bildirgec.org

vayvayli

11 yıl önce üye olmuş, 12 yazı yazmış. 1 yorum yazmış.

KAĞIT GEMİLERİN LİMANI: DÜRÜST TABİATLI ERKEKLER

vayvayli | 20 April 2004 14:48

Kadın-erkek ilişkisi üzerine konuşmaların yapıldığı her ortamda, ister bilimsel bir münakaşa ister gündelik muhabbet mevzuu olsun, bıçağın gelip dayandığı yer; “Erkek milleti değil mi…” kemiğidir.

Bu yarım cümlenin fırtına önünde savrulduğu dudakların kapanması ile birlikte herkes susar, başlarını önüne eğer ve gözleri düşer. Özellikle erkekler bu yarım cümlenin kemal-i ciddiyetle sarf edildiği ortamlarda önce yutkunurlar, ardından herhangi bir müdafaa belirtisi göstermeden havanın ne kadar güzel olduğu, yaklaşan mevsimin güzelliği gibi fuzuli konularda ciddi düşünce kırıntıları üretmeye koyulurlar. Kadınlar ise meydanın tek muzafferleri olarak burada da haklıdırlar.

TRAJEDİYİ ANLAMAK VE YAŞAMAK-I

vayvayli | 06 January 2003 09:05

Yaşamak, büyük oyunun içine girmektir; bazen iyi bir aktör olarak, bazense kamera önünden geçen zavallı bir figüran. Yaşamak bazılarının gerçek oyunu; bazıları ise sadece dublör. Bazı dublörler şanslıdır, bazılarının zordur işi; yaşamak bazen seçeneksiz kılar onları. Bazı sahnelerin çekiminden hoşlanırsınız, bazıları sıkar sizi, bazıları sinirlendirir, seti terk etmek istersiniz; terk edersiniz de nihayet. Yaşamak öyle bir şey; büyük oyunun içine girmektir. Bazen bu oyunda çıplak kalırsınız, bazen kimsesiz, bazen soyut, bazen bir hayali oynarsınız. Sık sık rollerinizi karıştırırsınız. Evinize döndüğünüzde sizi takip eder takındığınız yalancı maskeniz, uyduruk rolleriniz. Bazen asıl oyuncu siz olursunuz, güzel bir dublör kadını öpersiniz sıcacık dudaklarından. Oysa asıl kadın perdenin gerisinde izler sizi. Bazen yerinize dublör kullanılmasını istersiniz. Kendiniz olmaktan korkarsınız. Kenan Işık’la Hülya Avşar’ın oynadığı Yeşil Işık filminde öpüşme sahnesi için Hülya’nın yerine dublör kullanıldı biliyorsunuz. Benim hep beynimi kurcalar durur. Acaba Kenan Işık neden dublör kullanılmasını istemedi? Acaba neden? Bu dünyada erkekler biraz daha fazla mı kendi rolünü oynuyor? Racon mu kesiyorlar birazcık? Bizde mi böyle, diğer toplumlarda nasıl bu? Kenan ışık da dublör kullanabilirdi pekala. Bunun için talipli de çok olurdu. Sevinirdi garibanlar. Hülya Avşar kendisi oynasa idi kızar mıydık ona? Ailesi dağılır mıydı veya Kaya’nın son kabahatinden daha mı ağır olurdu bu? Biz ona Berlin in Berlin’de kızmamıştık. O zaman ailesi yoktu, hiç değilse bir kızı yoktu ama. Bilmem ki… Her ne ise. Büyük bir oyunun içine girmişiz belli. Kimimiz yalancıktan, kıyısından köşesinden tutmuş, kimimiz sıkıca sarılmış, kavramış bir kere tüm benliğiyle yaşamı, şaşırmıyor, ıskalamıyor hiç. Bazen büyük adamı oynuyoruz, bazen zavallı bir Marin’i. Bazen lordu taşıyoruz, bazen bir köy çobanını. Sağlıklı, umutlu ve hür kimi zaman, bazense kızgın, kırgın kahpe bir gençliği. Yalan rüzgarı gibi geçiyor günler, gerçek bir tokat gibi iniyor bazense yüzümüze zaman. Durmadan yağmurlar yağıyor, akıl almaz sıcaklıklar oluyor, kaynıyor gövdemiz, içimiz içimize sığmıyor. Çatırdayan ağaçların altından hızla fırtınadan kurtulmak için kaçıyoruz. Oysa yolumuzun sonu deniz; bitiyoruz, tükeniyoruz. Kaçtığımızdan bizi sürüklemesi için fırtınaya iş de düşmüyor hem, biz istiyoruz ayrılığı, biz istiyoruz uçurum düşünceler yaratmayı beynimizde. Çılgınca sevişiyor, salakça bakışıyor ve akıl almaz bir şekilde ölüyoruz günlük kendi setimizde. Bitirmeliyiz diye sözler veriyoruz kendi kendimize bu oyunu ama her yeni günle birlikte ışık tutuyor ve dokunuyoruz yaşamın olağan düğmelerine, tıkır tıkır işlemeye başlıyor yeniden. Karışıyor her zaman oyun, kabalaşıyor, orta oyununa dönüşüyor; ebenin kim olduğu belirsiz, mele taşı kayıp! Durmadan sızlanıyor denizler, durmadan hüznü boğuyor avuçlarında bir küçük kız. Minicik benliğinde tonlarca ipuçları taşıyor bu kısacık hayattan. Birer benek her adımı, her dokunuşu dağılan kristallerle koca bir yığına dönüşüyor. Bir bakışı yeniden bir yangın başlatıyor kurdelesi sökük yamaçlarda. Sevgili nüveylâ, çıkmalıyız bu oyunun içinden. İncecik ayaklarında önce sen terk etmelisin buraları. Yüreğimizi ve ince yaşam ustalıklarımızı emin bildikten sonra ben de ağlamaklı gelmeliyim ardından. Aslında nüveylâ, biz bu oyuna hiç girmedik ki! Hep kenarda ısındık. Koca kalabalıkları şaşkın bakışlarla seyrettik. İkiyüzlülükler, anlayışsızlıklar, alınganlıklar gördük. İçeriye girmek için attığımız her adımımızda derin sancıların içine düştük. Kendimizde kaldık birazcık, kendi içimizde. Role soyunmadık, birbirimizin olmadık. Birer adacık gibi kaldık açık denizlerin, kalabalık balıkların arasında. Bazen ayıplandık, bazen ayrı tutulduk, “ateşin ışığına getirilmedik,” hürriyetten mahrum bırakıldık, soyutlandık ama oyuna da gelmedik, bir oyunun ortasındaydık aslında. Yaşam koca bir sahne, yaşam çılgınca benlikleri sıyırıp kapıda öyle alıyor aktörlerini içeri. Yanımızı anlamsızlıkların, hürmetsizliklerin, sevgisizliklerin sardığını gördüğüm an, aslında bu oyunun ortasında olduğumu gördüğüm andı. Ya devam edecektim, ya terk edecek. Binlerce seyircinin çılgınca alkışını kesip terk etmek zordur bu oyunu. İnandığın ve güç bulduğun kaynakla bağlantı damarının koptuğu anın yaşamın sonu olduğu varsılından hareketle oyuna fazla devam etmemem gerekiyordu. Terk ettim; yerime dublör de kullanmıyorum. Demek ki büyük oyuncu değilmişim. Büyük oyuncuların ayrılması çok zor olur. Bülent Ecevit gibi. Ben büyük oyuncu değilim; fazla da kaptırmadım kendimi bu oyuna., her şeyin bir yerde oyun olduğunu biliyorum ve rolümü oynuyorum. Biliyorum hala kimse yalanlamadı; yaşamın mağaranın duvarındaki gölgeden ibaret olduğunu. “Tüm gördüklerimiz ya da gördüğümüzü sandığımız birer düş değil mi?” diye soruyor Edgar Allen Poe. Keşke düş olsaydı diyorum. Ona düş kadar değer verir, düş gibi tutardık aklımızda. Bu kadar incitmezdik gururu, bu karartmazdık onuru belki o zaman. Belki de yaşamak mağara duvarındaki gölgemize dokunmak; onun yokluğunu bilmek ve bu yokluk bilgisi üzerinde “bilge” olup öyle yaşamaktır. Yada onun görselliğiyle, mağara duvarının dokunduğumuzda hissettiğimiz varlığını tümleyip, beynimizde yeni bir varoluş determinizmi yaratmaktır. Sonrada delirmektir. Yol, oyunu terk etmekle bitmiyor; yolu buluncaya kadar çeşitli yolları denemekten geçiyor anlaşılan. Evet, evet bu bir oyun; ne yazık ki türü: Trajedi !!!

