bildirgec.org

şehir efsaneleri hakkında tüm yazılar

Karanlık Sokak II

pinkfloyd | 20 August 2002 20:35

Önce Karanlık Sokak 1‘i okumalısınız.     Karakola ulaştıklarında, uzun süre bekledi. Kendisiyle birilerinin ilgilenmesini istiyordu o an. Ancak herkesin çok işi vardı. Karşısındaki orta yaşlı kadın yemek yiyordu, çok uzakta biri sürekli öksürmekle meşguldü, bir diğeri hiçbir şey yapmıyordu. Gözleri, kendisini buraya getiren polisleri aradı. Ancak bulamıyordu. Uzunca bir süre sonra, Annie’nin evinde, John’a kapıyı açan polis, Bay Wins, John’un yanında beliriverdi ve kendisini takip etmesini istediğini söyledi. Duvarlarında resim olmayan bir koridordan geçerek ufak ve çok sıcak bir odaya girdiler. John’un ilk dikkatini çeken, odadaki çalışmayan vantilatör oldu. Onun çalışmasından daha başka ne isteyebilirdi? Ama çalışmadı. John, vantilatörü çalıştırmak için izin istemeden, çalıştırdı. Kimse, bu harekete dikkat etmemişti.

    John, vantilatörün yanındaki koltuğa oturmak isterdi, ama o koltuk boş değildi. Koltukta genç bir kadın polis oturuyordu. John onun yanındaki koltuğa oturdu. Ardından üzerindeki gömleği çıkardı ve koltuğunun arkasına attı. Üzerinde, Conquer yazan t-shirt’ü kalmıştı sadece. Karşısındaki masanın arkasındaki koltuğa ise Wins oturdu ve John’a bir kağıt uzattı. Ondan kağıdı doldurmasını istedi. John, istenileni yaptı ve kağıdı geri iade etti. Sonra Wins, John’a, “artık gidebilirsin” dedi.

    John, sinirlenmişti. Bu kadar basit bir işlem için, saatlerce burada kalmıştı. Ancak ağzını açacak, laf söyleyecek hali yoktu. Bir an önce eve gitmek ve sabah evden çıkarken odasında unuttuğu sigarasını içmek istiyordu. Şimdi o paket yanında olsaydı, tüm paketi içebileceğini düşündü.

Karanlık Sokak

pinkfloyd | 13 August 2002 13:10

    Hava çok sıcak. Bu bunaltıcı havada dışarı çıkmasının şart olması, John’u sinirlendiriyordu. Ancak bugün sevgilisiyle buluşması gerektiğini, herkesten daha iyi biliyordu. John ve sevgilisi arasındaki problemler gitgide büyüyor, ve onları derin bir çıkmaza sürüklüyordu. John, problemin hâlâ kendisinde olmadığını düşünüyor, ancak Annie, bunun aksini savunuyordu.

    John üzerine hiç sevmediği beyaz gömleğini giyerken – diğer gömlekleri pis olduğu için bunu giymek zorundaydı – çok uzun süredir direndiğini ve bu yüzden yorulduğunu düşündü. Bugün ilişkileri bitebilirdi. Aralarında herhangi bir problem olmasaydı, John kesinlikle bugün dışarı çıkmayı düşünmezdi. Çünkü hava çok sıcaktı. Zaten Annie, John’un bu tutumuna kızmıyor muydu?

    John, hazırlıklarını yapıp evden çıktı. Otobüs durağı iki odalı dairesinin balkonundan görünüyordu, ancak apartmandan dışarı çıktığında, çok uzaktı. John bunu düşünüp, derin bir nefes aldı. Durağa yürürken, sıcak havanın, ağlayan çocuğun ve özellikle bugünün bilinmeyeni, John’u sinirlendiriyordu.

    Uzun bir yürüyüşten sonra duraktaydı John. Otobüs, beklediğinden de erken gelmişti. Halbuki O, otobüs durağında biraz dinlenmeyi düşünmüştü. Ama John, bugün şanslı günündeydi. Otobüste oturacak birkaç yer vardı. Bunlardan biri, John’un en sevdiği yer olan, otobüs tekerleğinin üstündeki koltuktu. Bu koltukların, diğerlerine göre daha yüksekte olması, John’un hoşuna gidiyordu. Ancak boş olan koltuk pencere kenarında değildi. O da, çaresiz, yanındaki koltuğa oturdu.

