir. . picasso nun guernicatablosu ile öğrendiklerim beni oldukça şaşırttı. biraz da utandım çünkü bu tablo ofisimde duvarımda asılı ve ben onca zamandır bu hikayeyi merak etmemişim.Neyse olay şöle bişi : (orjinali burada)

1940 yilinda Ispanya da Fasist Franco doneminde, Bask bolgesi (Bizim memleket oluyo buralar ) Franco’ya siddetli sekilde direniyormus. Bunun üzerine Franco, Almanya’dan yardim ister daha dogrusu Hitler’den..

– Gel ve Bask bolgesini bombala.! Yani kendi ülkesini Almanlara bombalatacak,bunun üzerine Dünya tarihinin, ilk uçaklarla bombalama eylemi bu bolge’ye yapilir.. O siralarda Paris’de yasayan Pablo Picasso ülkesindeki bu olaylardan çok etkilenir ve Kubist anlatimlarla, insan ve hayvan organlarinin parçalanmis, içiçe girmis resmini yapar…P.Picasso’nun en onemli resimlerden biri olan bu eser’in adi Guernica.. Bu resimle anlatilanlar çok yanki uyandirir ve hakli olarak ! Almanlari çok kizdirir ve Almanlar, Paris isgali sirasinda Picasso’yu yakalarlar ve iskence yaparlar..Hem de Guernica adini verdigi resminin tam karsisinda sorarlar; Bunu sen mi yaptin ? ” Pablo Picasso cevap verir..

– Hayir.!. siz.

Euzkadi Ta Askatasuna

Belfast’ta alkol ve irkcilik

hamilikart | 19 August 2002 15:50

Iki gun once bu acaip sehirde soyut disavurumculugun babasi sayilan Jackson Pollock’in hayatini anlatan Pollock adli filme gittik. Film harikaydi. (Aslinda alkol sorunu yuzunden hayatinin son yillarini harcamis bir ressamin hayati olarak dusununce bu yaziyla filmin de epeyce baglantili oldugunu dusundum simdi.) Basindan sonuna gayet doyurucu bir filmi izlemis olmanin zevkiyle iki Serbest Irlandali (Ciaran ve Darren) arkadas, ben ve kiz arkadasim disari ciktik. Unuttugumuz konu gunlerden Cumartesi olduguydu… Disaridan degisik bagirtilar geliyordu. Bu bizim icin cok normal, cunku eger gunlerden Cuma ya da Cumartesi ve saatlerden de geceyarisi ise, sokakta kilise bahcesine iseyeninden posta kutusuna kusanina kadar yuzlerce insan gorup bir nevi post-apokaliptik ortam yasayabilirsiniz. (Cok zor degil. Ozel siparise de gerek yok. Hep oradalar.) Yurumeye basladik. Onumuzde odunun biri karsidan yuruyen bir diger oduna deli gibi bagiriyor. Karsidan gelen odun yanimizdan geciyor. Gecerken de ne oldugunu anlamadigimiz birseyler geveliyor bize dogru. Neyse diyorum. Sorun degil. Biz bulasmazsak, bize bulasmazlar degil mi…