AİDİYET DUYGUSU VE MÜKEMMELE ERİŞMEK

vayvayli | 02 January 2003 07:37

Sizleri nelerin beklediğini bilmeden yaşamak, ardında büyülü bir dünyanın olduğuna inanılan kapının önünde günlerce beklemek kadar heyecanlı ve can sıkıcı olsa gerek. Yaşamın içinde filizlenip büyümeden olgunluğu tatmanın tecrübesi, kalkmakta olan gemilere yetişmeye çalışmanın da telaşı içerisindeyken, farklı kulvarları zorlamak, bazen sahayı enine kat etmek, bazen bir Beyoğlu zoralımından sonra batan güneşi Şişhane sırtlarında yudumlamak gibi yenilikçi kılınmayı bir itiraf saymak nevinden de olsa yaşamı keşfetmenin olası yollarını araştırma çabamız, bizi biraz daha yorgun düşürüyor. Ne günler eskisi kadar kısa, ne de eskisinden çok daha fazla işlerimiz var. Asıl halledilmesi gereken mesele, yaşama inatla sarılma yetisine yeniden ulaşmaktır. Kıyılara duyuracağımız tek sesimiz kaldığı sürece batan gemilerden kıyılara imdat sesimizde her zaman yükselmelidir. Önemsediğimiz şeyler aklettiğimiz şeylerdir. Belki zaman zaman duygularımızdaki kudreti sağlama adına ara sokaklarda yaşam modeli bulmaya çalışmış olsak da hep aklettiğimizi önemseriz. Bunu sağlamak için çoğu zaman güç de buluruz. Ancak sürdürme konusunda uzun zamana yayılan kronik darboğazlar yaşar, bazen düşünceyi beyinde üretememenin sıkıntılarını yaşarız. Şimdilerde sarsılan bir zaman anaforunun içerisinde ilerliyoruz. Ama bu seyrüsefer temel aldığımız, dayandığımız kendi iç benliğimize ait bir çok değerin, düşünce ve davranış tarzının kolay yok olmasını sağlıyor; ilerleyen zamanlarda herhangi bir nedenle bir türbülansa girdiğimizde veyahut su almaya başladığımızda, bu tür iç değer yokluğunun mevcudiyeti ilerleyişimizden çok daha hızlı bir şekilde geriye düşüşümüze neden olmaktadır. Dengeli yaşamın, sağlıklı düşünme yeteneği ve sağlam bir öngörü becerisiyle sağlanacağı açık iken, tutkuların itmesiyle düşülen anlamsız durumlar ve öngörülmeyen yaşam modellerine açıklık bu dengenin kaybolmasına, doğru-yanlış kavramının erimesine ve yaşama tutunmayı azaltıyor. İnsan anlığında reel ve ritüel şaşkınlığın başlaması, eşanlı olarak boşvermişlik şeklinde görülen bir davranış tipinin de öne çıkmasını sağlıyor. Çünkü yaşamın içinde varolan acı ve hoşnut olmama duygusu, ya da aidiyetsizlik görmezden gelindikçe küllenip yok olma şeklini alıyor. Yaşamı bir şekilde “acı”ya dönüşmüş insanlar ya nefret duyar ya da sınırsız bir vurdumduymazlıkla neşesini muhafaza ediyor görünürler. Her yaşamın belirli dönemlerinde küçük-büyük inkılaplar yaşayacağı kabul edilir bir durumdur. Bu dönemlerin nedenlerini besleyen önceki dönemler ile sonuçlarını barındıran sonraki zamanı birlikte yaşayan bir beyin, en kötü gündeliğini icra halinde bile değişen şeylerden taraf gözükür. Değişmek kötü de olsa hissetmek denen şeyi yeniden vücuda taşır. İnsan hissettiği sürece yaşama aidiyet duyar. Değilse buraya ait olmadığı düşüncesi gitgide oturmaya ve kendini kabul ettirmeye başlar. İnsanın kendini farklı hissetmesi ile ait hissetmemesi aynı şeyler değildir. Farklı hissetmek, aynı koşullarda iyi yada kötü ayrı bir şekilde durmayı, davranmayı ve düşünce üretmeyi tarif ederken, aidiyet duygusunun bitmesi, bir “göç halini” zorunlu kılar. Bu bazen uzak ülkelere, sıcak memleketlere ve aşırı denizlere göç hayali şeklinde tezahür eder, bazen de “yaşamdan çekilmek” şeklinde kendini gösterir. Hatırlarsanız, 90lı yılların ikinci yarısında İstanbul Ataköy’de iki satanist genç intihar ettiğinde, arkalarında bıraktıkları mektupta: “Biz buraya ait değiliz!” diyorlardı. Onlar haklıydı; insanların yaşama ait olmadığını hissettiği anda onlara sunulacak yaşam gücünü bulmak artık neredeyse imkansızdır. Belki bu yaşamdan çekilme arzuları birazcık ötelenebilir ancak ortadan kaldırılamaz. Bunun değişik örmeklerini etrafımıza baktığımızda görebilmemiz mümkündür. Herkesin istediği, arzuladığı ve temenni ettiği şey, sevdiğidir. İnsanların sevdiği şeyler arttıkça, bunlara aynı anda sahip olamayan insanın özlem duygusu da artar. Özlem, insana çizgi dışına çıkma lüksü sunacak kadar maceralı bir duygudur; aynı zamanda tehlikelidir de. Kendi tutarlılığından emin olamayan insanların özlem duygusunu kullanarak yola çıkmaları, onların bir daha eve dönmeme alternatifini de aktif tutmalarına sebep olur. Bu nedenle çoğu zaman insan sevdiği tek “şey”le kalmaya zorlanır. Bunun bazen herhangi bir “obje” şeklini alması da olasıdır. Bu tek şey, bazen diğer şeylerin içimizden koparıp götürdüğü nice coşkularımızı da sağlar nitelikte olabilir ancak hiçbir zaman en geniş anlamda tatmini ve tatminde istikrarı temin etmez. İktisat diliyle alternatif maliyet, sevgi duygusunun hiçbir zaman mükemmele ermemesinin tek nedenidir. Bunun bir başka ve daha kaotik boyutu ise her şeyi bir nedenden dolayı sevmek, ilgi duymak ve kabul etmek ön koşulumuzdur. Burada da mükemmeli yakalamak olasıdır ancak her zaman öne çıkan sevgi itiraflarının arkasında yatan sınırsız arzuları ortaya koymak da gereklidir. Farkında değilsiniz belki ama beklediğiniz gelecek, avuçlarınızda süvari gözyaşları gibi duran yağmur damlalarında saklıdır. Ne gün o yağmurları gönül çölünde intiharla yüz yüze gelmiş bir lalenin çatlak dudaklarına ulaştırırsınız, siz o gün bu yaşama ait olduğunuz hissini yaşamaya başlarsınız. Değilse, içinde daima müthiş dağdağaların yaşandığı, sürekli “defolup gitme” arzularının gündemde tutulduğu bir sürgün ülkesinde mukim bir kabiliyet taşırsınız. Özünüze erdiğiniz sürece öz ülkenizdesiniz.