    Koltuğa oturduğunda, burnuna kesif bir koku geldi. Bu kokunun, John’un yanındaki adamdan geldiği, adamın her halinden belliydi. Adamın üzerinde pis bir tulum vardı. Pas lekesi gibi, tulumun üzerinde turuncu renkte lekeler bulunuyordu. Sıcaktan olsa gerek, adam, tulumunun bir düğmesini açmıştı. Tulumun içerisinde başka bir kıyafet yoktu. Bu, John’un burnuna gelen kesif ter kokusunu daha da belirginleştiriyordu.

    John ve Annie, üç gün önce, bugün için sözleşmişlerdi. Ter kokusuna alışan John, artık başka şeyler düşünebiliyordu. Üç gün önce telefonda hararetli bir konuşma yaşamışlar, ardından da olan biteni çözümlendirmek için, bugüne randevulaşmışlardı.

    Bir süre sonra otobüse yaşlı bir kadın bindi. Arkasından da dört ufak çocuk binmişti. John bu çocuklardan sarışın olanına uzun süre baktı. Çocuk, John’un bu davranışına, istemsizce karşılık veriyordu. Sonra John’un gördüğü görüntü bulanıklaştı. John dalmıştı ve gözleri daha çok açılmıştı. Tanrı biliyor ya, John’un bu durumu gerçekten çok komik görünüyordu. John farkında değildi ama, bir durak sonra sarışın çocuk tek başına otobüsten indi.

    John, bir süre sonra Annie’nin evlerine üç yüz metre uzaklıktaki durakta indi ve Annie’nin evine doğru yürümeye başladı. Yürürken, yeni sevgilisi olan birinin, sevgilisiyle ilk dışarı çıkacağı günün sabahındaki karın ağrısını yaşıyordu. Bu heyecana o da bir anlam veremiyordu. Belki de buna heyecan değil de kaygı demek daha doğru olur. John, birden geçenlerde okuduğu bir kitabı düşündü. Adını şimdi hatırlayamamıştı ama kitapta, cinselliğin duygusal görünümü vurgulanıyordu. Cinsellik… Ne kattı ki onların ilişkilerine? Neyi başarabilmişti onunla?

    Sonunda Annie’nin evinin önündeydi. Annie iki katlı bir evde yaşıyordu. Bir apartman dairesi değildi, yaşadığı ev. Annie, John’a, ailesinden hiç söz etmemişti. Ama anlaşılan, Annie’nin ailesi varlıklıydı. John’un hayal meyal hatırladığı evin iç dekorasyonuna bakılırsa -ki John doğru hatırlıyordu- ailesi varlıklı olmayan biri, bu evi böyle dekore edemezdi. Aslında bu durum John’un umurunda değildi. John, bir an önce, olan biteni sonuçlandırmak istiyordu.

    Kapıyı çaldı. Yürürken çok ses çıkaran biri kapıya doğru geldi. John bu sesi, dün akşam TV’de izlediği filmdeki kadının yürürken çıkardığı, kendine güven veren sese benzetti. Ama kapıyı bir kadın değil, otuz beş – kırk yaşlarında, polis üniforması giymiş bir adam açtı.

    “Merhaba, şey.. Annie evde mi acaba?”

    “Siz Annie’nin nesi oluyorsunuz?”

    John, sorusuna soruyla karşılık verilmesinden hiç hoşlanmayan biriydi. “Yakın bir arkadaşıyım.”

    “Siz John Snitz misiniz?”

    “Evet.”

    “İçeri gelin. Size anlatacaklarım var.”

    John içeri girdiğinde, üst katta, ağlayan bir kadının sesini duymuştu ama ağlayan Annie değildi. John bundan emindi. Ama ses tanıdık geliyordu. Elinde polis telsizi olan başka bir adamın isteği üzerine John salona geçti ve bulduğu ilk koltuğa oturdu. Biraz endişelenmişti. Ne olup bittiğini anlamıyordu. Yardım alacak kimse yoktu içeride, çünkü herkes birbiriyle konuşuyordu. Kapıdaki adam John’un ismini bildiğine göre, John bu evde önemli biriydi. Ama neden kimse John’la konuşmuyordu? John bunları düşünürken kapıyı açan adam John’un yanına geldi.

    “İzin verirseniz size birkaç şey sormak istiyorum.”

    “Annie nerede?”