öğrenilmiş çaresizlik

nikita | 12 August 2002 19:45

national geographic’in ağustos sayısında okuduğum bir haberde, gürültününün “öğrenilmiş çaresizlik” üzerinde menfi tesirleri olduğu belirtiliyordu. Merakımı cezbetti, internette biraz araştırdım “öğrenilmiş çaresizlik” nedir diye… “öğrenilmiş çaresizlik”, belirli şartlardan etkilenerek bireylerin içerisinde bulundukları koşulları kabullenerek, bu doğrultuda hareket etmesiymiş. ng’de belirtildiği şekilde, ”kişinin güçsüz olduğu durumdan çıkmak için çabalamaktan vazgeçmesi…” “öğrenilmiş çaresizlik” (learned helplessness), 1965 yılında martin seligman ve meslektaşları tarafından öğrenme-korku arasındaki ilişkiyi bulmak için pavlov’un ünlü şartlı refleks deneyinden elde edilen sonuçlar ışığında ortaya çıkmış bir kavramdır. (deney ile ilgili link:türkçe/ingilizce) “öğrenilmiş çaresizlik” kavramı daha sonra geliştirilerek depresyonu (bireyin, aslında normal durgunluk durumlarından biri olan üzüntünün, yoğunluk ve süre bakımından yoğunlaşmış biçimi/ büyük larousse) açıklayan bir modelin geliştirilmesinde kaynak oluşturdu. depresyondaki insanların çaresizliği öğrendikleri için böyle bir ruh haline büründükleri tezi ortaya atıldı. bu tür kişilerde yaptıkları şeylerin durumlarını iyileştirmeyeceğine dair bir inanç hakimdir. davranışları belirleyen asıl şeyin düşünceler olduğu fikri ağırlık kazandı. insanlar içinde bulundukları şartları ya içsel sebeplerle ya da dışsal etkenlerle açıklama eğilimindedirler. eğer bir birey yaşadığı tüm olaylarda kendini suçluyorsa, bu tutum zamanla kişide özgüven eksikliğine yol açacaktır. yine eğer bir birey her zaman dışsal etkenlerde suç buluyorsa, o kişi “öğrenilmiş çaresizlik” in eline düşmüş demektir. “öğrenilmiş çaresizlik” özellikle okul hayatındaki başarı ve başarısızlık durumlarının izahında önemli açılımlar sağlamıştır. kişisel önyargılar öğrencilerde okul hayatı boyunca olaylara bakış açılarını etkiler. alınabilecek en yüksek ve en düşük notlarda öğrencileri psikolojileri farklı olmaktadır. en yüksek not alan bir öğrenci bunu kendi yeterliliği ve meziyeti olarak kabullenirken, en düşük notu alan başka bir öğrenci ise bunu kendi aptallığı olarak da görebilir. fakat bu şartlarda olan şahıslar başka şekillerde (“bugün şanssızdım, hoca zor sordu” tarzında) olaya yaklaşarak iyimser olabilmektedirler. salinger buradan, bunalımda olmayan insanların bunalımda olanlara nazaran bazı zor durumlar karşısında daha iyimser oldukları fikrini ortaya attı. buna da “açıklayıcı tarz” adını verdi.m.seligman öğrenilmiş iyimserlik (learned optimism) adlı kitabında, “öğrenilmiş çaresizlik” durumundan insanların olaylara karşı yeni açıklama tarzlarıyla depresyonun üstesinden gelebileceklerini belirtmiş. yani olayların etkisinden ve depresyondan çıkıp çıkamama insanın kendi elinde…