HER GÜN BİTİŞİNDE BEN DE KOKLARIM DENİZİ

vayvayli | 02 January 2003 07:34

Kötü adam olup tehlikeli şiirler yazdığımdan beri mutsuz ama mutsuzluğunu kaile almayıp mutlu duran bir insan olmayı seçenek olarak görmem yaşamla aramın açılmasını iyice hızlandırdı. İnişe bırakılmış bir tekerleğin önüne takoz atmanın da artık bir faydası kalmadı. Gidip durağım noktanın da hiçbir zaman kötü bir yer-durum olmayacağını bildiğim için kederli de değilim. Bedenimde derin bir “açlık” var. Kötü adam olup tehlikeli şiirler yazdığımdan beri mutsuz ama mutsuzluğunu kaile almayıp mutlu duran bir insan olmayı seçenek olarak görmem yaşamla aramın açılmasını iyice hızlandırdı. İnişe bırakılmış bir tekerleğin önüne takoz atmanın da artık bir faydası kalmadı. Gidip durağım noktanın da hiçbir zaman kötü bir yer-durum olmayacağını bildiğim için kederli de değilim. Bedenimde derin bir “açlık” var. Zaman önce bunu ruhumda da keskin halde hissetmiştim. Bugün yaşamımın zorunlu kıldığı kilit noktaları kavrama adına kendimi kanalize ettiğim uğraşlar(ders çalışmak gibi…) bunu daha az hissettiriyor. Ancak aynı uğraşlar ve yeryüzünden kısmen tecridim açlığımı iyice büyütüyor. Güneşle direkt temasın bile güçleştiği ve gözlerimin bazen iki metreden öteyi görme yetisinin sınırlandırıldığı bu yaşam peyzajı beni derinden sarstı. Umudumu kırdı hepsinden önce. Avuçlarımı sıkıp gözlerimin en derin deniz ötesi boşluğu kestirdiği ve gök haritasının bin bir şekilde delindiği o ruh hali artık kalmadı. Bunu her zaman sağlama adına bu tükenişe razı olmayı çözemiyorum. Uzun zamana oynama ve bir gün ilerisini görmeden bugünü o zaman adına hapse çevirmek; delilik bu! Ama açlık işte, kemirmediği yer bırakmıyor. İnsan ruhunun halen bir kısıtlanış içerisinde yaşayabileceğini düşünemiyorum. Andre Maurois’in İnsan Sarrafı’nda bahsettiği ruhun bir fanus içerisinde yanıp duracağı hiç mümkün mü? Şu oynak bedenimizde sabırsızlıktan duramayan ve çoğu zaman yaşamı hitama erdirme fırsatı vermeyen bir ruhun cam fanusta nasıl yıllar yılı yaşayıp duracağına şaşarım; hadi bir hikaye de olsa tüm olanlar. Sonsuz doyumu, itminan ve istikrarı bir ruhun fanusta bulmasına imkan yoktur. Gök boşluğu bile az geliyor bazen gözün daha çok şey görme isteğine karşı. İnsanı istikrara zorlayan yada itidale çağıran ise bence sadece bir vaattir. Yaşamın ilerde hiç belli olmayan bir getirisinden ibarettir bu vaat. Bunun somut yada soyut bir “öte” kavramı içerisine konmuş olması amacında değil davranış stilinde farklılık yaratıyor sadece insanın. Bunlara ulaşmak için önceden kategorize edilen davranış tipleri ise başlı başına bir itidal mesajıdır zaten. Yani vaat ve şart yada ümit ve korku yada rahmet ve ceza yada en açığı peynir ve labirenttir. İnsan, sonuca giden yolda bir yolda yeni bir denge basamağı ile donatılmış. İnsan yine de her şeyiyle dayanmasını, katlanmasını bilmeyen, çıktığı denizi arzulayan bir balık. Güç her şey. İçimizde bizi dayanılmaza, anlamsız duruma götüren yollar çok. Kendi hür odalarımızı garip bir yokluk haline çevirebilecek yeteneğe sahibiz. Denizi, bir sevda kentine koyar koymaz ona küskünlüğümüzü aşılayan, dağları çıplak görme arzusunu ortaya koyduktan sonra inatla onun eteklerine meşe tohumu dikmeyi duyarlı sayan garip hallerimiz var. Yaşamı bir kanama olarak görmeye devam ediyorum tabi. Bunu benim yaşamımı pıhtılaştıracak trombositlerin oluşumuna kadar da destekleyeceğim. Son zamanlarda özellikle Musti’nin maviyi laciverttin kanaması olarak deklare etmesi boşlukta kaldı benim için! Bütün renk oluşumu göğün avuçlarından taşan kristal taneleridir; gök mavidir. Ve nihayet; 15 Nisan’dan beri hastalığımın yurt kıldığı yatakta debeleniyorum. Dost arzusunu hissederim böylesi zamanlarda hep. Bir de çok sevdiğim nekahet hallerini doyasıya yaşamak isterim. Alnımda sıcak bir el hissetmek, önümde gül bırakılmış bir sehpa görmek; oysa hiçbirinin mevcudiyeti içerisinde değilim. Yağmurun çokça yağdığı güzel hatıralarımız vardı bizim. Sıcak taşlara düşen yağmur tanelerindeki iç geçirişi duyardık yaz ikindilerinde, o hatıralarda. Yok işte şimdi! Hızla giden bir trenin arkasından tutunmuşum. Kimsenin haberi yok benden. Bazen yol kenarlarında toprağa hizmet eden ihtiyarlar görüyorlar beni, onlar ayırt edinceye kadar karanlık bir tünele giriyoruz zaten. Bu nedenle beni kimse ayırt edemiyor ve trendekilerin haberi yok benden. Onlarla olmayı bazen delice istiyorum. Bazense olmadığına seviniyorum. Mutlu ediyor beni bu yalnızlık. Bir düş yolculuğunu alıyor yalnızlığımı hissedişim. Hiç kimseyle yarenliği denemenin hürriyeti sızıyor ciğerlerime. Yahya Kemal Enstitüsü’nün hazzı bütün mesutluluğuyla beynime sığınıyor. Bazense büyüyor uçurum. Çok büyüyor. Bir çiğdemin terli avuçlarının bu ateşe düşmesini hayallerime sığdırabiliyorum. Neden halen parmakları dudaklarımda değil mavi-ak kanatlı güvercinlerin diye hayıflanıyorum. Ama hasreti bu kadar çetin yaşamanın sonucunda acı hiçbir zaman göz yaşları içerisinde sönüp gitmiyor; yıldız değil bu(Ruhun şad olsun Balzac!). Acı gitgide bedenimizde alevin kavurduğu odacıklar şeklini alıyor. Yüreğimizde su yürümez havzalar eşiyor ve bu bulanıklığa gömülüp gidiyoruz. Kesici sözcükler kullanmaya başlayalı bir yıl oldu ama çözüm olmadı. Bu da acıları harmanlayıp saklamaktan başka bir işe yaramadı. En küçük hatırayla karşılaşmak bile alev koyları açıyor yüreğimde. İyisi her şeyi görerek ama yüreğe göstermeyerek yaşamak ve sözcüklerde besleyici olanına dikkat etmekten geçiyor yol. Benim acım, tutkularımın götürdüğü boşluk ve anlamsız durumdur. Benim umudum, vadilerin diplerinde de olsa … (yazamadım; idealist bilir yeryüzü beni!). Benim gerçeğim, bu anlamsızlığı dağıtmam ve kremalı kahve içebilmemdir denize karşı. “Her gün bitişinde ben de koklarım denizi!”