    “İlk önce sakin olmanızı istiyorum. Bu sabah şubemize bir ihbar geldi. İhbarı yapan Annie’nin annesiydi. Kızının kendini astığını ve bir an önce buraya gelmemizi istediğini söyledi. Ben ve arkadaşlarım, buraya geldiğimizde, Annie’yi odasında bir erkek kemeri ile astığını gördük. Bayan Cindy’nin anlattıklarına göre, dün gece Annie, annesini arayarak yarın kendisine gelmesini istediğini, ona bir sürprizi olduğunu söylemiş. Annesi de bu sabah eve geldiğinde kapıyı çalmış ancak açan olmayınca anahtarla kapıyı açıp içeri girmiş ve kızının cesedi ile karşılaşmış. Arkadaşlarım yukarıda onu sakinleştirmeye çalışıyorlar. Yatağının üzerindeki kağıtta şu not bulunuyormuş. Aslında sizi ilgilendirdiğini düşünüyoruz. Siz Annie’nin sevgilisi misiniz?

    “Bunu nereden biliyorsunuz?”

    “Bayan Cindy söyledi. Notu okuyunca, siz de göreceksiniz. Annie bir erkek arkadaşından bahsettik. Bayan Cindy’e Annie’nin erkek arkadaşının adını sorduğumuzda bize sizin isminizi verdi. Lütfen şu notu okuyun”

    John, hiçbir şey dememişti. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Ağlaması gerekiyor muydu? Bunu istiyor muydu? John, hiçbir şeyin farkında değildi. Muhtemelen bir ajandanın yaprağından koparılmış kağıda yazılı notu elime aldım ve okumaya başladım.

benimki son olsun

shmoo | 05 August 2002 21:37

Günlüğüme yazı ekleyeceğim başka çare yok, irfan yuvasını da denedim. değişik yol gösterici önerilere ihtiyacım var. Çok müşkül durumdayım. Şİmdi sevgili babam Fransa da bir oturma iznine sahip, bu insan beni de yanına çağırıyor ama kılını dahi kıpırdatmıyor. Ona bırakmak istemiyorum işleri açıkçası. Çocuğum şu yollara başvurucaksın demiyor. Tek sorun vize alma meselesi, şu ana kadar hiç vize almadım, nası bişeydir bilmiyorum. Ne diye alayım, ne kadarlık alayım, hangi sahtekarlıklara başvurayım bilmiyorum, burdaki naçizane ve çok değerli insan topluluğunun fikirlerine güvenerek sorayım dedim. Tam da günlükler artık, hıphızlı kaybolucak yapılanmasına denk geldi ama, görenler bilgilerini esirgemesinler. Şimdi durum şu:

Bir aydır bankanın tekinde çalışıyorum, evim yok, arabam da yok yani hiçbişeyim yok. okula mu yazılsam da vize alsam, turist vizesi mi alsam, napsam şaşırdım. Tur şirketleriyle konuştum, ilk defa vize alacak insanlar için yorulmadıklarını söylediler. 2 aylık prim ödemesi falan isterlermiş. Yani bi ay daha mı katlanıcam iğrenç mesleğe? Şaşırdım kaldım, kafam çorba gibi oldu. En kısa zamanda en kesin çözüm nasıl olur onu araştırıyorum. Yardım ederseniz süper mutlu olucam, çünkü şu sıralar çok mutsuzum çook. Mut nerden türemiş acaba. Mutsuzum= mutum yok demek oluyor biraz da. neyse konu dağılıyo. bitti sanırım..

Ne bu ya!!!

threewishes | 02 August 2002 22:59

Bu kadarına pes doğrusu… Bu kadar yüzsüzlük bu kadar vurdumduymazlık oha yani… Yine 70 kişiyi işten çıkardılar tamam kardeşim çıkartıyorsunda benim günahım ne? Bir cumartesi günüm var ahhh tanrım ahhh ; ölmek istiyorum ya . Benide çıkarsalar ya tazminatımla tatile çıkarım yok olur mu cumartesi yayın , pazar yayın pazartesi , salı…böyle devam ediyor tatil matil yokkk

Bu yetmiyormuş gibi fuhuşkar kedim mahallenin kedilerini bir bir hamile bırakıyor. Nerden mi anlıyorum ; sokağın bütün kedileri siyam doğurmaya başladı…Aldığım bütün parayı süte ,ciğere ve viskasa yatırıyorum . Ne de olsa benimkinin çocukları torun sevilmezmi:) Aldığım para da para olsa ; maaşın tamamını verseler amenna cücük cücük para veriyorlar ne kadar param içerde onu bile unuttum… Annem hayatın boyunca sevdiğin mesleği yap para mutluluk getirmez dedi derdi hep .al…. Yine mutlu değilim… Hukuğu bırakmasaydım şimdi mutsuz bir avukat olsaydım fena mı olur du yani…