Tá-se Bem

justine | 30 July 2002 12:45

şu an ispanya’ya gitmek için 5 iyi neden sayılacaksa, portakal bahçelerini, boğa güreşlerini, flamenko gecelerini, barça kaplanlarını, 2002-gaudikutlamalarını, her-adımbaşı-bir-antoniobanderası, fiestayı, sieastayı vs vs direk geçiyor ve ilk 5’i komple radiohead konserlerine vermeyi uygun görüyorum. insanötesikozmikvarlık thomyorke ve ekibi şu an portekiz ve ispanya civarlarında bulunmaktalar. bu konserlerin hemen ardından yarım bıraktıkları yeni albümlerinin çalışmalarına devam edeceklermiş. esas konu da bu yenialbüm zaten. nispeten ekibin sözcüsü ed, “n’olucanı biz de bilmiyoruz, bol bol gitarlı şarkı dinliyoruz, whitestripes dinliyoruz, strokes dinliyoruz, thom timbuckley dinliyo, jonny akordion ve trompet çalmayı öğreniyo, değişik aletler, synthler filan deniyoruz, bakalım artık, hep beraber görücez” diyor. albüm hazırlığı tabi ki grubun 6. elemanı nigelgodrich eşliğinde yürütülecek. şarkıların neler olacağı konusunda bir açıklama yapmıyorlar, ama bu yıl tek konser durakları olan portekiz ve ispanya’da bu yeni şarkıların bir kısmının çalındığı söyleniyor. portekiz konserlerinde, “burayı çok sevdik, sizi de çok sevdik, ne iyi edipte geldik, siz de ne iyi edipte bi sürü para bayılıp bizi izlemeye geldiniz, ne şirinsiniz, çok mutluyuz, çok eğlenicez, haydi şimdi hep beraber, eller havada gemler azıda” şeklinde bir muhabbete girmeyip direk portekizce “we feel cool” (tá-se bem bu demekmiş) diyerek halletmişler meseleyi. netice itibariyle bu konserlerin ardından pek çok yorum yapılmış, “muhteşem, olağanüstü, öldük bittik, hala kendimize gelemedik, yürüyün be kim tutar sizi” kısımlarını es geçiyorum, ancak kendimi tutamıyorum, yorumculardan yaron’a sataşma ihtiyacı hissediyorum, “ne blym, bence bu kadar milletin önünde yeni şarkı olayına girmek pek de mantıklı diil gibi, kendim için demiyorum ama millet resmen uyudu, esas şarkılar başlayınca uyandı herkes” gibi oha dedirticek bi yorumda bulunmuş. bana sanki aslında iş gereği ya da yanındaki kızı etkilemek amacıyla mecburen radiohead konserine gitmiş popsever bir şahıs gibi geldi kendisi, ama yine de bilemiyorum tabi, belki boş bulundu ya da sarhoş filandı veya ağır baskı altındaydı, coldplay kendisine bikaç milyon öro teklif etmişti, vs vs. tabi ki herkes çok sevmek zorunda diil, herkesin nefret etmeye, sıkılmaya hakkı var, fakat burda sorun yaron’un radiohead hadisesini tamamen yanlış anlamış olması. söz konusu radiohead olduğu zaman ‘zaten’ otomatikman ön-eleme durumu da çıkıyor ortaya, ki bu son derece sevindirici benim açımdan. zannımca buna bir tür popüler-kültüre-karşı-savunma-mekanizması da deniyor. aslında bu konuda benim naçiz kanaatime pek de gerek yok, çünkü adamlar (radiohead) durumu gayet iyi çözmüş, “bizim derdimiz kendi kitlemize çalmak, bizi bi tek şarkılarımız ve hardcore fanlarımız ilgilendiriyor, sayıca çok ve embesil olan standart festival dinleyicileri çok da zikimizde diil açıkçası” şeklinde görüş bildirmişler. bi de nunu diye bi adam var, pek sevdim kendisini, “dünyanın en iyi grubu diil de nedir” diyerek dalmış konuya (zaten yorumlara bakınca müzikten anlayan tek adamın o olduğu da anlaşılıyor), “gitara geri dönmüşler, thom bol bol piyano çaldı, görünen o ki elektronik cephede yaptıkları gezinti rock’ta yepyeni bir sayfa açıyor, her zamanki gibi radiohead bu işin de öncüsü oldu, aldı yürüdü, benim şu tek bir geceden anladığım bişi varsa o da gelecek olan albümün müzik tarihinin zirvesine oynayacağıdır.” bu kadar yorumdan sonra insan imreniyor tabi, portekiz’de doğmuş olmayı diliyor. e ordaki halkın mutlu ve refah, işsizliğin yok denecek kadar az, politik görüşün gayet net olduğunu da düşünürsek pek de fena bir fikir gibi görünmüyor, ama sorun sadece radiohead’in konserdeki yeni şarkılarıysa buyurun, tepe tepe dinleyin.

%60-%40

Psychedelic | 29 July 2002 09:52

Aziz Amca bir vakitler %60’ımızın aptal olduğunu söylediydi ya hani, dün akşam oranlarda tam isabet sağlanarak ispatlandı. Her akşam Show Tv haberde bir anket yapılıyor. Dün akşamki soru şu: Seçime partiler birleşerek mi girsin, ayrı ayrı mı girsin? Sonuç: %60 birleşerek girsin!!!

KAHRAMAN diye bişey yoktur!…

ufn | 11 June 2002 18:20

Bu yazı paga kardeşimizin yorumsuz başlığıyla gönderdiği. bir linkten heyecana kapılarak yazılmıştır Biz, ne zaman ki kahraman diye birşey olmadığını bize bu edayla sunulan veya kendini sunanların bizim gibi hatta daha beter olduğunu anladığımız ve onların peşinden koşmayı bıraktığımız gün…belki adam olacak veya belki yok olacaz… zira birinden biri artık olsa iyi olur… çünkü gittiğimiz yol sırıtarak batmak gibi… ilgili linkten hareketle benim ideolojim hakkında ahkamlar ve önyargılar olabilir… ama kesine yakın bir yanılgıdır bunlar… zira herhangi bir ideolojiye inanç gösteren bir zat olmadım… çok şükür.. ama demem o ki birilerini yüceltmekten onların peşine koşmaktan vazgeçsek iyi olur… eğer vazgeçebilirsek olacak 2 ihtimal var bence… ya yeniden kavga etmeye ve birbirimizi öldürmeye başlayacağız ki bunu yaptıran tekil ideolojik bağımlılıktır, tek bir ideolojinin güdümünde beyne şekil vermektir..ideoloji ARAÇ olmaktan çıkar ve AMAÇ olur… ya da artık birilerinin bizi yönlendirmesini bırakıp nerdeyiz ne yapıyoruz diye kendimize bakıp beraber bi yerlere gitmeye çalışacağız,aynı görüşte olmasak bile…

ben bir radarım

bilibilek | 30 April 2002 15:07

herşeyi görüyorum. bunu olağan sanıyordum ama baktım ki yanımdakiler hiçbirinin farkında değil, korkmaya başladım, adamakıllı korkmaya.