TRAJEDİYİ ANLAMAK VE YAŞAMAK-I

vayvayli | 09 December 2002 16:15

Yaşamak, büyük oyunun içine girmektir; bazen iyi bir aktör olarak, bazense kamera önünden geçen zavallı bir figüran. Yaşamak bazılarının gerçek oyunu; bazıları ise sadece dublör. Bazı dublörler şanslıdır, bazılarının zordur işi; yaşamak bazen seçeneksiz kılar onları. Bazı sahnelerin çekiminden hoşlanırsınız, bazıları sıkar sizi, bazıları sinirlendirir, seti terk etmek istersiniz; terk edersiniz de nihayet. Yaşamak öyle bir şey; büyük oyunun içine girmektir. Bazen bu oyunda çıplak kalırsınız, bazen kimsesiz, bazen soyut, bazen bir hayali oynarsınız. Sık sık rollerinizi karıştırırsınız. Evinize döndüğünüzde sizi takip eder takındığınız yalancı maskeniz, uyduruk rolleriniz. Bazen asıl oyuncu siz olursunuz, güzel bir dublör kadını öpersiniz sıcacık dudaklarından. Oysa asıl kadın perdenin gerisinde izler sizi. Bazen yerinize dublör kullanılmasını istersiniz. Kendiniz olmaktan korkarsınız. Kenan Işık’la Hülya Avşar’ın oynadığı Yeşil Işık filminde öpüşme sahnesi için Hülya’nın yerine dublör kullanıldı biliyorsunuz. Benim hep beynimi kurcalar durur. Acaba Kenan Işık neden dublör kullanılmasını istemedi? Acaba neden? Bu dünyada erkekler biraz daha fazla mı kendi rolünü oynuyor? Racon mu kesiyorlar birazcık? Bizde mi böyle, diğer toplumlarda nasıl bu? Kenan ışık da dublör kullanabilirdi pekala. Bunun için talipli de çok olurdu. Sevinirdi garibanlar. Hülya Avşar kendisi oynasa idi kızar mıydık ona? Ailesi dağılır mıydı veya Kaya’nın son kabahatinden daha mı ağır olurdu bu? Biz ona Berlin in Berlin’de kızmamıştık. O zaman ailesi yoktu, hiç değilse bir kızı yoktu ama. Bilmem ki… Her ne ise. Büyük bir oyunun içine girmişiz belli. Kimimiz yalancıktan, kıyısından köşesinden tutmuş, kimimiz sıkıca sarılmış, kavramış bir kere tüm benliğiyle yaşamı, şaşırmıyor, ıskalamıyor hiç. Bazen büyük adamı oynuyoruz, bazen zavallı bir Marin’i. Bazen lordu taşıyoruz, bazen bir köy çobanını. Sağlıklı, umutlu ve hür kimi zaman, bazense kızgın, kırgın kahpe bir gençliği. Yalan rüzgarı gibi geçiyor günler, gerçek bir tokat gibi iniyor bazense yüzümüze zaman. Durmadan yağmurlar yağıyor, akıl almaz sıcaklıklar oluyor, kaynıyor gövdemiz, içimiz içimize sığmıyor. Çatırdayan ağaçların altından hızla fırtınadan kurtulmak için kaçıyoruz. Oysa yolumuzun sonu deniz; bitiyoruz, tükeniyoruz. Kaçtığımızdan bizi sürüklemesi için fırtınaya iş de düşmüyor hem, biz istiyoruz ayrılığı, biz istiyoruz uçurum düşünceler yaratmayı beynimizde. Çılgınca sevişiyor, salakça bakışıyor ve akıl almaz bir şekilde ölüyoruz günlük kendi setimizde. Bitirmeliyiz diye sözler veriyoruz kendi kendimize bu oyunu ama her yeni günle birlikte ışık tutuyor ve dokunuyoruz yaşamın olağan düğmelerine, tıkır tıkır işlemeye başlıyor yeniden. Karışıyor her zaman oyun, kabalaşıyor, orta oyununa dönüşüyor; ebenin kim olduğu belirsiz, mele taşı kayıp! Durmadan sızlanıyor denizler, durmadan hüznü boğuyor avuçlarında bir küçük kız. Minicik benliğinde tonlarca ipuçları taşıyor bu kısacık hayattan. Birer benek her adımı, her dokunuşu dağılan kristallerle koca bir yığına dönüşüyor. Bir bakışı yeniden bir yangın başlatıyor kurdelesi sökük yamaçlarda. Sevgili nüveylâ, çıkmalıyız bu oyunun içinden. İncecik ayaklarında önce sen terk etmelisin buraları. Yüreğimizi ve ince yaşam ustalıklarımızı emin bildikten sonra ben de ağlamaklı gelmeliyim ardından. Aslında nüveylâ, biz bu oyuna hiç girmedik ki! Hep kenarda ısındık. Koca kalabalıkları şaşkın bakışlarla seyrettik. İkiyüzlülükler, anlayışsızlıklar, alınganlıklar gördük. İçeriye girmek için attığımız her adımımızda derin sancıların içine düştük. Kendimizde kaldık birazcık, kendi içimizde. Role soyunmadık, birbirimizin olmadık. Birer adacık gibi kaldık açık denizlerin, kalabalık balıkların arasında. Bazen ayıplandık, bazen ayrı tutulduk, “ateşin ışığına getirilmedik,” hürriyetten mahrum bırakıldık, soyutlandık ama oyuna da gelmedik, bir oyunun ortasındaydık aslında. Yaşam koca bir sahne, yaşam çılgınca benlikleri sıyırıp kapıda öyle alıyor aktörlerini içeri. Yanımızı anlamsızlıkların, hürmetsizliklerin, sevgisizliklerin sardığını gördüğüm an, aslında bu oyunun ortasında olduğumu gördüğüm andı. Ya devam edecektim, ya terk edecek. Binlerce seyircinin çılgınca alkışını kesip terk etmek zordur bu oyunu. İnandığın ve güç bulduğun kaynakla bağlantı damarının koptuğu anın yaşamın sonu olduğu varsılından hareketle oyuna fazla devam etmemem gerekiyordu. Terk ettim; yerime dublör de kullanmıyorum. Demek ki büyük oyuncu değilmişim. Büyük oyuncuların ayrılması çok zor olur. Bülent Ecevit gibi. Ben büyük oyuncu değilim; fazla da kaptırmadım kendimi bu oyuna., her şeyin bir yerde oyun olduğunu biliyorum ve rolümü oynuyorum. Biliyorum hala kimse yalanlamadı; yaşamın mağaranın duvarındaki gölgeden ibaret olduğunu. “Tüm gördüklerimiz ya da gördüğümüzü sandığımız birer düş değil mi?” diye soruyor Edgar Allen Poe. Keşke düş olsaydı diyorum. Ona düş kadar değer verir, düş gibi tutardık aklımızda. Bu kadar incitmezdik gururu, bu karartmazdık onuru belki o zaman. Belki de yaşamak mağara duvarındaki gölgemize dokunmak; onun yokluğunu bilmek ve bu yokluk bilgisi üzerinde “bilge” olup öyle yaşamaktır. Yada onun görselliğiyle, mağara duvarının dokunduğumuzda hissettiğimiz varlığını tümleyip, beynimizde yeni bir varoluş determinizmi yaratmaktır. Sonrada delirmektir. Yol, oyunu terk etmekle bitmiyor; yolu buluncaya kadar çeşitli yolları denemekten geçiyor anlaşılan. Evet, evet bu bir oyun; ne yazık ki türü: Trajedi !!!