Beyazıt Meydanında Kendi Ayak Sesini Dinlemek

vayvayli | 26 July 2002 11:10

İstanbulda yaşanabilecek en istisna duygu, beyazıt meydanında sabah erken vakitlerde kendi ayak sesini dinlemektir. Bu meydanı başka şekilde terkedilmiş bulamazsınız. En sevdiğiniz kadını hiç istemediğiniz bir zamanda bile kabul edebiliyorsanız, beyazıt meydanını da o kadar bencilce sevebilirsiniz. Farkında olmadan hem de. Gündüzleri herkesin, öğrenci, işsiz, seyyar satıcı, turist, fahişe, protestocunun vazgeçemediği bir saray kadını, geceleri ise hiç kimsenin yüzüne bakmadığı ihtiyar bir hizmetçiye döner, beyazıt meydanı. Güvercin seslerinin uzaklaştığı zamanlarda, meydanın parke taşlarındaki ıslaklık tüm şehre bir kuzey ülkesi görüntüsü verir. Sisli havalar beyaz gecelere döner, yaşamak herkes için biraz daha duygusal temalar işlemeye başlar. Sabah gün ışıklarıyla birlikte savaş muhacirlerinin göç yollarını andıran beyazıt meydanı, Vezneciler durağı ve Haşim İşcan’da otobüsten inenlerle, üniversite tramvay durağının yolcularının “doğu”ya gittikleri ironik bir sembol cümbüşünü yaratır. Beyazıt meydanı… Öğleye doğru nefes alma vakti bulan bu meydan hiçbir zaman kendi gururunu yaşayamaz. Arkasında dört yıl boyun eğerek altından geçtiğim İstanbul Üniversitesinin “üniversite” denince akla gelen ilk imaj olan muhteşem kapısının ağırlığı altında ezilir, camiin gölgesinde erir, Sahhaflarda yayılan kitap kokusu ile büyülenir, Çınaraltının “old fashion” tutkusu ile bir divan şairini anımsatır. Beyazıt Meydanı, Çemberlitaş’tan açılan koridorla başlayan bu sonsuzluk ülkesinde, yaşamı insana hizmete dönüştüren nice emvanteriyle bir büyü kuşağı olupverip biter. Kış akşamlarının sararan kentinde güneş batarken Çemberlitaş’tan Beyazıt’a yürümek yalnızlığımı sevdiğim, kendimle en hoşnut olduğum tek vakitlerdir. Herhangi bir kent ortaoyununu seyredip yaşadıktan sonra hüzünlü olan herşeyi yaşamın vazgeçilmez bir yüzü sayarak bu saatlerde yalnız kalmanın derin bir keyfi olur bende. sarıldığım tüm dostlarım ayrılır, ardından koştuğum bütün trenler uzaklaşır ve nihayet saatlerce bakıştığımız güneş ufku terkeder. Mehmet Ali Paşa Medresesinde içilen nargilelerin zihinlerde bıraktığı hoşlukla çıkılan çıkılan bu yolda, öncelikle yaz aylarında Birlik bahçesinde soğuk su içmek, kitaplara bakmak, yolboyu uzanan gümüş sergilerinde seçme şansını kullanmak, Rusya pazarının yavaşlamasıyla birlikte tavla atmaya başlayan esnafın kanaatkar dünyasının izlemek ve cepte kalan son otobüs bileti ile Bakırköy, Taksim, Eyüp otobüslerinden birine atlayıp ordan uzaklaşmak enfes bir duygudur. Bazen gün bitmez. Ordu caddesinden aşağı güneşle beraber dökülmek, kaldırımları işgal eden doğu bloku kadınlarının elvan çeşit “kürk” pazarlama tekniklerini atlatarak Yusufpaşa’nın yalnızlığından, Haseki’nin durgunluğundan sıyrılarak Fındıkzade’de marjinal şeyler takılıp, Şehremini, Çapa, Topkapı’ya kadar da yürümek mümkün tabii. Aslında Beyazıt Meyadanı’nın herkesle paylaşılmayan bir tutkusu daha var. O muhteşem üniversite kapısının arkasındaki kampüs ağaçları altında oturmak, uzanmak, yatmak, hatta öpüşmek. Bir çok üniversitelinin yaptığı, en azından yapabilme yeteneklerini yokladığı bu özel anıları paylaşma cesaretini kendimizde bulmamız güçtür. Paylaşanlar anlatırsa natürellik dağılmamış olur. Meydanın daha arkasında ise koca bir kültür var. Vefa-Süleymaniye. Derse girmeyi değil “kırık” yaşamayı seven öğrencilerin okey, tavla oynadığı, karın doyurduğu, “not” peşinde koştuğu dev bir arkabahçe Vefa-Süleymaniye. Yabancı Diller okuluna açılan bu koridorda onlarca cafe, pideci vb ” suç odağı” mahaller en tatlı anıların bırakıldığı yerlerdir. Benim arkadaşlarımın anılarının kaldığı yerler Özlem ya da Sarmaşık’ta okey oynamak, Saray’da pide yemek, GençlikCopy’den not toplamaktır sanırım. Bu meydan böyle bir güzellemedir şehrin aynasında duran. Bu meydan da her güneşle beraber ayak sesleri birbirine karşır. Sen ayak sesini dinlemek istersen çok erken git meydanlara…