yürürken herkes aklından birşeyler geçirir. ben de kimin ceketinin altında hangi tür silahlar olabileceğini düşünüyorum.

geçen gün taksimde, beşiktaş dolmuşlarının kalktığı yerin biraz yukarısındaki yuvarlak bankların orda, izbandutun biri orta-yaşlı işadamı kılıklı birini yakasından tutmuş, elinde 20 santimlik bir bıçak(sadece kesici kısmı) “ver allahıma, vururum” diyordu. yoldan geçen de 3-5 kişi vardı bişey demiyorlardı. ben de demedim. hem eğer adam onu bırakıp beni tutsaydı, benim verip kurtulacak param da yoktu.

Komünizm

ingilizanahtari | 23 April 2002 15:17

Belki 8 belki 10 yaşında farkettim bazı insanların fakir olduğunu, yaşlı teyzelerin ağlayan çocuklarına ya da torunlarına oyuncak alamadıklarını, bazıları arabayla gezerken bazılarının sardalya gibi otobüste sıkış tıkış gittiğini. O zaman aklıma gelen bir fikirdi herkesin eşit şekilde paylaşması üretimi. Tabi Marx amca benden önce davranıp bunu dialektik kuram çerçevesine oturtmuş meğersem sonradan öğrendiğime göre. Bunu farkettiğimde daha çok üzüldüm. Fikrimin benden önce bulunmuş olması değildi beni üzen. Böyle bir fikrin var olup uygulanmamasıydı. Biraz evvel okuduğum bu blogun da gazıyla işte size gelecek planımı açıklıyorum ve sistemden şikayetçi olan herkesi de bekliyorum. İşte İsrail’de yıllardır var olan komünist yerleşim birimleri Kibutz’lardan tarihçe ve örnekler. Bun lar dan birine gidelim kapağı atalım, tarımla, çiftçilikle uğraşalım, hem de sübvansiyon, ekici tütün piyasası taban alım fiyatları gibi kelimeler duymadan.

Yazılımcıyız

stalker | 12 April 2002 15:51

Kendisi de çok iyi bir yazılımcı olan bir arkadaşımdan bugün geldi bu yazı. Kaynağını bilmiyorum yanlız.

Çoğunlukla doğru yerlere dokunmuş yazan -artık kimse-. Bana da çok fena dokundu tabi.

Parlak CV’ler, yüksek maaşlar, havalı işyerleri. En kaliteli okulların en önemli bölümlerinden mezun olan öğrenciler son yıllarda giderek daha da popülerleşen meslekleri icra ediyor. Üniversite sınavlarına hazırlanan ya da okuyan herkes onlara özeniyor. Ancak herkesin özendiği bilgisayar mühendisleri beklentinin aksine durumlarından memnun değiller ve en iyi ihtimalle 5. yıllarında istifa ediyorlar.

Dünyanın bilgi çağında ışık hızıyla ilerliyor olması, bilgisayar ve iletişim sektörünün daha da popüler olmasına neden oldu. Artık üniversite sınav tercihleri yapılırken ya da meslekler hakkında kafa yorulurken ‘Çağ bilgisayar ve internet çağı, en iyi tercih yazılımcı olmak’ diye düşünülüyor. Bütün üniversitelerin ilgili bölümlerine talep patlaması oldu ve bilgisayar sektöründe yer almak için adeta bir yarış var. Ancak olayı ters açıdan değerlendirip bilgisayar dünyasında çalışanlara baktığınız zaman ortaya farklı bir tablo çıkıyor.

Herkes onlara özeniyor, onlar da kendilerine özenenlere özeniyor. Mesleğinin zirvesindeyken ya da çok iyi paralar kazanıyor, milyon dolarlık projelere imza atıyorken kariyerini bırakıp lokantacı, fotoğrafçı ya da çiftçi olan isimlere son yıllarda sıklıkla rastlanıyor.