Bugün Çukurova’dan döndüm.

vayvayli | 09 December 2002 16:02

Bugün Çukurova’dan döndüm. Turuncu çarşaflarla örtülü bir toprağın içinden bir burgu gibi geçerek gri bozkıra, yani Ankara’ya indim bu sabah.

KALDIRIMLARDAKİ SEVGİLİLİLER; KİTAPLAR

vayvayli | 06 December 2002 15:48

Fırtınalı gençlik yıllarımdaki kadar olmasa da halen kitap okuma konusundaki inatçı tavrımı sürdürüyorum. Okumak başlı başına üç noktanın ifade ettiği sır bilginin peşinde koşmak şeklinde bilinse de, temelinde yaşamı algılama ve ona karşı duyarlı kalmanın çok tutulan bir yoludur. Bizim ülkemizde okuma alışkanlığının, buna “okuma deliliği” desek, az olduğu vurgulanıyor; gelişmişlik ölçütlerinden birinin de okumak olduğu söyleniyor. Belki çok okuyan bir toplumun fertleri değiliz ama çok kalem tutan kişiler olduğumuzu inkar edemeyiz.

Fırtınalı gençlik yıllarımdaki kadar olmasa da halen kitap okuma konusundaki inatçı tavrımı sürdürüyorum. Okumak başlı başına üç noktanın ifade ettiği sır bilginin peşinde koşmak şeklinde bilinse de, temelinde yaşamı algılama ve ona karşı duyarlı kalmanın çok tutulan bir yoludur. Bizim ülkemizde okuma alışkanlığının, buna “okuma deliliği” desek, az olduğu vurgulanıyor; gelişmişlik ölçütlerinden birinin de okumak olduğu söyleniyor. Belki çok okuyan bir toplumun fertleri değiliz ama çok kalem tutan kişiler olduğumuzu inkar edemeyiz.

Okumanın, elbette harfleri ayırt etme sanatından ayrı, bu kadar az olmasının nedenlerinden en büyüğü olarak belirleyeceğimiz sorun, bir alışkanlık konusu olmaması değil, hayatını düzene sokamamış insanlar yığınından mürekkep bir toplumun varlığıdır. Okumayı olanaklı kılmanın biricik yolu, beyni ve kalbi “geçim prangası”ndan hür ve bağımsız bırakmakla temin edilebilir. Okuma eyleminin bir insanın hayatının 14-25 yaşları arasına yoğunlaşmasının nedenlerine bakılırsa yine aynı yargılara ulaşmak zor olmayacaktır.

Yaşamın bu ülkedeki insanlara gerekli altyapı, eğitim ve sağlık noksanlığı nedenleriyle bir şans olarak sunulduğuna bakılırsa, bunu muhafaza etmenin yollarını aramalarına kızmamak gerekir. Ancak bu insanların beyinlerinin kırkıncı odalarındaki gün görmemiş söz ve şiir dizelerinin onlarla birlikte toprak altına yuvarlanıyor olmasına akıl sır erdiremiyorum. İnsanın arkasında bir “cep ajandası” dahi bırakmadan hayattan çekilmeleri süre giden yaşam alışkanlıklarının dışında gözüküyor. Burayı temel alırsak, herkesin yazar olamayacağı ancak mutlaka yazacak bir şeyleri bulunacağı kanaatine varabiliriz. Bu nedenle beklentimizin yerinde olduğu muhakkaktır.

Okuma ve yazmanın önemi bu kadar açıkken Türkiye’de kitabın ahvaline bakmakta da yarar vardır. Bizim yazarlarımızın hiçbiri kitabını kaldırımlara düşmesi için yazmaz ama bu ülke kitaplar konusunda da kaldırımlarını iyi kullanan ülkelerden biridir. Kitapların sıcak kitabevi ortamlarından, öz varlık olarak bilinen kişisel kütüphanelerden yada doğrudan basıldığı yerden alınarak tezgahlara indirilmesi ya da vefasız oğul yada torun tarafından bir pazar sabahı Beyazıt meydanına görücüye çıkarılması, onlar için bir onur mücadelesi başlatma zamanı geldiğini gösteriyor.

Ben kitapların insan içine girdikçe kitap dostlarının gitgide azaldığına inananlardan biriyim.kitap dostları yeni bir ülke keşfetme bilinciyle kitap almak için zaman ayırır; kitaba yolunun üzerinde rastlamaz. Kitabevleri düzenli aralıklarla ziyaret edilmesi gereken iyi bir yurttur.

Kaldırımlara çıkan kitaplar güneşin yakıcı sıcaklığını, kış ayazlarını, sonbaharda çiğ ıslaklığını emer, ancak emerken de vefalı bir kitap dostunun, efendisinin gelmesini ve onu sıcak kucağına almasını biteviye bekler. Bazen onun serinletici gölgesini bazen de geceye sıcaklık veren bakışlarını arar bu kitaplar. Kitapla kitap dostları genelde dar vakitlerde buluşurlar ama benim en çok merak ettiğim duygu bir kitabın yazarıyla kaldırımda karşılaşmalarıdır. O zaman kitaplar, namusunu kaldırımlarda çarçur etmiş vefasız bir sevgilinin mahcup, aldatılmış, yıkılmış bakışlarıyla dopdoludurlar sanırım. Peki ya yazarlar! Derler mi o zaman; “bu kitabı ben yazdım; benim bu kitabın yazarıyım” diye yoksa herhangi bir kitap okuyucusunun bilindik beylik tavrıyla pazarlıksız alıp o kitabı hızlıca evlerine mi dönerler? Ben yazar değilim, kitap da yazmadım ama bu kahrolası ölümcül duyguyu tatmak istemem. Şimdi kitapları kaldırımlardan mütevazı kütüphane köşelerine, sıcak kitabevlerine, hiç değilse sıcak simitle birlikte demli çayların höpürdetildiği kitap cafelerine kaldırmanın zamanı gelmiştir.

