İstanbulda yaşanabilecek en istisna duygu, beyazıt meydanında sabah erken vakitlerde kendi ayak sesini dinlemektir. Bu meydanı başka şekilde terkedilmiş bulamazsınız. En sevdiğiniz kadını hiç istemediğiniz bir zamanda bile kabul edebiliyorsanız, beyazıt meydanını da o kadar bencilce sevebilirsiniz.
Farkında olmadan hem de.
Gündüzleri herkesin, öğrenci, işsiz, seyyar satıcı, turist, fahişe, protestocunun vazgeçemediği bir saray kadını, geceleri ise hiç kimsenin yüzüne bakmadığı ihtiyar bir hizmetçiye döner, beyazıt meydanı. Güvercin seslerinin uzaklaştığı zamanlarda, meydanın parke taşlarındaki ıslaklık tüm şehre bir kuzey ülkesi görüntüsü verir. Sisli havalar beyaz gecelere döner, yaşamak herkes için biraz daha duygusal temalar işlemeye başlar. Sabah gün ışıklarıyla birlikte savaş muhacirlerinin göç yollarını andıran beyazıt meydanı, Vezneciler durağı ve Haşim İşcan’da otobüsten inenlerle, üniversite tramvay durağının yolcularının “doğu”ya gittikleri ironik bir sembol cümbüşünü yaratır. Beyazıt meydanı…
Öğleye doğru nefes alma vakti bulan bu meydan hiçbir zaman kendi gururunu yaşayamaz. Arkasında dört yıl boyun eğerek altından geçtiğim İstanbul Üniversitesinin “üniversite” denince akla gelen ilk imaj olan muhteşem kapısının ağırlığı altında ezilir, camiin gölgesinde erir, Sahhaflarda yayılan kitap kokusu ile büyülenir, Çınaraltının “old fashion” tutkusu ile bir divan şairini anımsatır.
Beyazıt Meydanı, Çemberlitaş’tan açılan koridorla başlayan bu sonsuzluk ülkesinde, yaşamı insana hizmete dönüştüren nice emvanteriyle bir büyü kuşağı olupverip biter. Kış akşamlarının sararan kentinde güneş batarken Çemberlitaş’tan Beyazıt’a yürümek yalnızlığımı sevdiğim, kendimle en hoşnut olduğum tek vakitlerdir. Herhangi bir kent ortaoyununu seyredip yaşadıktan sonra hüzünlü olan herşeyi yaşamın vazgeçilmez bir yüzü sayarak bu saatlerde yalnız kalmanın derin bir keyfi olur bende. sarıldığım tüm dostlarım ayrılır, ardından koştuğum bütün trenler uzaklaşır ve nihayet saatlerce bakıştığımız güneş ufku terkeder. Mehmet Ali Paşa Medresesinde içilen nargilelerin zihinlerde bıraktığı hoşlukla çıkılan çıkılan bu yolda, öncelikle yaz aylarında Birlik bahçesinde soğuk su içmek, kitaplara bakmak, yolboyu uzanan gümüş sergilerinde seçme şansını kullanmak, Rusya pazarının yavaşlamasıyla birlikte tavla atmaya başlayan esnafın kanaatkar dünyasının izlemek ve cepte kalan son otobüs bileti ile Bakırköy, Taksim, Eyüp otobüslerinden birine atlayıp ordan uzaklaşmak enfes bir duygudur. Bazen gün bitmez. Ordu caddesinden aşağı güneşle beraber dökülmek, kaldırımları işgal eden doğu bloku kadınlarının elvan çeşit “kürk” pazarlama tekniklerini atlatarak Yusufpaşa’nın yalnızlığından, Haseki’nin durgunluğundan sıyrılarak Fındıkzade’de marjinal şeyler takılıp, Şehremini, Çapa, Topkapı’ya kadar da yürümek mümkün tabii.