Daha geçen hafta kariyerlerinin zirvesindeyken istifa edip restoran açan iki başarılı üst düzey yöneticinin, Tarık Bayazıt ve Savaş Ertunç’un başarıları gündeme gelmişti. Her iki isim de uluslararası firmaların Türkiye’de üst düzey yöneticiliğini yapıyorlardı. Bir gün ‘bilgisayar başında sıkışıp kalmaktan, hayattan bezmekten’ dolayı işlerinden istifa edip lokanta açmışlardı ve bugün hayatlarından son derece memnunlar. Şu anda bilişim sektörünün cazibesi, yan etkilerinin görülmesine engel oluyor; ancak kısa süre sonra mesleki kariyerlerini, dolgun maaşlarını bırakıp köye dönen mühendislerin örnekleri çoğalacak.

“Bir gün köye dönüp domates yetiştireceğim” Modern dünyada, şehirli insanın bütün yaşamını bilgisayara bağlaması ve ofislere sıkışması büyük bir handikap. Ancak bir kesim var ki onlar için sorun handikap sınırlarını çoktan aştı. Son yılların en popüler ve en rağbet gören mesleği olan bilgisayar mühendisliği alanında çalışanlar, en basit tabirle bilgisayar mağdurlarının başında geliyorlar. Yazılım yapmanın tüm hayatlarını işgal etmesi sebebiyle kendilerini ‘zombi’lere benzeten bu sektör çalışanları çoğunlukla bitkisel hayatta olduklarını dile getiriyorlar.

Daha okul döneminde iken büyük bir stresin içerisinde olduklarını anlatan yazılım mühendisi İnci Avcı, hiç aralıksız 10 saat bilgisayar başından kalkmadan çalışmak zorunda kaldığını söylüyor. Avcı’ya göre programın büyüklüğü ya da küçüklüğü fark etmiyor ve her program için beyninizi maksimum kullanıyorsunuz. Yazılım dünyasının önceden de zor olduğunu anlatan İnci Avcı “İş zaten stresliydi, şimdi saniyelerin bile çok önemli olduğu internet dünyasında çalışıyoruz ki stres maksimum seviyeye çıktı. An geliyor binlerce insan siteye hücum ediyor ve site çöküyor. Müdürleriniz başınızda, sizden 10 saniye içerisinde sorunu bulup çözmenizi istiyorlar. Üstelik en basit hatanızın maddi karşılığı da çok büyük. Bu tarif edilemez bir stres kaynağı” diyor.

Günün yarısını 25 cm.lik ekran karşısında geçirmek, sürekli stres altında olmanın verdiği dalgınlık, unutkanlık ve gerginlik onların yaşamlarının bir parçası olmuş artık. Hatta bu yüzden dünyanın pek çok yerinde tanıklıkları bile kabul edilmiyor. Mesleğe başladıktan sonra sosyal hayatının tamamen bittiğini söylüyor Avcı; “Rüyamda bile program yazdığım çok oldu. Bütün hayatınız bir bilgisayar ekranı. Ne sosyal hayatınız kalıyor ne aileniz. Yoğunluktan anne olmayı bile düşünemiyorum. İş dışında konuştuğum kişi sayısı haftada 4’ü geçmez. Bir gün istifa edip köye döneceğim ve tarlada domates yetiştireceğim.” Bilgisayar ve yazılım dünyasında çalışan herkesin temel şikayeti aşırı stresli olmak. Özellikle internet yazılımı konusunda çalışan yazılımcılar mesleklerine ortalama 5 yıllık bir ömür biçiyorlar. İnternet yazılımı konusunda çalışan Hilmi Eldem yazılım mühendisliğinin doğası gereği çok zor olduğunu; ancak internetin de işin içine girmesiyle içinden çıkılmaz hale geldiğini söylüyor: “Günde 8 10 saat ekrana bakıp programlar yazmak yeterince yıpratıcı; bir de bir milyon kişinin aynı anda bağlı olduğu bir sistemde hata olması ihtimali sizi sürekli istim üzerinde tutuyor. Kafanızda sürekli kodlar dolaşıyor. Hayata 1 ve 0 olarak bakıyorsunuz dersem abartmış olmam. Bu sebeple en fazla 6-7 yıl bu işi yapabilirsiniz. 30 yaşında bu işi mutlaka bırakırsınız. Hiç kimse bu stresi ve tempoyu çekemez.” “Konuşma yeteneğimi kaybettiğim bile oldu”