Her kitabın kurtarılması mümkün mü bilmem ama kitaplar vardır satır satır çizilir, kitaplar vardır şöyle bir bakılıp geçilir, kitaplar vardır dirliksiz sevgili gibi el değiştirir. Ben kitapların altını çizerim, onun bana ait olduğu hissini sonuna kadar yaşarım; bu duygu okuyucusu kadar kitaba da içtenlik kazandırır. Altı çizilen kitaplar, kendini okuyucusuna teslim eder, sonsuz bir sadakat duygusu ile ona bağlanır; efendisine kırkıncı odayı gözetleme konforunu sunar. Altı çizilen kitaplar sevdiğine ihanet etmez, dışarı çıktığında çok daha az kalem iziyle sahibine geri döner. Siz de kitabınızın altını çizin; sevaba girersiniz.

Kitabınızla işiniz bitmez ama onu okuduktan hemen sonra ona bir teşekkür yazısı yazmayı ihmal etmeyiniz. Bitirdiğiniz kitapların arkasındaki boş sayfalara, hiç yoksa arka kapağın iç yüzüne, o kitabı bitirdiğiniz anda aklınızda, yüreğinizde ne varsa içtenlikle yazın, itiraf edin, hatta onu sevdiğinizi söyleyin. Bu teşekkür ve sevgi konusunda gösterdiğiniz içtenlik hiç kuşkunuz olmasın ki bir gün efendisine ulaşır. O zaman bahtiyarlardan olursunuz.

Şimdi dışarı çıkın ve elinizde kaldırımlardan kurtardığınız bir kitapla kendi içinize dönün. Özgürlüğü bulacaksınız.

TRAJEDİYİ ANLAMAK VE YAŞAMAK-I

vayvayli | 02 December 2002 14:08

Yaşamak, büyük oyunun içine girmektir; bazen iyi bir aktör olarak, bazense kamera önünden geçen zavallı bir figüran. Yaşamak bazılarının gerçek oyunu; bazıları ise sadece dublör. Bazı dublörler şanslıdır, bazılarının zordur işi; yaşamak bazen seçeneksiz kılar onları. Bazı sahnelerin çekiminden hoşlanırsınız, bazıları sıkar sizi, bazıları sinirlendirir, seti terk etmek istersiniz; terk edersiniz de nihayet. Yaşamak öyle bir şey; büyük oyunun içine girmektir. Bazen bu oyunda çıplak kalırsınız, bazen kimsesiz, bazen soyut, bazen bir hayali oynarsınız. Sık sık rollerinizi karıştırırsınız. Evinize döndüğünüzde sizi takip eder takındığınız yalancı maskeniz, uyduruk rolleriniz. Bazen asıl oyuncu siz olursunuz, güzel bir dublör kadını öpersiniz sıcacık dudaklarından. Oysa asıl kadın perdenin gerisinde izler sizi. Bazen yerinize dublör kullanılmasını istersiniz. Kendiniz olmaktan korkarsınız. Kenan Işık’la Hülya Avşar’ın oynadığı Yeşil Işık filminde öpüşme sahnesi için Hülya’nın yerine dublör kullanıldı biliyorsunuz. Benim hep beynimi kurcalar durur. Acaba Kenan Işık neden dublör kullanılmasını istemedi? Acaba neden? Bu dünyada erkekler biraz daha fazla mı kendi rolünü oynuyor? Racon mu kesiyorlar birazcık? Bizde mi böyle, diğer toplumlarda nasıl bu? Kenan ışık da dublör kullanabilirdi pekala. Bunun için talipli de çok olurdu. Sevinirdi garibanlar. Hülya Avşar kendisi oynasa idi kızar mıydık ona? Ailesi dağılır mıydı veya Kaya’nın son kabahatinden daha mı ağır olurdu bu? Biz ona Berlin in Berlin’de kızmamıştık. O zaman ailesi yoktu, hiç değilse bir kızı yoktu ama. Bilmem ki… Her ne ise. Büyük bir oyunun içine girmişiz belli. Kimimiz yalancıktan, kıyısından köşesinden tutmuş, kimimiz sıkıca sarılmış, kavramış bir kere tüm benliğiyle yaşamı, şaşırmıyor, ıskalamıyor hiç. Bazen büyük adamı oynuyoruz, bazen zavallı bir Marin’i. Bazen lordu taşıyoruz, bazen bir köy çobanını. Sağlıklı, umutlu ve hür kimi zaman, bazense kızgın, kırgın kahpe bir gençliği. Yalan rüzgarı gibi geçiyor günler, gerçek bir tokat gibi iniyor bazense yüzümüze zaman. Durmadan yağmurlar yağıyor, akıl almaz sıcaklıklar oluyor, kaynıyor gövdemiz, içimiz içimize sığmıyor. Çatırdayan ağaçların altından hızla fırtınadan kurtulmak için kaçıyoruz. Oysa yolumuzun sonu deniz; bitiyoruz, tükeniyoruz. Kaçtığımızdan bizi sürüklemesi için fırtınaya iş de düşmüyor hem, biz istiyoruz ayrılığı, biz istiyoruz uçurum düşünceler yaratmayı beynimizde. Çılgınca sevişiyor, salakça bakışıyor ve akıl almaz bir şekilde ölüyoruz günlük kendi setimizde. Bitirmeliyiz diye sözler veriyoruz kendi kendimize bu oyunu ama her yeni günle birlikte ışık tutuyor ve dokunuyoruz yaşamın olağan düğmelerine, tıkır tıkır işlemeye başlıyor yeniden. Karışıyor her zaman oyun, kabalaşıyor, orta oyununa dönüşüyor; ebenin kim olduğu belirsiz, mele taşı kayıp! Durmadan sızlanıyor denizler, durmadan hüznü boğuyor avuçlarında bir küçük kız. Minicik benliğinde tonlarca ipuçları taşıyor bu kısacık hayattan. Birer benek her adımı, her dokunuşu dağılan kristallerle koca bir yığına dönüşüyor. Bir bakışı yeniden bir yangın başlatıyor kurdelesi sökük yamaçlarda. Sevgili nüveylâ, çıkmalıyız bu oyunun içinden. İncecik ayaklarında önce sen terk etmelisin buraları. Yüreğimizi ve ince yaşam ustalıklarımızı emin bildikten sonra ben de ağlamaklı gelmeliyim ardından. Aslında nüveylâ, biz bu oyuna hiç girmedik ki! Hep kenarda ısındık. Koca kalabalıkları şaşkın bakışlarla seyrettik. İkiyüzlülükler, anlayışsızlıklar, alınganlıklar gördük. İçeriye girmek için attığımız her adımımızda derin sancıların içine düştük. Kendimizde kaldık birazcık, kendi içimizde. Role soyunmadık, birbirimizin olmadık. Birer adacık gibi kaldık açık denizlerin, kalabalık balıkların arasında. Bazen ayıplandık, bazen ayrı tutulduk, “ateşin ışığına getirilmedik,” hürriyetten mahrum bırakıldık, soyutlandık ama oyuna da gelmedik, bir oyunun ortasındaydık aslında. Yaşam koca bir sahne, yaşam çılgınca benlikleri sıyırıp kapıda öyle alıyor aktörlerini içeri. Yanımızı anlamsızlıkların, hürmetsizliklerin, sevgisizliklerin sardığını gördüğüm an, aslında bu oyunun ortasında olduğumu gördüğüm andı. Ya devam edecektim, ya terk edecek. Binlerce seyircinin çılgınca alkışını kesip terk etmek zordur bu oyunu. İnandığın ve güç bulduğun kaynakla bağlantı damarının koptuğu anın yaşamın sonu olduğu varsılından hareketle oyuna fazla devam etmemem gerekiyordu. Terk ettim; yerime dublör de kullanmıyorum. Demek ki büyük oyuncu değilmişim. Büyük oyuncuların ayrılması çok zor olur. Bülent Ecevit gibi. Ben büyük oyuncu değilim; fazla da kaptırmadım kendimi bu oyuna., her şeyin bir yerde oyun olduğunu biliyorum ve rolümü oynuyorum. Biliyorum hala kimse yalanlamadı; yaşamın mağaranın duvarındaki gölgeden ibaret olduğunu. “Tüm gördüklerimiz ya da gördüğümüzü sandığımız birer düş değil mi?” diye soruyor Edgar Allen Poe. Keşke düş olsaydı diyorum. Ona düş kadar değer verir, düş gibi tutardık aklımızda. Bu kadar incitmezdik gururu, bu karartmazdık onuru belki o zaman. Belki de yaşamak mağara duvarındaki gölgemize dokunmak; onun yokluğunu bilmek ve bu yokluk bilgisi üzerinde “bilge” olup öyle yaşamaktır. Yada onun görselliğiyle, mağara duvarının dokunduğumuzda hissettiğimiz varlığını tümleyip, beynimizde yeni bir varoluş determinizmi yaratmaktır. Sonrada delirmektir. Yol, oyunu terk etmekle bitmiyor; yolu buluncaya kadar çeşitli yolları denemekten geçiyor anlaşılan. Evet, evet bu bir oyun; ne yazık ki türü: Trajedi !!!