Şahane copy-paste

ingilizanahtari | 24 July 2002 15:37

Karadeniz usulü dolandırıcılık

Uyanık Karadenizli, GSM şirketi Aria’nın ’55 dakika aran, 50 kontör kazan’ kampanyası sayesinde aylardır telefon parası vermediğini öne sürdü.

Adının açıklanmasını istemeyen kullanıcı, kampanya başlar başlamaz kentteki işlek caddelere ’10 milyara lüks daire’, ‘5 milyara lüks otomobil’, ‘1 milyar maaşla iş’ gibi hayali ilanlar astığını ve arayanlarla ‘geç kaldınız, orası satıldı’ ya da ‘Adam alındı’ diyene dek sohbet ettiğini anlattı. Uyanık kullanıcı, “Böylece 55 dakikalık aranma süresini defalarca doldurup kontörleri topluyorum” dedi.

Sen de Gittin…

nimda | 23 July 2002 00:44

Hayatın boyunca çok yanlış yaptın enişte. Hiç bıkmadın, sıkılmadın, ders almadın. Hep yanlış yaptın, hayatın boyunca…

Yaptığın son hatanda ailen de affetmedi seni. Ne gerek vardı oysa; askerlik yapan oğlunun kredi kartından ‘iş kuracam’ diyip milyarlar çekmeye? Borcu kapatmak için herkese anlatmak gerekiyordu yediğin haltı. Bütün sülale artık biliyordu yaptığını ve sonunda dışladılar seni. Hadi diğerlerini boşver ama ailen bile sırtını döndü sana, eve almadılar seni. Bir tek ben üzüldüm durumuna. Evet, yaptığın doğru birşey değildi ve bi şekilde cezalandırılmalıydın ama yedi düvele rezil edip dışlamak niye?

yok başlık maşlık..

koakoa | 16 July 2002 21:50

daral geldi..hay yaz okuluna kalışımın içine .. bide accounting alışıma.. mıy mıy mıyy diye kendi çapında takılan hocaya……

bu accounting dersinin ” Kazım’ın 5000 lirası war. parasının 3/5 i ile çerez, kalanının…” formatında olması gerekmiyor mu 😛

tmm..saçmalıyorum..ben çıkıp biraz hava alıyım en iyisi..

Bey(!)oğlu

nimda | 14 July 2002 19:00

Ben seni sevmiştim Beyoğlu. Farklıydın gözümde tüm geçmişinle ve takındığın tavrınla. Ama bu gece bana yaşattıklarınla bir kalemde sildirdin kendini.

Neydi o halin öyle? Kusmuk içinde kaldırımlar, yerlerde sürünen çöpler… Üzerinde yürümelerine izin verdiğin; Kullanılamaz hale gelen bedenler ve onları pazarlayanlar, Bi çırpıda dönenler ve makyajla ve saç uzatmayla değiştiğini zannedenler, Hayatın gerçeklerinden yoksun turnikeci saygısız-sayısız gençler, Geceye dertli başlayıp şimdi neşeli olan sarhoşlar, İhmal edilen tinerciler, Kavga sırasını bekleyen serseriler, Artisliği filimlerde kalmış şöhretler, Ellerinde gitarıyla albümsüz müzisyenler, Heran sevişmeye hazır sevgililer, Ellerinde telsizlerle farkedilmediğini zanneden sivil polisler Ve daha neler neler..

Vesikalık Resim

nimda | 13 July 2002 11:14

Güzel göstermeyen aynaları bilirsiniz. İnsanlar yaşlandığında aynaya baktıklarında Genellikle kendilerini tanıyamazlar! Kimisi kamera çekimlerinden hoşlanmaz Bunu da duymuşunuzdur mutlaka… Ama sizler hiç çektirdiğiniz vesikalık resimde Resmi kendinize benzetmediğiniz oldu mu? Bana oldu!.. Resmi çektirdim geçenlerde Kadıköy’ de Binbir umutla Gönderecektim taa uzaklara Fakat yüzüm yüzümde kalmış Peki vesikalıktaki surat? Bilmem… Sen de Ahmet, ben diyim Murat!..