Yazılım dünyasında çalışan mühendislerin tamamı zaman zaman günde 20 saati bulan yoğunluktan şikayetçi. Ancak bu yoğunluğu kabullenip tempoya ayak uydurmaya çalışıyorlar. Öyle ki çoğunlukla yemekler de ekranın karşısında yeniyor. Yazılım mühendisi Bülent Avcı mesleği ile ilgili bizimle konuşurken bir taraftan da üzerinde çalıştığı programla ilgili notları karıştırıyor. Bazı programları yetiştirmek için üç gün uyumadan çalıştığı günler olduğunu anlatıyor Bülent Avcı; “Özellikle internet yazılımcılığında stres çok büyük. Hayatta hata yapma şansınız var ancak yazılım dünyasında hata yapamazsınız. Aslına bakarsanız yazılımcıların insan ilişkilerinde başarısız olmasının nedeni de bu. Hayatı da sıfır hatalı düşündüğünüz için kimseyle geçinemezsiniz. Zihniniz sürekli programlarla meşgul. Beyniniz o kadar yoğun çalışıyor ki bazen konuşma yeteneğimi bile kaybediyorum. Davranışlarım tuhaflaşıyor” diyor.

Avcı’ya göre uygulama?geliştirme bölümünde çalışan her yazılımcı kabuslar görür ve kesinlikle uyku düzensizliği sorunu yaşar. Sürekli programlarla uğraşan meslektaşlarının ikili ilişkilerinde başarısız olduğunu söylüyor Bülent Avcı ve sözlerine şöyle devam ediyor: “Bilgisayar dünyası farklı bir dünya. Bütün hayatınız bir monitör. Aslında hoşunuza bile gitmeye başlıyor. İnsan ilişkileri fedakarlık ister, karşılıklı tavizler ister. Ama bilgisayar dünyasında öyle bir şey yok. Bilgisayar size itaatsizlik etmiyor. Bir süre sonra bu şekilde yaşamak hoşunuza gidiyor ve kendi dünyanızda yaşıyorsunuz. Bütün hayatınız bir bilgisayar ekranıyla çevriliyor. Toplumdan tamamen kopuyorsunuz.”

Bir diğer yazılım mühendisi Refik Sarıtepe ise mesleğe başladıktan sonra ülser olduğunu söylüyor. Sürekli stres altında çalıştıklarını anlatan Sarıtepe “Programları önce kafanızda yazar sonra kodlara aktarırsınız. Beyniniz sürekli rakamlarla, kodlarla meşguldür. O yüzden sık sık dalarsınız. Etrafınızdakileri duymaz, dünyada neler oluyor hissetmezsiniz. Tatilde, uykuda, her yerde kafanızda kodlar uçuşur. Bir keresinde çok uğraştığım ve çözemediğim bir problemi rüyamda çözmüşüm. Gece not aldım rüyamda gördüklerimi” diyor.

Bilgisayar dünyasında yaklaşık 20 yıl çalışan ve yazılım piyasasının tecrübeli isimlerinden olan İbrahim Sayın ise yazılım dünyasında çalışanların da, o sistemleri kullanan bilgisayar kullanıcılarının da bindiği dalı kestiğine inanıyor. Çılgınca ve biraz da gereksizce hayatımızı bilgisayara teslim ettiğimize inandığını söyleyen Sayın; “Yazılımcı sanal bir dünyada yaşar. Herşeyi orada düşünür, uygular ve bitirir. İşin içine internet yazılımı da girdiği için tamamen bambaşka dünyalarda yaşamaya başladık ve bilgisayar ekranlarının esiri olduk. Yazılımcılık doğası gereği zordur, zihniniz çok yorulur ve çoğunlukla da 30 ‘unu geçtikten sonra bu mesleği sürdüremezsiniz. Ruh sağlığınız için işi bırakmanız gerekir” diyor. Bilgisayar mühendisleri şimdilerde herkesin özendiği bir mesleği yapıyorlar ancak olaya mühendisler cephesinden bakarsanız ortaya pek de parlak bir tablo çıkmıyor. Toplumdan kopmuş, ikili ilişkilerinde başarılı olamayan, bir süre sonra kilo ve göz bozuklukları dahil birtakım sağlık sorunları ile karşılaşan, zihni dağınık insanlar çıkıyor.