AİDİYET DUYGUSU VE MÜKEMMELE ERİŞMEK

vayvayli | 02 December 2002 14:04

Sizleri nelerin beklediğini bilmeden yaşamak, ardında büyülü bir dünyanın olduğuna inanılan kapının önünde günlerce beklemek kadar heyecanlı ve can sıkıcı olsa gerek. Yaşamın içinde filizlenip büyümeden olgunluğu tatmanın tecrübesi, kalkmakta olan gemilere yetişmeye çalışmanın da telaşı içerisindeyken, farklı kulvarları zorlamak, bazen sahayı enine kat etmek, bazen bir Beyoğlu zoralımından sonra batan güneşi Şişhane sırtlarında yudumlamak gibi yenilikçi kılınmayı bir itiraf saymak nevinden de olsa yaşamı keşfetmenin olası yollarını araştırma çabamız, bizi biraz daha yorgun düşürüyor. Ne günler eskisi kadar kısa, ne de eskisinden çok daha fazla işlerimiz var. Sizleri nelerin beklediğini bilmeden yaşamak, ardında büyülü bir dünyanın olduğuna inanılan kapının önünde günlerce beklemek kadar heyecanlı ve can sıkıcı olsa gerek. Yaşamın içinde filizlenip büyümeden olgunluğu tatmanın tecrübesi, kalkmakta olan gemilere yetişmeye çalışmanın da telaşı içerisindeyken, farklı kulvarları zorlamak, bazen sahayı enine kat etmek, bazen bir Beyoğlu zoralımından sonra batan güneşi Şişhane sırtlarında yudumlamak gibi yenilikçi kılınmayı bir itiraf saymak nevinden de olsa yaşamı keşfetmenin olası yollarını araştırma çabamız, bizi biraz daha yorgun düşürüyor. Ne günler eskisi kadar kısa, ne de eskisinden çok daha fazla işlerimiz var. Asıl halledilmesi gereken mesele, yaşama inatla sarılma yetisine yeniden ulaşmaktır. Kıyılara duyuracağımız tek sesimiz kaldığı sürece batan gemilerden kıyılara imdat sesimizde her zaman yükselmelidir. Önemsediğimiz şeyler aklettiğimiz şeylerdir. Belki zaman zaman duygularımızdaki kudreti sağlama adına ara sokaklarda yaşam modeli bulmaya çalışmış olsak da hep aklettiğimizi önemseriz. Bunu sağlamak için çoğu zaman güç de buluruz. Ancak sürdürme konusunda uzun zamana yayılan kronik darboğazlar yaşar, bazen düşünceyi beyinde üretememenin sıkıntılarını yaşarız. Şimdilerde sarsılan bir zaman anaforunun içerisinde ilerliyoruz. Ama bu seyrüsefer temel aldığımız, dayandığımız kendi iç benliğimize ait bir çok değerin, düşünce ve davranış tarzının kolay yok olmasını sağlıyor; ilerleyen zamanlarda herhangi bir nedenle bir türbülansa girdiğimizde veyahut su almaya başladığımızda, bu tür iç değer yokluğunun mevcudiyeti ilerleyişimizden çok daha hızlı bir şekilde geriye düşüşümüze neden olmaktadır. Dengeli yaşamın, sağlıklı düşünme yeteneği ve sağlam bir öngörü becerisiyle sağlanacağı açık iken, tutkuların itmesiyle düşülen anlamsız durumlar ve öngörülmeyen yaşam modellerine açıklık bu dengenin kaybolmasına, doğru-yanlış kavramının erimesine ve yaşama tutunmayı azaltıyor. İnsan anlığında reel ve ritüel şaşkınlığın başlaması, eşanlı olarak boşvermişlik şeklinde görülen bir davranış tipinin de öne çıkmasını sağlıyor. Çünkü yaşamın içinde varolan acı ve hoşnut olmama duygusu, ya da aidiyetsizlik görmezden gelindikçe küllenip yok olma şeklini alıyor. Yaşamı bir şekilde “acı”ya dönüşmüş insanlar ya nefret duyar ya da sınırsız bir vurdumduymazlıkla neşesini muhafaza ediyor görünürler. Her yaşamın belirli dönemlerinde küçük-büyük inkılaplar yaşayacağı kabul edilir bir durumdur. Bu dönemlerin nedenlerini besleyen önceki dönemler ile sonuçlarını barındıran sonraki zamanı birlikte yaşayan bir beyin, en kötü gündeliğini icra halinde bile değişen şeylerden taraf gözükür. Değişmek kötü de olsa hissetmek denen şeyi yeniden vücuda taşır. İnsan hissettiği sürece yaşama aidiyet duyar. Değilse buraya ait olmadığı düşüncesi gitgide oturmaya ve kendini kabul ettirmeye başlar. İnsanın kendini farklı hissetmesi ile ait hissetmemesi aynı şeyler değildir. Farklı hissetmek, aynı koşullarda iyi yada kötü ayrı bir şekilde durmayı, davranmayı ve düşünce üretmeyi tarif ederken, aidiyet duygusunun bitmesi, bir “göç halini” zorunlu kılar. Bu bazen uzak ülkelere, sıcak memleketlere ve aşırı denizlere göç hayali şeklinde tezahür eder, bazen de “yaşamdan çekilmek” şeklinde kendini gösterir. Hatırlarsanız, 90lı yılların ikinci yarısında İstanbul Ataköy’de iki satanist genç intihar ettiğinde, arkalarında bıraktıkları mektupta: “Biz buraya ait değiliz!” diyorlardı. Onlar haklıydı; insanların yaşama ait olmadığını hissettiği anda onlara sunulacak yaşam gücünü bulmak artık neredeyse imkansızdır. Belki bu yaşamdan çekilme arzuları birazcık ötelenebilir ancak ortadan kaldırılamaz. Bunun değişik örmeklerini etrafımıza baktığımızda görebilmemiz mümkündür. Herkesin istediği, arzuladığı ve temenni ettiği şey, sevdiğidir. İnsanların sevdiği şeyler arttıkça, bunlara aynı anda sahip olamayan insanın özlem duygusu da artar. Özlem, insana çizgi dışına çıkma lüksü sunacak kadar maceralı bir duygudur; aynı zamanda tehlikelidir de. Kendi tutarlılığından emin olamayan insanların özlem duygusunu kullanarak yola çıkmaları, onların bir daha eve dönmeme alternatifini de aktif tutmalarına sebep olur. Bu nedenle çoğu zaman insan sevdiği tek “şey”le kalmaya zorlanır. Bunun bazen herhangi bir “obje” şeklini alması da olasıdır. Bu tek şey, bazen diğer şeylerin içimizden koparıp götürdüğü nice coşkularımızı da sağlar nitelikte olabilir ancak hiçbir zaman en geniş anlamda tatmini ve tatminde istikrarı temin etmez. İktisat diliyle alternatif maliyet, sevgi duygusunun hiçbir zaman mükemmele ermemesinin tek nedenidir. Bunun bir başka ve daha kaotik boyutu ise her şeyi bir nedenden dolayı sevmek, ilgi duymak ve kabul etmek ön koşulumuzdur. Burada da mükemmeli yakalamak olasıdır ancak her zaman öne çıkan sevgi itiraflarının arkasında yatan sınırsız arzuları ortaya koymak da gereklidir. Farkında değilsiniz belki ama beklediğiniz gelecek, avuçlarınızda süvari gözyaşları gibi duran yağmur damlalarında saklıdır. Ne gün o yağmurları gönül çölünde intiharla yüz yüze gelmiş bir lalenin çatlak dudaklarına ulaştırırsınız, siz o gün bu yaşama ait olduğunuz hissini yaşamaya başlarsınız. Değilse, içinde daima müthiş dağdağaların yaşandığı, sürekli “defolup gitme” arzularının gündemde tutulduğu bir sürgün ülkesinde mukim bir kabiliyet taşırsınız. Özünüze erdiğiniz sürece öz ülkenizdesiniz.