Aslında Beyazıt Meyadanı’nın herkesle paylaşılmayan bir tutkusu daha var. O muhteşem üniversite kapısının arkasındaki kampüs ağaçları altında oturmak, uzanmak, yatmak, hatta öpüşmek. Bir çok üniversitelinin yaptığı, en azından yapabilme yeteneklerini yokladığı bu özel anıları paylaşma cesaretini kendimizde bulmamız güçtür. Paylaşanlar anlatırsa natürellik dağılmamış olur.
Meydanın daha arkasında ise koca bir kültür var. Vefa-Süleymaniye. Derse girmeyi değil “kırık” yaşamayı seven öğrencilerin okey, tavla oynadığı, karın doyurduğu, “not” peşinde koştuğu dev bir arkabahçe Vefa-Süleymaniye. Yabancı Diller okuluna açılan bu koridorda onlarca cafe, pideci vb ” suç odağı” mahaller en tatlı anıların bırakıldığı yerlerdir. Benim arkadaşlarımın anılarının kaldığı yerler Özlem ya da Sarmaşık’ta okey oynamak, Saray’da pide yemek, GençlikCopy’den not toplamaktır sanırım.
Bu meydan böyle bir güzellemedir şehrin aynasında duran. Bu meydan da her güneşle beraber ayak sesleri birbirine karşır. Sen ayak sesini dinlemek istersen çok erken git meydanlara…
10.07.2002, Ankara
yorumlar
Yaşamayı üşenirim, ama yazmayı değil.
eskiden üniversiteye gitmek için beyazıt durağında inerdim, artık sırf o mekandan geçmemek adına üniversite durağında iniyorum…
taksim’de yürürken bir ara, eski istanbul’un resimlerinin yeraldığı bir pano ilişti gözüme. beyazıt meydanı’nın eski güzel hali… keşke o günlerdeki gibi olsaydı diye geçirdim içimden. şimdi bir kaos, bir keşmekeş, acayip tipler… sırf sahafını sevmişimdir, bir de okulumun tek güzel yanı diyebileceğim kapısını ve bahçesini…
bir de saray’la ilgili bir not. hayatımda ilk defa pide ve mayonez ikilisine o mekanda şahit olmuşumdur. öyle önemli bir yere sahiptir.
izlemek daha zevkli bu bütünü.80’lerin sonunda asıl sakinleri başka semtlere göç edince ortalık konfeksiyoncu vb.yerlere dönüştü.Ama Vefa-Süleymaniye kısmını keşfetmek için pazar günü en uygun gün, bozacıya uğrayıp şıra içilmesi kesin olması gerekenlerden.
Belki aptalca ama henüz 10 yaşındayken Beyazıt Kulesi ve Bozdoğan Kemerine kaçak giriş ve tırmanış maceralarım başarıya ulaşınca sonsuz sevgimi kazanmış durumda.Bulun bir yolunu çıkın su kemerlerinin tepesine bir uctan bir uca gezin.
Aynı şekilde gece saat 10:00’dan sonra da Yeni Cami ve çevresi gerçek İstanbul’u hissedebileceğiniz yerler.
Gündüzleri nefret kazandıracak kadar kalabalık ve karışık olsada sihirini hala koruyor.
(isteyenide her türlü çıkarırım su kemerlerinin tepesine. 😛 )
Eski filmleri,İstanbul un o zaman ki halini görmek için kaçırmamaya çalışırım…En çok da okulumun o şaşalı kapısına rastlıyorum. Tabii Fakülte önünde (özelliklede arabayla ) buluşma sahnelerinin adedi haylicene…Hey gidi hey nerde Hülya Koçyiğit ‘in zarif adımladığı meydan nerde o garip köftecinin yolumu kestiği…’Meydana arabada mı giriyormuş?’ şimdi polis panzerleri ,otobüsleri, ordaki büfeye su taşıyan minübüsler vs vs…
4 senem buralarda nasıl geçicek , hergün onca yolu nasıl çekicem,Beyazıt-Vezneciler arasındaki mekiğimi bugün geçit altı mı yoksa üstü mü dokusam?Bi sabah meydandan geçerken güvercinler beni talihli ilan edicek mi?
Hayır mezun olunca buralara gelmem nesini özliyim ki…
Mezuniyetten sonra haftada 1 kez gitmesem içime dert oluyor…