İSTANBUL KENDİNDE; BEN KENDİMDE DEĞİLİM

vayvayli | 02 December 2002 14:01

Bugün İstanbul senin benim kadar mutlu olmalı! Ben yaşamadım. Ayakkabılarımı değiştirdim. Eski ayakkabılarımla bir başkaydı tadı İstanbul’un. Sokaklarda kanaviçe sıklığında bir alınganlık, pazarlarda beyaz perdelere sığınan hayale kaçma arzusu ve korkak arzularda yeni bir şeye başlama arzusunun uyandığını duydum. Arzunun üç olması arzunun azlığına yada hürriyetin yokluğuna açılır. İstanbul kendinde, ben kendimde değilim. İçimdeki tarihi değeri olan şeyleri taşınmak üzere bir yerlere yığdım. Boş kalan yürek çukurlarımda sulu tarıma başladım. Dış açığım hızla kapanıyor, bütçem fazla vermek üzere; dengeden önceki darboğazı yaşıyorum. Yürek koca bir piyasa! Hobbes’in insanların iktidar olma arzusu hayatlarını idame etme arzusunun bir sonucudur demesine inanır gibi oldum. “Eşya latifleştikçe göze görünmez olur!” diyen Necip’i de anlar hale geldim. Bugün İstanbul senin benim kadar mutlu olmalı! Ben yaşamadım. Ayakkabılarımı değiştirdim. Eski ayakkabılarımla bir başkaydı tadı İstanbul’un. Sokaklarda kanaviçe sıklığında bir alınganlık, pazarlarda beyaz perdelere sığınan hayale kaçma arzusu ve korkak arzularda yeni bir şeye başlama arzusunun uyandığını duydum. Arzunun üç olması arzunun azlığına yada hürriyetin yokluğuna açılır. İstanbul kendinde, ben kendimde değilim. İçimdeki tarihi değeri olan şeyleri taşınmak üzere bir yerlere yığdım. Boş kalan yürek çukurlarımda sulu tarıma başladım. Dış açığım hızla kapanıyor, bütçem fazla vermek üzere; dengeden önceki darboğazı yaşıyorum. Yürek koca bir piyasa! Hobbes’in insanların iktidar olma arzusu hayatlarını idame etme arzusunun bir sonucudur demesine inanır gibi oldum. “Eşya latifleştikçe göze görünmez olur!” diyen Necip’i de anlar hale geldim. Uykusuzluğumu da irice bir güvercinin pencere önüne konmasına bağlıyorum. Önce göğsünü açtı; hürriyetin andını içip başını cama yasladı. Gözleri doldu ve “ekmek”in lafını etti. Bütün bunların “yasak” olduğunu giderken söyledi ve günler sonra içindeki korkunun uyandığını söylerken umutlu, bir o kadar da düşünen(!) cinsten olduğunu anımsattı. Rüzgar sert, kent sevimsiz düştü. Güvercin, martı, kuğu ve serçeye kadar uzanan kent yaşamı iç içe geçti ve belki de İstanbul’a ikinci defa yağmur yağdı bugün. Camlar ıslak ve süzülüyor gece rengi aşağılara doğru. Bozdoğan Kemeri’ne bakan yüzüm, masamı örseleyen turuncu ışık ve kalbimden hız almayı bekleyen kazanma coşkusunun burukluğu ile dolu. Kötü ve iyi olan var. Herkes gibi bir hayatım olması iyi. Herkesten farklı olduğuna inandığım günlerin geride kalıp sıradanlaşmam kötü; ve o geride kalan büyülü günleri bugünün şartlarında yaşanılmasını istemem koca bir tutku. Ben İstanbul’u koklamaya ayak parmaklarından başladım. Bütün sancılar da buradan doğdu. Bugün neresinde olduğumu söylemeyeceğim ama başlanılması gereken yeri siz de biliyorsunuz. Her hangi bir liman şehrinde doğmayı isterdim. O zaman uzak kolonilere gidip üzüm tığları koparmak ve nemli dudaklarımda onu öte-beri yuvarlamak hoşuma giderdi. Ama ben rakımı iki binleri zorlayan bir yaylada ve keskin vadilerle çevrili bir iklimde doğmuşum. “Yakamoz” ve denizin bekaret kaybettirdiğine bu yüzden fazla takmıştım. Aksi de mümkün; gün batımı kuşlarının yoksul ayak izleriyle koyu gölgeli çatlardan ırayıp gitmesi ve o insafsız güz göçünün başlamasıdır beni “tutuklu” kılan. Sonraki ayrılıklar, değişen kentler ve yırtılan anıların bizi kenara itmesinden kaynaklandı. Ve suskunluğum; issiz dağların diriliği ve bıçkınlığı karşısındaki suskunluğum… Son yediğim kuzey rüzgarının esnemiş vurgunu ise beni öldürmeyecek kadar yetersiz ve zevksizdi. Hala ulaşamadığım kış güneşinin boşalan sıcaklığına karşı hırsım da azaldı. Kaybetmek de bir sonuç artık benim için. Canımı sıkmıyorum. Evde ebedi yalnızlığım var, kentte yürekli dostlarım. Artık yazmanın da zevki yok. Siz istemezsiniz belki ama ben artık ince yaşam ustalıklarından tüketiyorum.